30 Aralık 2012 Pazar

Direnç ve Umut


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Aralık 2012

Yarın herkes yeni bir yıla girişimizi kutlayacak. Bütün dünya insanlığın kendi kendine zamanı izleyebilmek amacıyla oluşturduğu takvimin bir yıl için yeniden başa dönmesine heyecanlanacak. Eğlenmek, gülmek herkesin hakkı. Bir şekilde buna bahane oluyor yılbaşı kutlamaları. Ancak birileri bunları yapabilirken, birileri de aynı anda bir yerlerde acı çekiyor, zulüm görüyor.

Çok yakınımızda oluyor bütün bunlar. Ne ile suçlandığını henüz bilmeyen gazeteciler, aydınlar yıllardır hapiste yatıyor. İktidarı protesto eden üniversite öğrencileri polisten dayak yiyor, muhalif herkes biber gazı yutuyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarında evrensel adil yargılama ilkelerini yerle bir eden hukuksuzluklar yaşanıyor.

Uludere’de/Roboski'de 34 kişinin öldüğü facianın sorumlusu bir türlü bulunamıyor, bulunmuyor. İktidar, emperyalizmle kol kola ilerleyerek, Türkiye’yi Suriye ile sıcak savaşın eşiğine getiriyor. 
Türkiye’yi faşizan yöntemlerle yöneten iktidar 10. yılını doldurdu; Başbakan artık kuvvetler ayrılığının kendilerini engellediğini söylüyor. Tarihi mekanlar, binalar, rant uğruna sermayeye peşkeş çekiliyor; kentsel dönüşüm adı altında kültürümüz, geçmişimiz yok ediliyor, insanlar yerlerinden yurtlarından edilirken gösterişli oteller, alışveriş merkezleri yükseliyor her yerde.

Vajina kelimesinden utanan, kadını her fırsatta aşağılayan kaba ve cahil sözlerin devlet görevlilerince fütursuzca sarfedildiği, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya serbestçe gezdiği, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle kürtaja dini nedenlerle savaş açarak laikliği bir kez daha rafa kaldırdığı bir ülke Türkiye... 

Almanya’da yüzyılın dolandırıcılığı olarak adlandırılan Deniz Feneri soruşturması, bizim ülkemizde “örgüt” suçlamasına takipsizlik kararı, ardından da dosyadaki telefon kayıtlarının silinmesiyle imha ediliyor. 

İlköğretim okulları imam hatip ortaokuluna dönüştürülürken, imam hatip okulları dışındaki okullarda da Kuran derslerinde başörtüsü takılabiliyor. Eğitim sisteminde hızla geriye doğru gidiliyor, bilim ve sanattan uzak kuşaklar yetişiyor. Başbakan “ucube” dediği için İnsanlık Anıtı yıkılıyor, +24 yaş uygulamasıyla alkollü içecek firmalarının sponsor olduğu kültür, sanat etkinliklerine üniversite öğrencileri alınmıyor. 

İstanbul’un ortasında bir müzik festivali gericiler tarafından basılıyor, “bira şeytan işidir” deniyor. Başbakan, ecdadını koruma bahanesiyle televizyon dizilerinin içeriğine müdahale ediyor, Devlet Opera ve Balesi’ndeki balerinlerin etek boyu uzatılıyor...

2012 Türkiyesi, özetle hukuk, adalet, özgürlük, basın özgürlüğü, kültür, sanat, bilim, eğitim, sosyal haklar, fırsat eşitliği gibi temel konularda sürekli gerileyen bir ülkedir. Ekonomik olarak ne kadar iyi durumda olduğumuzu söyleyenlere de kanacak değiliz. Emre Kongar, İlhan Kesici’nin kendisine gönderdiği bir ileti sayesinde, yapılan dikkatli analizlerin ekonomik başarı balonunu nasıl söndürdüğünü, 18 Aralık 2012 tarihli gazetedeki köşesinde ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekonomideki gerçek durumu görmek isteyenler, o yazıyı okusun lütfen. (http://cumhuriyet.com.tr/?hn=386294&kn=37&ka=4&kb=5&kc=37)

2013’e girerken Türkiye’de yaşayan insanların bunca haksızlık ve baskı karşısında mutlu olmaları olanaklı mıdır? Kötümser bir yazı olduğunun farkındayım ama gerçek bu. Ancak ne demişler; çıkmadık candan umut kesilmez. Daha aydınlık, daha güzel günler için yılmadan adaletin peşinden koşacak, ezilenin yanında durma direncini gösterecek insanlar da var bu ülkede. Umudu hiç kaybetmeyeceğiz. 

-

16 Aralık 2012 Pazar

Sol ve kafa karışıklığı


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Aralık 2012


Kısa bir süre önce siyaset dünyamızda bir gelişme yaşandı. Eşitlik ve Demokrasi Partisi ve Yeşiller Partisi bir kongre ile birleşerek Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adını aldı. Bunun ardından partinin kurucuları, art arda röportajlar vererek görüşlerini açıkladı. Murat Belge, Akşam gazetesinde yayımlanan röportajında iktisat profesörü İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağdır” diye özetlenen çizgisine yakın olduğunu anlattı. 

Küçükömer, siyasi yelpazeye ilişkin tezlerini 1969’da yayımlanan “Düzenin Yabancılaşması” adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatmıştı. Ben de geçen yılın sonunda Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan kitabım “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri”nde Küçükömer’in görüşlerinin eleştirisinden hareketle günümüzdeki rejim tartışmalarına ışık tutmaya çalışmıştım. Bu nedenle konu hakkında bu köşede de yazma gereğini duydum.

Bir siyasi akımın/düşüncenin siyasi yelpazedeki yeri değerlendirilirken, temel alınan kriterler var. Toplumsal eşitlik ilkesinden hareketle sermayenin ekonomik ve siyasi tahakkümününü reddederek emekçi sınıfların yararını gözeten, ezilenin haklarını savunan, toplumu özgürleştirme ve çağdaşlaşma amacı güden, ilerici düşüncedir sol. 

Küçükömer, Osmanlı yapısından gelen merkeziyetçi-bürokratik gelenekleri solun önündeki temel engel olarak görüyor; toplumsal, ekonomik yapının yanında modern genetik ve etolojik nedenlerden de söz ederek, Türkiye’de sivil toplum kurulamayacağını iddia ediyor. Kurtuluş Savaşı’nın antikapitalist niteliği olmadığı için antiemperyalist de olamayacağını, Türkiye’nin kuruluşunda gerçekleşen devrimler “halktan uzak laik-bürokratlar tarafından yapıldığı için” ilerleme olarak görülemeyeceğini söylüyor.
B
unları söylerken sadece yüzde 11’i okuma yazma bilen, ekonomik olarak tamamen çökmüş, savaşta egemen devletlerce parçalanan bir imparatorlukta verilen bağımsızlık mücadelesini bir anda silip atmakla kalmıyor; padişahlığı, halifeliği sona erdirip cumhuriyeti ilan eden, şeri hukuk yerine medeni hukuku getiren, insanları kulluktan vatandaşlık düzeyine çıkaran, sonuçta kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir hareketi ilerici görmüyor...

Ama Demokrat Parti’yi (DP) daha solda görürken dikkate aldığı kriter, “üretim güçlerinin geliştirilmesi ve daha büyük kitlelere mutlak olarak bir şeyler verilmesi.” O zaman burada sormak gerekir? DP, emekçi halk kesimleri için ne yaptı? DP’nin asıl tabanı, işçiyi, emekçiyi sömüren toprak ağaları ve tüccarlar değil miydi? Enflasyonist politikalar aracılığıyla köylüye nakit verilmesi ve tarımın makineleştirmesi söz konusu olsa da, alınan dış borçlarla körüklenen o politikaların zararını sonuçta yine emekçiler çekti. 

Küçükömer, 1950’de DP’nin iktidara gelişi ile başlayan “İkinci Cumhuriyet” döneminin asıl işlevinin, 1. Cumhuriyet’in eğitim, politika, ekonomi alanlarında getirdiklerinin demokratikleştirilmesi olduğunu söylüyor. Her şeyi laik-batıcılar ile dindar-doğucular arasında geçen bir mücadele olarak algılamasının sonucudur bu değerlendirme. Öylesine gözünü karartmış ki bu, emperyalizme karşı olsa da, çok eleştirdiği NATO’ya girilmesi, Batı’ya siyasal ve askeri bağımlılığın artması, Meclis’te kurulan soruşturma komisyonları aracılığı ile basının cendereye alınması bile DP’yi sol diye nitelemesine engel olmamış...

Bu anlayışla Küçükömer’in izinden gidenler de 2002-2011 arasında piyasacı-gerici saldırılarını sürdüren AKP’yi desteklediler. Şimdi hâlâ sol sağdır, sağ da sol demelerinin nedeni o. Bu kafa karışıklığı hiç bitmedi.

-

2 Aralık 2012 Pazar

Vasatın Yükselişi, Yeteneğin Çöküşü...


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Aralık 2012

Hani bazı olaylar vardır; duyduğunuz anda sarsılırsınız, iz bırakır sizde. Belki başkaları için o kadar yıkıcı değildir söz konusu olay ama sizin içinizde bir isyan başlatır. Böyle bir haber aldım geçenlerde. 

Yeteneğine hayran olduğum ve çok saygı duyduğum bir müzisyenin hem sağlık hem de ciddi geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini öğrendim. 1200 poundluk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyordu. Son iki yılda üç kere kalp krizi geçirdikten sonra sol eline felç geldiğinden artık eskisi gibi gitar çalamıyor. Ancak müzik yaparak nefes alabilen bu sanatçının ismi Vini Reilly

Onun adını duymamış olanlar belki post-punk grubu The Durutti Column’ü bilirler. 6 yaşından beri çaldığı enstrümanıyla kendisinden sonra gelen birçok gitariste esin kaynağı oldu Vini. Bana göre dünyanın en iyi gitaristi o. Red Hot Chili Peppers’ın eski gitaristi John Frusciante ile bu konuda aynı fikirdeyiz. Vini Reilly’nin müziğini ilk duyduğum günden beri gitarı ondan daha yoğun bir duygusallıkla çalan birisine rastlamadım. Klasik müzik, rock ve flamenko’yu kendine özgü bir doku içinde buluşturan kusursuz tarzı, gitara dokunduğu daha ilk notalardan tanınacak kadar farklı.

Bu yazıda onun müzik tarihi açısından önemini ayrıntısıyla anlatmayacağım; sadece bugün içinde bulunduğu durumun bende uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum. Daha önce Türkiye’de de vefasızlıktan değeri bilinmeyen, insanı kahreden bir ilgisizlik içinde bu dünyadan göçüp giden onca sanatçı gördük. Onlar o hale gelene kadar neden kimse ilgi göstermez, neden onca yeteneksiz rahat hayatlar sürerken, gerçek sanatçılar muhtaç duruma düşürülür? 

Günlerdir vasatı yücelten popüler kültürü düşünüyorum. Elbette belli bir çıtanın üzerinde işler yaparak popüler olmayı başaranlar da var. Ancak yine de bu çağda gerçek şu: Bir şekilde ana akım medyaya haber olmayı başaramıyorsanız, ne kadar iyi iş yaparsanız yapın yoksunuz. 

Bugün Türkiye’de ana akım medyaya baktığımda karşıma çıkansa, ezici oranda dizi kültürü, pop ve arabesk dayatması. Medya tarafından güdülenen toplum da ilgisini bu dayatma ile belirliyor. Daha iyiyi, daha güzeli bulmaya çalışan, kendine sunulanın dışındakileri araştırmak için zaman harcayan, hatta siz ona hazır sunsanız bile merak eden insan sayısı çok az. 

Türkiye’de durum böyle de İngiltere’de farklı mı? Vini Reilly hakkındaki haberi çevremdekilerle paylaştığımda hemen herkes, “Demek orada da oluyor böyle şeyler!” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Batı kültüründe bilginin, yeteneğin ve uzmanlığın değeri çok daha fazla; nepotizm ve kronizm denilen akraba, eş, dost kayırma hastalığı orada da var elbette ama bizdeki kadar yaygın değil. 

Benim düşünceme göre, vasatın yükselişi, kapitalist kültürün bir sonucu. Hiçbir yeteneği olmayan insanların, birtakım skandallar veya tuhaflıklar sonucunda dikkat çekmesi, pazarlanması çok daha kolay. Enrique Iglesias gibi vasatın da altında bir ses, babasının ismiyle kariyer yapıp konser teklifleri alırken, Vini Reilly gibi olağanüstü bir müzisyen, müzik sektöründe dönen oyunun içinde yer almadığı için evsiz kalabiliyor. Çoğunluk seviyorsa Enrique Iglesias da müzik yapacak tabii ama çoğunluğun ve medyanın ilgisini çekemeyenler ne olacak? 

Nick Drake’in müziği, kendisi hayattayken ilgi görseydi, o güzelim insan depresyona girip intihara sürüklenmezdi belki de... Bu yazıyı Vini Reilly’nin öyküsü başlattı ama ben bu satırları her alanda göz ardı edilen tüm yetenekli insanlar için yazdım. 

-

18 Kasım 2012 Pazar

Obama ve Siviller

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Kasım 2012

Obama’nın ikinci kez başkan seçilmesi, Amerika kadar Türkiye’de de heyecan yarattı. Tarihi Haydarpaşa Garı’nı seçim üssü haline getirecek kadar kendini kaybetti bazıları. Televizyonda, sosyal medyada coşku dolu insanlar vardı.

Mitt Romney gibi aşırı dinci bir muhafazakarın yenilgisine karşı Amerikalıların sevincini anlamak olanaklı. Kürtaja, eşcinsellere, kadın haklarına karşı söylemleriyle dikkat çeken bir partinin, halkının yarısını Demokrat Parti’ye oy verdikleri için aşağılayan, zengin ve beyaz kesime hitap eden adayıydı Mitt Romney.

Fakat politikayla sadece kendi günlük hayatını etkileyen alanlar dışında da ilgilenen bilinçli kesimlerin Obama’dan rahatsız olduğu da bir gerçek. 2008’de Amerika’nın seçilen ilk siyah Başkanı olduğunda tüm dünyada büyük umutlar yaratan Obama’dan geriye ne kaldı? Verdiği sözlerin büyük kısmını yerine getiremedi. En büyük vaadi sağlık sigortasıydı; bir düzenleme yaptı ama Kongre’de zorlanınca çok büyük ödünler verdi.

Guantanamo’yu göreve geldikten sonra bir yıl içinde kapatacağını söyledi; oysa aradan geçen dört yıla karşın, hapishaneyi kapatmayı bırakın, koşulları daha da sertleştirerek, insanları hâlâ hücrelerde neden suçlandıklarını bilmeden, süresi belli olmayan bir tutukluluğa mahkum ediyor.

Bush döneminin sonunda patlayan ekonomik kriz konusunda da büyük hayal kırıklığı yarattı Obama. Halkın ödediği vergileri bankalara aktardı. Ekonomi toparlansın diye yaptı diyenler olsa da, halk işsizlikten kırılıp her şeyini kaybederken, banka yöneticilerinin cebine prim olarak giren milyonları, dönen üçkağıtları kimse açıklayamadı.

Irak Savaşı’na karşı çıkıp Ortadoğu’ya barış getireceği mesajlarını verdi. Irak’ta istediğini alan Amerika’nın askerlerini çekti ama Afganistan’daki savaşı büyüttü.

Bütün bunların arasında yaptığı en kötü şey, Amerikan savunma sisteminde “sivil” anlayışına getirdiği bakış açısı oldu. Obama yönetimi, insansız uçaklarla yürütülen gizli savaşlarda ölen siviller konusunda kamuoyunda çıkabilecek tartışmaları en aza indirmek için, “sivil” tanımına yeni boyutlar kazandırdı. 

ABD’nin elinde terörle mücadele için oluşturdukları bir ölüm listesi (kill list) var. Bu listede olan birisi yakalandığında yanında başka siviller varsa, bombardıman kararını doğrudan Obama veriyor. 2009’da verdiği emirle yerine getirilen ilk füze saldırısında ölen 44 sivilin arasında kadın ve çocuklar da vardı. Beyaz Saray, sivil ölümleri hakkında bilgisi olmasına karşın, saldırıları Afganistan, Pakistan, Yemen gibi ülkelerde devam ettiriyor. Eski çalışma arkadaşlarının söylediğine göre, Obama’nın bu tür hedefli saldırılara tutkusu tehlikeli boyutlarda...

Ana akım medyada yakın zamana kadar göz ardı edilen bu konu, mayıs ayında The New York Times’da da haber oldu. 2010’da istifa eden Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis Blair, Amerikan vatandaşlarının hayatına mal olmayan, düşük maliyetli bu saldırıların, sert mücadele tarzını ortaya koyduğu için, politik açıdan ülke içinde avantajlı görüldüğünü, sadece diğer ülkelerde eleştirildiğini söyledi.

Diyelim ki Blair’in dediği gibi, sivillerin öldürülmesi Amerikan halkının çoğunluğu açısından sorun yaratmıyor; ama acaba bizde Obama seçildi diye neredeyse kalkıp oynayacak olanları da mı rahatsız etmiyor? Dünyanın bir başka ülkesinde siviller bombardıman altında katledilince bu onları ilgilendirmiyor mu? Hani insan hakları evrenseldi?

Romney seçilseydi daha iyi olurdu demiyorum; ama imparator Obama yeniden seçildi diye, çokuluslu şirketlerin temsilcisi yine o oldu diye sevinecek kadar saf da değilim.

_

4 Kasım 2012 Pazar

Yaratıcılık ve Müzik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Kasım 2012

Okuyucular, bu köşede zaman zaman müzikten söz ettiğimi biliyor. Müzikle nefes alıp veren, onu hayatının odak noktası yapmış biriyim. Her ne kadar burada daha çok siyaset hakkında yazsam da, bazen herkesle paylaşmak istediğim müzikle ilgili konular da oluyor. Bunlardan birisini geçenlerde Londra’da yaşadım.

Bu yazıda Aphex Twin’in Barbican Centre’da verdiği konserden söz edeceğim. Asıl adı Richard D. James olan 41 yaşındaki bu müzisyeni tanımayanlar, Wikipedia’ya bakarlarsa, The Guardiantarafından “çağdaş elektronik müziğin en yaratıcı ve en esin verici figürü” olarak tanımlandığını görürler. Aphex Twin’in ‘Remote Orchestra’ adlı özel projesini Londra’da sadece bir kereye mahsus olmak üzere dinleyiciyle buluşturacağını duyunca, biletlerin satışa çıktığı anda internetin başında yerimi aldım ve çok kısa sürede tükenen biletlerden bir tane kapmayı başardım.

Aphex Twin’i bilen bilir; bugüne kadar DJ’lik yaptığı kulüplerde kendisine benzeyen birçok kişiyi kalabalığın içinde dolaştırmakla kalmadı, mekandan tamamen farklı bir yerden gönderdiği elektronik dalgalarla müziği kontrol etti, yüz eşleme teknolojisini kullanarak dinleyicilerin yüzüne kendi yüzünün resmini yansıttı. Kalabalık içinde görünmekten çekinen bir müzisyenin dikkati kendi üzerinden alıp kalabalığa yansıtma çabaları, ancak bu kadar akıllıca bir şekilde teknolojiyle buluşturulabilir. Bu defa ne yapacağını merak etmem boşuna değildi.


APHEX TWIN's remote orchestra (short edit) from weirdcore on Vimeo.

Sonunda performans günü geldiğinde Barbican’da ışıklar karardı ve sahneye 5 barlı bir grafikle yansıyan dev kontrol panelini gördük. 28 orkestra elemanı ve 12 kişilik koro sahnedeki yerini aldı, hepsi sırtını izleyiciye dönerek ekrana yöneldi. Her biri, performans boyunca görmediğimiz Aphex Twin’den gelen yönlendirmeleri duyabilmek için kulaklık takmıştı. Kontrol panelindeki farklı renkteki barlar yükselip alçaldıkça orkestradan çıkan neo-klasik ve dark ambient arasındaki sesleri tam olarak anlatmak olanaksız. Yalnız şunu söyleyebilirim; Aphex Twin bir MIDI kontrol paneli ile orkestrayı yönetirken, her aşamada matematik devrede ama performansı şekillendiren asıl unsur insana bağlı olarak gelişiyor.

Performansın ikinci kısmında, orkestra sahneden ayrıldı; onun yerine başrol, yerden yaklaşık yarım metre yükseltilerek tavandan asılmış bir platform üzerine kablolarla bağlanan büyük bir Yamaha piyanoya verildi. Birisi, kenarına bağlanan iplerden tutup çekince platform farklı sesler çıkararak bir sağa, bir sola sallanmaya başladı. Aynı anda tuşları uzaktan kumanda ile yöneten Aphex Twin’in çaldığı müziğin güzelliği başdöndürücüydü. Teknoloji yine devredeydi ama insanın hareketleriyle belirlenen organik bir süreçti bu.

Platformun hareketi kendiliğinden sona erene kadar süren bu bölümden sonra, sıra üçüncü kısma geldi. Minimal müziğin kurucusu Steve Reich’ın 1968’de bestelediği Pendulum Music’ten ilham alan bu son bölümde ana unsur, tavandan sarkıtılan 18 adet disko topuydu. Aphex Twin miks masasının başındayken, her bir top birer insan tarafından tutulup ileriye doğru farklı hızlarda bırakıldı. Aynı anda lazer ışıkları toplarla buluştuğunda çıkan ajite edilmiş sesler ve yansıyan ışıklar, dinleyenleri çılgın bir atmosfere sürükledi.

Bütün bunlar, müziği oluşturan elementlerin, planlanmış ya da kendiliğinden olanların farkına varmak, teknoloji ve insan ilişkisini daha net görmek açısından ufuk açıcıydı. Brian Eno görse gurur duyardı. Hissedilmesi için içinde olunması gereken bir performanstı ama en azından bu yaratıcı proje bilinsin istedim. Müzik statik bir olgu değildir; teknoloji de insan aklının eseridir, onu müzikte kullanmaya karşı çıkanlar haberdar olsun.




 -

21 Ekim 2012 Pazar

Nereye Kadar?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ekim 2012

Geçen ay Kuzey Carolina’nın Charlotte kentinde Demokratik Parti Kurultayı’nı izlerken farklı kesimlerden Amerikalılarla konuştum. Türkiye’den geldiğimi duyunca her biri değişik tepki verdi; bazısı hep görmek istediği bir ülke olduğundan söz etti, bazısı Türkiye hakkında bir fikri olmadığı için yönelttiği sorularla tanımaya çalıştı. Ancak birisi vardı ki, bilgisi ve yorumlarıyla beni şaşırttı. 

Öğlen saatlerinde bir masada oturmuş yemek yiyordum; 60’lı yaşlarında bir kadın masayı paylaşmak için izin istedi. 40 yıl önce Amerikan vatandaşı olan Naz isminde Pakistanlı bir kadındı. Gazeteci olduğumu öğrenince kendi öyküsünü anlatmaya başladı. Gençken Amerika’ya okumaya gelmiş, iletişim alanında doktorasını yapıp üniversitede ders vermeye başlamış. Şimdi kendisine ait bir danışmanlık firması varmış.

Bir Amerikalı bana aşık oldu. ‘Gitme evlenelim’ deyince kabul ettim. Onca yıl ülkemden uzak kaldığıma üzgünüm ama ne zaman ziyaret etsem orada işlerin giderek daha kötü olduğunu gördüm. Aslında şimdi dönebilirim. Çünkü kocam öldü ve yaşlı annem orada yalnız” dedi yaşadıklarını anlatırken.

Neden dönmediğini sorunca verdiği yanıt ilginçti. “Pakistan’daki toplum beni korkutuyor. Evet, bu yaşta bile korkutuyor. Bir kadın olarak ne demek istediğimi anlarsınız; sizin de Türkiye’de başınızda aynı dertler var. Özgür müsünüz, kendinizi güvenlikte hissediyor musunuz o ülkede? Başbakanınızın ülkenizi İslam ülkesi olarak yeniden kurguladığını, din baskısının her gün arttığını okuyorum ve inanın çok üzülüyorum. Pakistan’da aynı süreçleri yaşadık. Ben Amerika’ya geldiğim zaman durum orada bugünkü kadar kötü değildi. Örtünmeyene kötü gözle bakılmıyordu. Şimdi her şey farklı.

Konuşma boyunca verdiği örneklerle Türkiye’yi yakından izlediği belli oluyordu. İlgisinin özel bir nedeni olup olmadığını sordum. “Türkiye’nin halkının çok büyük çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda uzun zaman önce laikliği ilke olarak benimsemesi, kadınların durumu açısından önemliydi. Müslüman ülkelerde kadınların ortak denilen kaderini yenmek için dev bir adımdı o. Ama yaşadığı devrimin değerini bilemedi Türkiye. Bu bana çok dramatik geldi. İşin kötüsü, erkek egemen toplumlarda kadınların da kendi aleyhlerine olan uygulamaları savunması. İnanılmaz bir şey bu” dedi.

Sonunda konu Amerika’ya geldi. ABD’nin de kendi çıkarları için diktatörlere çekinmeden destek verdiğini anlattım Naz’a. Tüm dünyanın demokrasi şampiyonluğuna soyunurken, kadını ezen, aşağılayan yönetimlerle el ele ilerleyen bir ülke Amerika. “Arap Baharı” adı verilen ama tamamen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Amerikan çıkarlarına hizmet edecek yönetimlerin işbaşına getirilmesi için düzenlenen ayaklanmalar zinciri “demokrasi ihracı” olarak pazarlanıyor.

Amerika, eğer iddia ettiği gibi dünyanın dört bir ucuna demokrasi götürmeye niyetliyse, o zaman neden Suudi Arabistan’la sıkı dost? Kadının yanında erkek olmadan araba kullanamadığı, seyahat edemediği, okula gidemediği, şeriat yasalarına göre en zalimce cezaları aldığı, kısacası insan muamelesi görmediği ülkeyi dost olarak tanımlamak, ikiyüzlülük değil de nedir?

Naz’a bunları söylediğimde, “Haklısınız. Burada yaşayarak sadece kendimi kurtarmış oluyorum. Oysa Pakistan’da yapacak çok şey var...” dedi.

Ardından kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra, kendi kendine konuşurcasına usulca şunları mırıldandı: “Evet, dönmeliyim. Bu yaştan sonra benim için büyük riskler yok ama mesela siz ülkeniz şeriata kaysa nereye kadar orada yaşamaya dayanabilirsiniz?

-

7 Ekim 2012 Pazar

Siz "sahip" misiniz?


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 7 Ekim 2012

Yaşadığımız dünyanın sahibi var mı? Bir insan olarak bu gezegenin efendisinin insan türü olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa insanoğlunun bu evreni diğer canlılarla paylaşan varlıklardan birisi olduğunun farkında mısınız? 

Bu soruların nedeni, AKP'nin TBMM’ye sevk ettiği yeni hayvanları koruma yasası. Toplumun işleyişini düzenleme görevini üstlenen bir grup insan, oturmuş eski yasadaki eksikleri düzeltmek adına girişimde bulunmuş. Ancak hazırlanan katliam tasarısı, geçen hafta sonu çok katılımlı bir eylemle protesto edilince, AKP, yeniden değerlendirme kararı aldı. Belki bu yazı da onlara bir fikir verir. 

Tasarıya bazı konularda, mesela hayvana işkenceye ilk kez hapis cezası öngörülmesi gibi olumlu maddeler eklenmiş. Fakat vicdan sahibi bir insanı çileden çıkarabilecek maddeler de var. İki yıla kadar olan hapis cezaları para cezasına dönüştürülmüş. Hayvanlarla cinsel ilişkiye girenlere 1 yıla kadar hapis cezası öngörüldüğüne göre, demek ki bu suçu işleyenler, yine para cezası ile kurtulabilecek! 

Büyük tepki yaratan bir diğer madde ise, tehlikeli görülen bazı köpek ırklarını ve melezlerini sahiplenmeyi suç kapsamına alıyor. Bu durumda taslakta adı sayılan türlere ait hayvanları besleyenler birden suçlu haline getiriliyor. 

Bunlarla da kalınmıyor; akıl sınırlarını zorlayan bir düzenlemeyle, sahipli ve sahipsiz hayvanları belediye sınırları içinde veya dışında başıboş bırakmak yasaktır deniyor. Ne demek bu? Yani sokaktaki kedi ve köpekler ortadan kalkacak. Ne yapacak belediyeler sokaktaki kedi ve köpekleri? Hayvan bakımevlerinde kısırlaştırıp aşıladıktan sonra kayıt altına alacaklar ve bakımevlerinde yer kalmayınca, “doğal hayat parkı” denilen bir alana götürecekler. Oysa yürürlükteki yasada, “kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra alındıkları yere geri bırakılır” diyor. 

Bunun adı ancak “Doğal Ölüm Parkı” olabilir! Büyük kentlerde 30-40 köpeğin konduğu bakımevlerinde bile hayvanlar eziyet çekiyor, açlık ve susuzluktan can veriyorlar. Belediyelerin bakımevlerinde hizmet vermek için ne gerekli ödeneği ne de personeli var. Bu durumda sokak hayvanlarının toplama kamplarına gönderilerek katledilmesi söz konusu olacak. Binlerce canlı, tutsak edilmekle kalmayacak, açlıktan birbirlerini yiyecek! Taslak, bu haliyle çıkarsa, II. Mahmud döneminde Hayırsızada diye bilinen Sivriada’ya gönderilen köpeklerin ölüme terk edilişi, bu topraklarda yeniden ve aynen yaşanır.

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’na bu şikayetler günlerdir iletiliyor. Kendisinin bunlara karşı söylediği, Twitter’da verdiği yanıttan gördüğüm kadarıyla şöyle: “Bir zahmet taslağı mevcut mevzuata göre bir mukayese et. Hayvanlara işkenceye ilk defa hapis cezası geliyor. Yeni yasa taslağında nihayet hayvanlara karşı işlenen suçların Kabahatler Kanunu’ndan çıkarılıp Ceza Kanunu kapsamına alınması olumlu bir adım. Ancak taslak bu haliyle yasalaşırsa, sorumlular önce kendine ceza kesmeli; çünkü bu, bir türün diğer türe karşı yaptığı soykırımdır. 

Ey milletvekilleri, kurulması düşünülen toplama kamplarına yaklaştığınızda açlık ve susuzluktan can çekişen hayvanların iniltilerini duymaya hazır mısınız, yoksa yine sağır numarası mı yapacaksınız? 

Hayvana tecavüz eden para cezası ile kurtulduğunda içiniz rahat edecek mi? Bir gün bu zulüm evde beslediğiniz köpeğin başına gelirse ne diyeceksiniz? 

Ayrıca hayvan türlerini yok etme ya da "uyutarak" öldürme hakkını size kim verdi? Kendinizi sahip, insanlarla kıyaslanabilecek bilince sahip olduğu kanıtlanan diğer canlıları köle mi sanıyorsunuz?

-