© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Temmuz 2012
İki hafta önce bu köşede yazdığım “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı yazı çeşitli kesimlerin büyük ilgisiyle karşılaştı. O makaleyi okumamış olanlar için içeriğini belirteyim; Türkiye Komünist Partisi’nin bir süre önce yayınladığı ve aynı başlığı taşıyan bildiriydi yazının konusu. Kanımca ilginin bir nedeni, bildirinin çok doğru noktalara işaret eden metniyse; bir diğeri de, ana akım medyada TKP ile ilgili haberlerin hemen hemen hiç yer almamasıydı.
Ama ben o yazının sonunda da belirttiğim gibi, çok önemsediğim bu konuya bugün yine yer vereceğim. Geçen sefer TKP bildirisinin giriş kısmında çizilen genel çerçeve ile işe başlamıştım. Bu defa metindeki “İkinci Cumhuriyet’te Neler Oluyor?” başlığı altındaki görüşlere yer vereceğim:
-İkinci Cumhuriyet sınıfsal olarak burjuvazinin gerici bir fraksiyonunun değil, bütününün tarihsel tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Arkasında emperyalizmin onayı ve desteği de bulunan egemen güçler içindeki iç çelişkiler, derin ve uzlaşmaz strateji ayrılıkları olmaktan uzaktır. Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda İkinci Cumhuriyet bir burjuva konsensüsünü temsil etmektedir. Neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilik birbirini bütünlemektedir.
-Siyasal iktidarın güç kaynakları geniş olmakla birlikte, İkinci Cumhuriyet rejiminin, mantıksal sonuçlarına kadar derinlik kazanacağı düşüncesi yanlıştır. Türkiye toplumunun dinselleştirilmesinin yapısal ve tarihsel sınırları vardır. Bu sınırları, mülk sahibi egemen güçlerin “laik” olduğu düşünülen kesimleri değil, modern işçi sınıfı, doktor, mühendis, öğretmen gibi eğitimli ve kalifiye emekçiler, sanatçı ve bilim insanları gibi aydın kesimler, öğrenci gençlik, kadınlar, Aleviler temsil etmektedir. Bu geniş nüfusun siyasi temsilciden yoksun olduğu veya ağırlıklı temsilcilerinin İkinci Cumhuriyet karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi davrandıkları açıktır. Dinci gericiliğin Türkiye'yi geri dönülmez bir karanlığa, şeriatçı bir diktatörlüğe götüreceği yolundaki umutsuz öngörüler reddedilmelidir. Yine dinci gericiliğe muhalefet edebilmek için dinle pozitif ve politik bir ilinti içine girmek gerektiği yolundaki yaklaşımlar da kabul edilemez. Dinci gericiliğe pratikte çekilecek sınırı, büyük ölçüde, komünist ve devrimci hareketin söz konusu toplumsal kesimlerle bağı belirleyecektir.
-Nasıl dinci gericilik ayrıksı bir olgu, bir aşırılık değilse ve burjuva egemenliğinin bütünlüğünü temsil ediyorsa, solun mücadelesi de bütünlüklü olmak zorundadır. Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalist senaryoların içine çekilmesi için Sünniliğin keskinleştirilmesine gerek vardır; ve buna karşılık barış mücadelesinin başarısı, dinci gericiliğe de darbe vuracaktır. Kürt halkına din kardeşliği adına boyun eğdirilmek isteniyorsa, Kürt emekçilerin sınıf mücadelesine katılmaları, dinci gericiliğin bir kalesini düşürecektir. Örnekleri çoğaltılabilecek bu dolayımlar, solun mücadele programında mutlaka gözetilmelidir.
***
İkinci Cumhuriyetçiliğin, neoliberal politikalar ve dinci gericilikle el ele vererek ülkeyi getirdiği yer ortadadır. Bu gidişatın önüne geçilmesinin yolu, emekçi kesimden ve uygar bir yaşamdan yana olan herkesin din temelinde değil, özgürlükler temelinde buluşup mücadele etmesidir.
Bugün gelinen noktada artık hemen herkesin ortak derdi özgürlüklerinden yoksun kalması değil mi? Öncelikli meselemiz buysa, seçimde bu temelde bir şemsiye altında birleşip sol blok kurmayı ciddi şekilde ele almalıdır. Aksi halde kuşkusuz neoliberal politikalarla dinci gericiliğe bir kez daha geçit verilecektir.
_
29 Temmuz 2012 Pazar
22 Temmuz 2012 Pazar
Kültür Şoku
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Temmuz 2012
Avrupa Birliği macerası artık iyice tavsadı ama insan o kıtaya adım atınca ister istemez bazı karşılaştırmalar yapıyor. Yurtdışına her gittiğimde oradaki insanların günlük yaşantısını, hayat standarlarını ve devlet-birey ilişkisini gözlemliyor, sonra da kendi ülkemde olanları hatırlıyorum.
Ziyaret ettiğim ülkenin vatandaşlarıyla konuşuyor, hayatlarından memnun olup olmadıklarını soruyorum. Elbette hepsinde her şey güllük gülistanlık değil; özellikle Avrupa’daki ekonomik sıkıntılar bariz şekilde olumsuz yönde etkiliyor yaşamı. Ama Avrupa’da yaşayan insanlar, asla devletin özel yaşantılarına müdahale ettiği konusunda bir yakınma içinde değil. Oysa Türkiye’de son yıllarda giderek artan bir şikayet bu...
Bu ay Roskilde müzik festivalini izlemek için bir haftayı Danimarka’da geçirdim. Orada da ilginç gözlemlerim oldu. Kopenhag’a arabayla yaklaşık 40 dakikalık mesafedeki Roskilde kentinde yapılan bu festival, Avrupa’nın en büyük festivallerinden birisi; dünyanın her yerinden 150 bini aşkın izleyici katılıyor etkinliğe. Bu yazıda o festivalden dönüp Türkiye’ye ayak basınca nasıl bir şokla karşılaştığımı anlatacağım. Öyle çarpıcı ki, hani hep söz edilen bir kültür şoku vardır ya, bu tam öyle...
Roskilde’de kaldığım süre boyunca gençlerin özgürlüğü yaşayışına, müzikle coşup eğlenirken toplumsal sorunlara dikkat çekişine tanık oldum. Çok miktarda alkol tüketilmesine karşın, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, kavganın olmadığı barışçıl bir ortam vardı. Festivalin sponsoru bir içki firmasıydı ama bu elbette Danimarka’da hiçbir sorun yaratmıyordu. Belli bir yaşa gelmiş insanın özel hayatına devletin müdahale edemeyeceğini çok uzun yıllar önce kabul etmiş Avrupa.
Danimarka’daki özgürlük ortamından çıkıp Atatürk Havaalanı’na indiğimde ülkede ne olup bitiyor diye sosyal medyaya baktım ve çok sayıda insanın “Müziğine Festivaline Konserine Sahip Çık” diyerek ortak bir talepte bulunduğunu gördüm. Sorunca anlaşıldı ki, yobaz bir grup insan, “Eyüp’te bira festivali yapılamaz!” diyerek sponsoru bira firması olduğu için One Love festivaline karşı kampanya başlatmış. Türkiye Yeşilay Cemiyeti de aynı gerekçeyle festivalin iptali için İstanbul Valiliği’ne başvurmuş!
Zamanlama olarak gerçekten inanılmaz bir çakışmaydı bu. Danimarka’da bira firmasının desteğiyle yapılan özgürlükçü festival ile, Türkiye’de bira firmasının desteğiyle yapılan festivalin engellenme girişimi arasındaki fark, Avrupa ile bugünkü Türkiye arasındaki farkı da bir açıdan ortaya koyuyor.
Bu birkaç yobazın girişimi değildir; Türkiye Yeşilay Cemiyeti ve Eyüp Belediyesi gibi kurumlar da devreye girdi. 11 yıldır düzenlenen festival neden daha önce Yeşilay’ı rahatsız etmedi de şimdi ediyor?
Nedeni şu: Türkiye’de devletin en tepesinde yer alanlar, dini kullanarak bireylerin yaşantısına açıkça müdahale eder hale gelince, toplumdaki muhafazakar kesimlere de bu konuda garip bir cesaret geldi. Otobüs şoförü şort giyen kadını otobüsten indirmeye kalkıyor, belediye görevlisi parkta sarılarak oturan gençleri tartaklıyor!
İşin acı yanı da şu ki, dinciler, bira ürettiği için Efes’e şiddetle tepki duyarken; insan haklarına, çevreye, özgürlüklere duyarlı insanlar, aynı firmaya santrallere karşı çıkan köylülere uygulanan zulüm nedeniyle aynı şiddetle tepki duymuyor.
“Türkiye neden hep bir adım ileri iki adım geri gidiyor?” derseniz, yanıtı şu olabilir: Uygarlıktan yana olanlar, ideallerine gericiler kadar sahip çıkmıyor.
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Temmuz 2012
Avrupa Birliği macerası artık iyice tavsadı ama insan o kıtaya adım atınca ister istemez bazı karşılaştırmalar yapıyor. Yurtdışına her gittiğimde oradaki insanların günlük yaşantısını, hayat standarlarını ve devlet-birey ilişkisini gözlemliyor, sonra da kendi ülkemde olanları hatırlıyorum.
Ziyaret ettiğim ülkenin vatandaşlarıyla konuşuyor, hayatlarından memnun olup olmadıklarını soruyorum. Elbette hepsinde her şey güllük gülistanlık değil; özellikle Avrupa’daki ekonomik sıkıntılar bariz şekilde olumsuz yönde etkiliyor yaşamı. Ama Avrupa’da yaşayan insanlar, asla devletin özel yaşantılarına müdahale ettiği konusunda bir yakınma içinde değil. Oysa Türkiye’de son yıllarda giderek artan bir şikayet bu...
Bu ay Roskilde müzik festivalini izlemek için bir haftayı Danimarka’da geçirdim. Orada da ilginç gözlemlerim oldu. Kopenhag’a arabayla yaklaşık 40 dakikalık mesafedeki Roskilde kentinde yapılan bu festival, Avrupa’nın en büyük festivallerinden birisi; dünyanın her yerinden 150 bini aşkın izleyici katılıyor etkinliğe. Bu yazıda o festivalden dönüp Türkiye’ye ayak basınca nasıl bir şokla karşılaştığımı anlatacağım. Öyle çarpıcı ki, hani hep söz edilen bir kültür şoku vardır ya, bu tam öyle...
Roskilde’de kaldığım süre boyunca gençlerin özgürlüğü yaşayışına, müzikle coşup eğlenirken toplumsal sorunlara dikkat çekişine tanık oldum. Çok miktarda alkol tüketilmesine karşın, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, kavganın olmadığı barışçıl bir ortam vardı. Festivalin sponsoru bir içki firmasıydı ama bu elbette Danimarka’da hiçbir sorun yaratmıyordu. Belli bir yaşa gelmiş insanın özel hayatına devletin müdahale edemeyeceğini çok uzun yıllar önce kabul etmiş Avrupa.
Danimarka’daki özgürlük ortamından çıkıp Atatürk Havaalanı’na indiğimde ülkede ne olup bitiyor diye sosyal medyaya baktım ve çok sayıda insanın “Müziğine Festivaline Konserine Sahip Çık” diyerek ortak bir talepte bulunduğunu gördüm. Sorunca anlaşıldı ki, yobaz bir grup insan, “Eyüp’te bira festivali yapılamaz!” diyerek sponsoru bira firması olduğu için One Love festivaline karşı kampanya başlatmış. Türkiye Yeşilay Cemiyeti de aynı gerekçeyle festivalin iptali için İstanbul Valiliği’ne başvurmuş!
Zamanlama olarak gerçekten inanılmaz bir çakışmaydı bu. Danimarka’da bira firmasının desteğiyle yapılan özgürlükçü festival ile, Türkiye’de bira firmasının desteğiyle yapılan festivalin engellenme girişimi arasındaki fark, Avrupa ile bugünkü Türkiye arasındaki farkı da bir açıdan ortaya koyuyor.
Bu birkaç yobazın girişimi değildir; Türkiye Yeşilay Cemiyeti ve Eyüp Belediyesi gibi kurumlar da devreye girdi. 11 yıldır düzenlenen festival neden daha önce Yeşilay’ı rahatsız etmedi de şimdi ediyor?
Nedeni şu: Türkiye’de devletin en tepesinde yer alanlar, dini kullanarak bireylerin yaşantısına açıkça müdahale eder hale gelince, toplumdaki muhafazakar kesimlere de bu konuda garip bir cesaret geldi. Otobüs şoförü şort giyen kadını otobüsten indirmeye kalkıyor, belediye görevlisi parkta sarılarak oturan gençleri tartaklıyor!
İşin acı yanı da şu ki, dinciler, bira ürettiği için Efes’e şiddetle tepki duyarken; insan haklarına, çevreye, özgürlüklere duyarlı insanlar, aynı firmaya santrallere karşı çıkan köylülere uygulanan zulüm nedeniyle aynı şiddetle tepki duymuyor.
“Türkiye neden hep bir adım ileri iki adım geri gidiyor?” derseniz, yanıtı şu olabilir: Uygarlıktan yana olanlar, ideallerine gericiler kadar sahip çıkmıyor.
_
Etiketler:
alkol yasağı,
Avrupa Birliği,
bağnazlık,
dincilik,
kültür,
kültür farkı,
özgürlük,
Türkiye,
uygarlık
15 Temmuz 2012 Pazar
Dinselleşme ve Komünistler
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Temmuz 2012
Türkiye Komünist Partisi (TKP), geçen ay gerçekleştirdiği 11. Kongre Türkiye Konferansı’nın ardından “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı bir değerlendirme yayınladı. Toplumda giderek etkisi artan dinselleşme karşısında komünistlerin tavrını ele alan metni dikkatle okudum. İçinde yaşadığımız dönemde son derece isabetli görüşler içerdiği için bu aydınlatıcı değerlendirmenin üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle giriş kısmındaki tespitle işe başlayalım.
“TKP 10. Kongresi’nin, 2011 seçimleriyle kurulduğunu saptadığı İkinci Cumhuriyet’in temel eksenlerinden biri, siyasal rejimin ve toplumsal yapının dinselleştirilmesidir. Birkaç yıl önce marjinal örnekler mi öncü adımlar mı oldukları tartışılan kimi uygulamaların genelleştiğini ve bütünlük kazandığını görüyoruz. Eğitim sistemine dinin sokulması, çeşitli yerelliklerde alkollü içkiye düpedüz yasak getirilmesi, devletin dinî televizyon kanalı açması yalnızca tekil uygulamalar değil, AKP'nin ilk bakışta bunlarla ilişkisi kurulamayacak çeşitli alanlardaki programını bütünleyen ögelerdir.
“Türkiye egemen güçlerinin sosyal devletten kalan boşluğu doldurmak için İslami yardımlara, Ortadoğu'da rol genişletmek için Sünni kimliğine, Kürt sorununa çözüm adına ‘din kardeşliği’ fikrine, ilerici ideolojilerin kaynaklarını kesmek amacıyla sanat ve kültür alanlarının kurutulmasına, genel olarak eşitsizlikleri, haksızlıkları meşrulaştırmak için dinin yaygınlaşıp derinleşmesine ihtiyaçları var.
“Bu çerçevede ateizme dönük aşağılayıcı saldırılar meczupça bir gericiliğin göstergesinden ibaret değil, egemen ideolojinin yeniden yapılandırılmasının vazgeçilmez unsurlarıdır. Olası bir yeni anayasa da kitlelere burjuva liberalizmi veya emperyalist ‘küreselleşmecilik’ üstünden değil, din sayesinde mal edilmeye çalışılacaktır.”
Bunlar belirtildikten sonra, emekçi hareketinin ve solun, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde kendini zorunlu olarak seküler bir perspektifle tanımladığının altı çizilmiş. Şu nokta önemli; TKP toplumsal yaşamın, siyasetin, siyasal ideolojilerin vb. dinsellikten arındırılması için mücadeleyi önerirken, aynı anda bireylerin kişisel inanç ve vicdan özgürlüğünü de sahipleniyor.
Burada altını çizdiğim satırlar var: “Sosyalist hareketler günümüzde de kimi ülkelerin özgün koşullarında dinci akımlarla olumlu temasa girebilmektedir. Türkiye Komünist Partisi, bu örneklerden genelleştirilmeye gidilemeyeceğini, ülkemizin bu kapsamda ele alınamayacağını saptamaktadır.”
Komünist hareketin, burjuva aydınlanmasını sınıfsız topluma uzanan bir sosyalist aydınlanma olarak dönüştürerek sahiplendiği vurgulanıyor metinde. İkinci Cumhuriyet’in Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda bir burjuva konsensüsünü temsil ettiği ve neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilikle birbirini bütünlediği belirtiliyor.
İki kesime önemli mesajlar veriliyor.
1- Dinci iktidara muhalefet için “Gerçek Müslümanlar” adına konuşulması da, dinin ortak payda olduğunun kabulü demektir; sol, dinin siyaset alanına sokulmaması ilkesinden ödün vermez.
2- Kürt toplumu içinde tarikatların, Hizbullah'ın, Barzaniciliğin ve bunlarla bütünleşik aşiretçiliğin güçlenmesi, ideolojik alanda dinci gericiliğin atağa kalkması gibi gelişmelerin tamamı İkinci Cumhuriyet sendromlarıdır. Sol, Kürt toplumunun uyanışının seküler karakterine sahip çıkmalı ve bu boyutu güçlendirmeye çalışmalıdır.
Oldukça kapsamlı bir çerçeve çizen bu metni kaleme alanları kutluyor, tümüne katılıyorum. Yerim bittiği için burada kesiyorum ama gelecek haftalarda çok önemsediğim bu konuya yeniden değineceğim.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Temmuz 2012
Türkiye Komünist Partisi (TKP), geçen ay gerçekleştirdiği 11. Kongre Türkiye Konferansı’nın ardından “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı bir değerlendirme yayınladı. Toplumda giderek etkisi artan dinselleşme karşısında komünistlerin tavrını ele alan metni dikkatle okudum. İçinde yaşadığımız dönemde son derece isabetli görüşler içerdiği için bu aydınlatıcı değerlendirmenin üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle giriş kısmındaki tespitle işe başlayalım.
“TKP 10. Kongresi’nin, 2011 seçimleriyle kurulduğunu saptadığı İkinci Cumhuriyet’in temel eksenlerinden biri, siyasal rejimin ve toplumsal yapının dinselleştirilmesidir. Birkaç yıl önce marjinal örnekler mi öncü adımlar mı oldukları tartışılan kimi uygulamaların genelleştiğini ve bütünlük kazandığını görüyoruz. Eğitim sistemine dinin sokulması, çeşitli yerelliklerde alkollü içkiye düpedüz yasak getirilmesi, devletin dinî televizyon kanalı açması yalnızca tekil uygulamalar değil, AKP'nin ilk bakışta bunlarla ilişkisi kurulamayacak çeşitli alanlardaki programını bütünleyen ögelerdir.
“Türkiye egemen güçlerinin sosyal devletten kalan boşluğu doldurmak için İslami yardımlara, Ortadoğu'da rol genişletmek için Sünni kimliğine, Kürt sorununa çözüm adına ‘din kardeşliği’ fikrine, ilerici ideolojilerin kaynaklarını kesmek amacıyla sanat ve kültür alanlarının kurutulmasına, genel olarak eşitsizlikleri, haksızlıkları meşrulaştırmak için dinin yaygınlaşıp derinleşmesine ihtiyaçları var.
“Bu çerçevede ateizme dönük aşağılayıcı saldırılar meczupça bir gericiliğin göstergesinden ibaret değil, egemen ideolojinin yeniden yapılandırılmasının vazgeçilmez unsurlarıdır. Olası bir yeni anayasa da kitlelere burjuva liberalizmi veya emperyalist ‘küreselleşmecilik’ üstünden değil, din sayesinde mal edilmeye çalışılacaktır.”
Bunlar belirtildikten sonra, emekçi hareketinin ve solun, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde kendini zorunlu olarak seküler bir perspektifle tanımladığının altı çizilmiş. Şu nokta önemli; TKP toplumsal yaşamın, siyasetin, siyasal ideolojilerin vb. dinsellikten arındırılması için mücadeleyi önerirken, aynı anda bireylerin kişisel inanç ve vicdan özgürlüğünü de sahipleniyor.
Burada altını çizdiğim satırlar var: “Sosyalist hareketler günümüzde de kimi ülkelerin özgün koşullarında dinci akımlarla olumlu temasa girebilmektedir. Türkiye Komünist Partisi, bu örneklerden genelleştirilmeye gidilemeyeceğini, ülkemizin bu kapsamda ele alınamayacağını saptamaktadır.”
Komünist hareketin, burjuva aydınlanmasını sınıfsız topluma uzanan bir sosyalist aydınlanma olarak dönüştürerek sahiplendiği vurgulanıyor metinde. İkinci Cumhuriyet’in Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda bir burjuva konsensüsünü temsil ettiği ve neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilikle birbirini bütünlediği belirtiliyor.
İki kesime önemli mesajlar veriliyor.
1- Dinci iktidara muhalefet için “Gerçek Müslümanlar” adına konuşulması da, dinin ortak payda olduğunun kabulü demektir; sol, dinin siyaset alanına sokulmaması ilkesinden ödün vermez.
2- Kürt toplumu içinde tarikatların, Hizbullah'ın, Barzaniciliğin ve bunlarla bütünleşik aşiretçiliğin güçlenmesi, ideolojik alanda dinci gericiliğin atağa kalkması gibi gelişmelerin tamamı İkinci Cumhuriyet sendromlarıdır. Sol, Kürt toplumunun uyanışının seküler karakterine sahip çıkmalı ve bu boyutu güçlendirmeye çalışmalıdır.
Oldukça kapsamlı bir çerçeve çizen bu metni kaleme alanları kutluyor, tümüne katılıyorum. Yerim bittiği için burada kesiyorum ama gelecek haftalarda çok önemsediğim bu konuya yeniden değineceğim.
-
Etiketler:
AKP,
ateizm,
Aydınlanma,
din,
İkinci Cumhuriyetçilik,
komünizm,
Kürt sorunu,
Türkiye Komünist Partisi
3 Temmuz 2012 Salı
Hayvanlar Mal Değildir!
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Temmuz 2012
Bu köşede sık sık hayvan haklarına değiniyorum. Çünkü akıl sınırlarını zorlayan olaylara sahne olmasına karşın çoğunluk tarafından görmezden gelinen bir alan bu. Medyadaki son haberlere göre, Borçlar Kanunu’nda yapılan yeni değişiklikler arasında yer alan bir madde, komşunuza, “mal” kapsamında değerlendirdiği hayvanları "öldürme hakkını” veriyor. Ben konuyu İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Hülya Yalçın'la konuştum.
Anlaşılıyor ki, 1926 Borçlar Kanunu'nda "Eğer hal ve maslahat icabederse, gayrimenkul zilyedi o hayvanı öldürebilir" şeklinde geçen madde, 2011 tarihli yeni Borçlar Kanunu'nda "Hatta durum ve koşullar haklı gösteriyorsa hayvanı diğer yollarla etkisiz hale getirebilir" diye değiştirilmiş. 1 Temmuz'da yürürlüğe girecek olan madde bu.
Bunu yazıp kabul edenler, herhalde akıl tutulmasına uğramış. Böyle düşünmemin nedenlerini anlatmaya çalışayım.
1- Hayvanlar mal değildir; bu dünyayı paylaştığımız, tıpkı insanlar gibi özgür bir yaşamı sürdürebilen, damarlarında aynı insanlar gibi kan akan, canı acıyan, duyguları ve farklı seviyelerde gelişmişlik düzeyine sahip akılları olan canlılardır. Hiçbir yasa insana uğradığı zarar nedeniyle bir diğerini "öldürme hakkını” vermediği gibi, hiçbir hayvanı "öldürme hakkını” da veremez.
Diyelim ki, küçük bir çocuk bilinçsiz bir şekilde komşunuzun bahçesine girdi ve çimleri ezip ekili alana zarar verdi. Bahçe sahibi çocuğunuzu öldürebilir mi? Elbette hayır! O zaman bilinçsizce bahçeye girip zarara neden olan hayvan da öldürülemez. Bahçe sahibi, zarar görmemek için gereken şartları sağlayıp önlem almak zorundadır.
Lütfen bana “İnsanlarla hayvanları nasıl bir tutarsın?” demeyin. Çünkü ben, insan ile hayvanın yaşam hakkı arasında ayrım yapmayan bir veganım. “İnsan haklarını hallettik de hayvanlarınki mi kaldı?” diye de sormayın. Hayvan haklarını savunmanın insan haklarını savunmaya engel olduğunu düşünmüyorum; aksine bana göre, vicdanlı ve uygar bir insan ikisini de aynı anda savunur. Aksini söyleyen türcüdür; o bakış açısı da hayvan köleliğine hizmet eder.
2- Türkiye gibi her gün korkunç hayvan katliamlarının gündeme geldiği bir ülkede böyle bir yasa çıkarmak, ancak ülkesinin ve dünyanın gerçeklerinden uzak çağdışı bir hükümetin işi olabilir. "Etkisiz hale getirme"nin sonuçta öldürme ile sonuçlanacağı açıktır. Bunu “hak” olarak yasaya koyduğunuzda, zaten hayvanlara her türlü işkenceyi yapan bir toplumda olabilecekleri öngörmeniz gerekir. Yetkililer öngöremiyorsa ne olacağını ben söyleyeyim: Eline silahı, baltayı alan canı sıkıldığında bile savunmasız bir hayvanı katleder ve “Bahçeme zarar vermişti” der!
3- Bugün Türkiye’de sahipsiz hayvanları öldürenler Türk Ceza Kanunu’na göre değil, Kabahatler Kanunu’na göre ceza alıyor, yaptıkları katliam karşısında çok az bir maddi ceza ödeyerek kurtuluyorlar. Bu durum düzeltileceğine, hayvanı etkisizleştirmek yani öldürmek öneriliyor.
Ayrıca ev hayvanları ile sokak hayvanlarının yaşam hakkı arasında hangi gerekçeyle ayrım yapılıyor?
Birisi "mal" diye görülürken, diğeri bir hiç mi?
Bu, insan vicdanını yaralayan bir yasadır. İnsani değerlerin temsil edilmediği yasalar da adalete aykırıdır.
Biliyor musunuz benim bir hayalim var; bir gün hayvanların aniden insanların dilini konuşmaya başlamasını ve yaşadıkları zulmü anlatmalarını diliyorum. Kulağa müthiş bir bilimkurgu senaryosu gibi geliyor ama gerçekleşse, emin olun duyacaklarınız Nazi katliamının yarattığı insanlık utancını aratmayacaktır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Temmuz 2012
Bu köşede sık sık hayvan haklarına değiniyorum. Çünkü akıl sınırlarını zorlayan olaylara sahne olmasına karşın çoğunluk tarafından görmezden gelinen bir alan bu. Medyadaki son haberlere göre, Borçlar Kanunu’nda yapılan yeni değişiklikler arasında yer alan bir madde, komşunuza, “mal” kapsamında değerlendirdiği hayvanları "öldürme hakkını” veriyor. Ben konuyu İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Hülya Yalçın'la konuştum.
Anlaşılıyor ki, 1926 Borçlar Kanunu'nda "Eğer hal ve maslahat icabederse, gayrimenkul zilyedi o hayvanı öldürebilir" şeklinde geçen madde, 2011 tarihli yeni Borçlar Kanunu'nda "Hatta durum ve koşullar haklı gösteriyorsa hayvanı diğer yollarla etkisiz hale getirebilir" diye değiştirilmiş. 1 Temmuz'da yürürlüğe girecek olan madde bu.
Bunu yazıp kabul edenler, herhalde akıl tutulmasına uğramış. Böyle düşünmemin nedenlerini anlatmaya çalışayım.
1- Hayvanlar mal değildir; bu dünyayı paylaştığımız, tıpkı insanlar gibi özgür bir yaşamı sürdürebilen, damarlarında aynı insanlar gibi kan akan, canı acıyan, duyguları ve farklı seviyelerde gelişmişlik düzeyine sahip akılları olan canlılardır. Hiçbir yasa insana uğradığı zarar nedeniyle bir diğerini "öldürme hakkını” vermediği gibi, hiçbir hayvanı "öldürme hakkını” da veremez.
Diyelim ki, küçük bir çocuk bilinçsiz bir şekilde komşunuzun bahçesine girdi ve çimleri ezip ekili alana zarar verdi. Bahçe sahibi çocuğunuzu öldürebilir mi? Elbette hayır! O zaman bilinçsizce bahçeye girip zarara neden olan hayvan da öldürülemez. Bahçe sahibi, zarar görmemek için gereken şartları sağlayıp önlem almak zorundadır.
Lütfen bana “İnsanlarla hayvanları nasıl bir tutarsın?” demeyin. Çünkü ben, insan ile hayvanın yaşam hakkı arasında ayrım yapmayan bir veganım. “İnsan haklarını hallettik de hayvanlarınki mi kaldı?” diye de sormayın. Hayvan haklarını savunmanın insan haklarını savunmaya engel olduğunu düşünmüyorum; aksine bana göre, vicdanlı ve uygar bir insan ikisini de aynı anda savunur. Aksini söyleyen türcüdür; o bakış açısı da hayvan köleliğine hizmet eder.
2- Türkiye gibi her gün korkunç hayvan katliamlarının gündeme geldiği bir ülkede böyle bir yasa çıkarmak, ancak ülkesinin ve dünyanın gerçeklerinden uzak çağdışı bir hükümetin işi olabilir. "Etkisiz hale getirme"nin sonuçta öldürme ile sonuçlanacağı açıktır. Bunu “hak” olarak yasaya koyduğunuzda, zaten hayvanlara her türlü işkenceyi yapan bir toplumda olabilecekleri öngörmeniz gerekir. Yetkililer öngöremiyorsa ne olacağını ben söyleyeyim: Eline silahı, baltayı alan canı sıkıldığında bile savunmasız bir hayvanı katleder ve “Bahçeme zarar vermişti” der!
3- Bugün Türkiye’de sahipsiz hayvanları öldürenler Türk Ceza Kanunu’na göre değil, Kabahatler Kanunu’na göre ceza alıyor, yaptıkları katliam karşısında çok az bir maddi ceza ödeyerek kurtuluyorlar. Bu durum düzeltileceğine, hayvanı etkisizleştirmek yani öldürmek öneriliyor.
Ayrıca ev hayvanları ile sokak hayvanlarının yaşam hakkı arasında hangi gerekçeyle ayrım yapılıyor?
Birisi "mal" diye görülürken, diğeri bir hiç mi?
Bu, insan vicdanını yaralayan bir yasadır. İnsani değerlerin temsil edilmediği yasalar da adalete aykırıdır.
Biliyor musunuz benim bir hayalim var; bir gün hayvanların aniden insanların dilini konuşmaya başlamasını ve yaşadıkları zulmü anlatmalarını diliyorum. Kulağa müthiş bir bilimkurgu senaryosu gibi geliyor ama gerçekleşse, emin olun duyacaklarınız Nazi katliamının yarattığı insanlık utancını aratmayacaktır.
-
Etiketler:
hayvan hakları,
zulüm
1 Temmuz 2012 Pazar
Popüler Olanı Eleştirmek
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Temmuz 2012
Madonna'nın İstanbul şovu hakkında Cumhuriyet’in Kültür sayfasında yayınlanan yazımdan sonra aldığım hakaret ve küfürleri bir araya getirsem bir ibret broşürü olur. Şovu olumsuz yönde eleştirdiğim için sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldım.
Aslında bu ilk kez başıma gelmiyor. U2 ile ilgili bir yazımdan sonra da benzerini yaşamıştım. Eurovision şarkı yarışmasını eleştirince ve herkesin öfkelendiği Morrissey'i savununca da oldu aynısı. Marksizm hakkında ne zaman yazsam, hakaret dolu e-postalar geliyor. Uğradığım saldırıların en ağarı ise, İslam ülkelerinde kadının durumunu anlattığım yazı dizimden sonra aldığım “Senin işin bitti” türünden tehditlerdi...
Hepsi üzerinde tek tek ayrıntısıyla düşündüm. Siyaset yazılarıma gelen tepkileri daha kolay anlayabiliyorum. Ülkenin içinde bulunduğu gerginliğin de etkisi var bunda. Siyaset doğası gereği her zaman ateşli tartışmaların yapıldığı bir alandır; karşı tarafa hakaret ya da küfür edilmediği sürece sert de olabilir bu tartışmalar.
Ancak ne zaman ana akım bir müzisyeni eleştirsem, çeşitli kesimlerden gelen tepkileri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü benim eleştiriye yaklaşımım, Oscar Wilde’ın “The Critic as Artist” başlıklı denemesinde Gilbert karakteri aracılığıyla açıkladığı görüşlerle bir ölçüde örtüşüyor. (Bu noktada Wilde’ın “iyi bir eleştirmenin yaratıcı bir sanatçıdan değerli olduğunu” görüşüne katılmadığımı da altını çizerek belirtmem gerekir.)
Wilde’ın söylediği gibi, eleştirmenin görevi kendi izlenimlerini aktarmaktır. Onları deneyimi, bilgisi, beklentileri doğrultusunda kaleme alacaktır. Müziğin, resmin, sinemanın vb. farklı sanat dallarının her insan üzerinde bıraktığı etki farklıdır; sanat izleyicisinin beklentileri de çoğu zaman tamamen aynı değildir.
Konuya bu yaklaşımla bakılırsa, bir eleştiri yazısı ile farklı düşünebilirsiniz ama o yazara “Nasıl böyle düşünüyorsun? Demek ki o müziği / eseri / sanatçıyı seveni aşağılıyorsun. Sen elitistsin!” dediğiniz anda mantığı devre dışı bırakmış olursunuz. Eleştirmenin görevi, çoğunluk tarafından beğenilen her şeyi alkışlamak değildir; onun görevi, konuya değer katabilecek bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Bunu yaptığında insanları aşağılamış olmaz.
Türkiye, ne yazık ki hiçbir alanda eleştiri kültürünün gelişmediği bir ülke. Ne zaman çoğunluğun beğendiği bir olay / kişi / düşünce karşısında olumsuz bir görüş belirtseniz, hemen linç gündeme geliyor. Sosyal medyanın hayatımızda önemli bir yer edinmesiyle bu toplumsal hastalık daha da yaygınlaştı. Eleştirmenin eleştirilmesi de mümkün ve doğal ama hakaret ve küfür gündeme gelirse işin tadı kaçıyor.
Oysa kültür ve sanat, bizleri futbol ve siyaset dünyasındaki bu sığ ve fanatik tartışmaların ötesine taşıyarak, toplumda farklı fikirleri tartışabilme olanağını vermeli; nefes aldığımız alanlar olmalı.
Türkiye, kendisininkinden farklı olan her düşünceyi yok etmeye eğilimli insanlardan mı oluşacak? Bu şekilde birlikte yaşama olanağı var mıdır? Sanat estetiği konusunda tektipleşme beklenebilir mi? Çoğunluğun beğendiği eleştirilemez mi? Eleştirilebilirse, neden o eleştiriyi yapan “elitist” damgası yer?
Nasıl siyasi iktidarların icraatlarını eleştirmek muhalefetin hakkıysa, nasıl muhalefet partileri olmadan demokrasi olmazsa, sanat konusunda da böyledir bu. Elbette siyasetteki ideolojiler gibi aklar ve karalar yoktur sanatta ama yeni düşünceler her zaman yeni ufuklar açar; sanat bütün devinimini bu canlı ortamdan alır.
Türkiye’de özgürce ve uygarca tartışılabilecek günlere duyduğum özlemle...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Temmuz 2012
Madonna'nın İstanbul şovu hakkında Cumhuriyet’in Kültür sayfasında yayınlanan yazımdan sonra aldığım hakaret ve küfürleri bir araya getirsem bir ibret broşürü olur. Şovu olumsuz yönde eleştirdiğim için sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldım.
Aslında bu ilk kez başıma gelmiyor. U2 ile ilgili bir yazımdan sonra da benzerini yaşamıştım. Eurovision şarkı yarışmasını eleştirince ve herkesin öfkelendiği Morrissey'i savununca da oldu aynısı. Marksizm hakkında ne zaman yazsam, hakaret dolu e-postalar geliyor. Uğradığım saldırıların en ağarı ise, İslam ülkelerinde kadının durumunu anlattığım yazı dizimden sonra aldığım “Senin işin bitti” türünden tehditlerdi...
Hepsi üzerinde tek tek ayrıntısıyla düşündüm. Siyaset yazılarıma gelen tepkileri daha kolay anlayabiliyorum. Ülkenin içinde bulunduğu gerginliğin de etkisi var bunda. Siyaset doğası gereği her zaman ateşli tartışmaların yapıldığı bir alandır; karşı tarafa hakaret ya da küfür edilmediği sürece sert de olabilir bu tartışmalar.
Ancak ne zaman ana akım bir müzisyeni eleştirsem, çeşitli kesimlerden gelen tepkileri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü benim eleştiriye yaklaşımım, Oscar Wilde’ın “The Critic as Artist” başlıklı denemesinde Gilbert karakteri aracılığıyla açıkladığı görüşlerle bir ölçüde örtüşüyor. (Bu noktada Wilde’ın “iyi bir eleştirmenin yaratıcı bir sanatçıdan değerli olduğunu” görüşüne katılmadığımı da altını çizerek belirtmem gerekir.)
Wilde’ın söylediği gibi, eleştirmenin görevi kendi izlenimlerini aktarmaktır. Onları deneyimi, bilgisi, beklentileri doğrultusunda kaleme alacaktır. Müziğin, resmin, sinemanın vb. farklı sanat dallarının her insan üzerinde bıraktığı etki farklıdır; sanat izleyicisinin beklentileri de çoğu zaman tamamen aynı değildir.
Konuya bu yaklaşımla bakılırsa, bir eleştiri yazısı ile farklı düşünebilirsiniz ama o yazara “Nasıl böyle düşünüyorsun? Demek ki o müziği / eseri / sanatçıyı seveni aşağılıyorsun. Sen elitistsin!” dediğiniz anda mantığı devre dışı bırakmış olursunuz. Eleştirmenin görevi, çoğunluk tarafından beğenilen her şeyi alkışlamak değildir; onun görevi, konuya değer katabilecek bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Bunu yaptığında insanları aşağılamış olmaz.
Türkiye, ne yazık ki hiçbir alanda eleştiri kültürünün gelişmediği bir ülke. Ne zaman çoğunluğun beğendiği bir olay / kişi / düşünce karşısında olumsuz bir görüş belirtseniz, hemen linç gündeme geliyor. Sosyal medyanın hayatımızda önemli bir yer edinmesiyle bu toplumsal hastalık daha da yaygınlaştı. Eleştirmenin eleştirilmesi de mümkün ve doğal ama hakaret ve küfür gündeme gelirse işin tadı kaçıyor.
Oysa kültür ve sanat, bizleri futbol ve siyaset dünyasındaki bu sığ ve fanatik tartışmaların ötesine taşıyarak, toplumda farklı fikirleri tartışabilme olanağını vermeli; nefes aldığımız alanlar olmalı.
Türkiye, kendisininkinden farklı olan her düşünceyi yok etmeye eğilimli insanlardan mı oluşacak? Bu şekilde birlikte yaşama olanağı var mıdır? Sanat estetiği konusunda tektipleşme beklenebilir mi? Çoğunluğun beğendiği eleştirilemez mi? Eleştirilebilirse, neden o eleştiriyi yapan “elitist” damgası yer?
Nasıl siyasi iktidarların icraatlarını eleştirmek muhalefetin hakkıysa, nasıl muhalefet partileri olmadan demokrasi olmazsa, sanat konusunda da böyledir bu. Elbette siyasetteki ideolojiler gibi aklar ve karalar yoktur sanatta ama yeni düşünceler her zaman yeni ufuklar açar; sanat bütün devinimini bu canlı ortamdan alır.
Türkiye’de özgürce ve uygarca tartışılabilecek günlere duyduğum özlemle...
-
Etiketler:
eleştirel düşünce,
Madonna,
Morrissey,
Oscar Wilde,
U2
17 Haziran 2012 Pazar
Hayvan Hakları Yasası -3
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 17 Haziran 2012
Hayvan haklarıyla ilgilenenler, bir süredir medyaya yansıyan tartışmaları biliyordur ama bilmeyenler için özetleyeyim. Şu anda geçerli olan ve birçok alanda yetersiz kalan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmak isteniyor. Bu girişim ilk duyulduğunda, hayvanları kapsamlı olarak koruyacak bir yasa çıkarılması şansı doğabileceği için sevinmiştik.
Öğrendiğimize göre, TBMM Çevre Komisyonu’nda bekletilen iki yasa teklifi var. Ayrıca Orman ve Su İşleri Bakanlığı da bir değişiklik tasarısı hazırlayarak Başbakanlığa göndermiş. Meclis komisyonlarında bekletilen bu öneri, hayvanları bırakın korumayı, birçok hayvan ırkını toptan yok edecek düzenlemeleri savunuyor.
Bir süre önce Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşu bir araya gelerek bu konuda ortak bir bildiri yayımladı. Ben bugün köşemi, benim de dahil olduğum Etik Vegan Yaşam Grubu’nun da imzası bulunan o bildiriye açarak, dikkatleri bir faciaya çekmek istiyorum.
***
“Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa sunulan tasarı, diğer kanun tekliflerinde olduğu gibi beraberinde birçok hak ihlalini getirecektir.
Amacı ‘HAYVAN KORUMA’ olan bir yasada hayvanların sorun olarak görülmesi, her canlının şahsına özgün fizikî ve karakter özellikleri, yetiştirilişi ve geçmişi, yaşadıkları incelenmeden, ‘tehlikeli’ sıfatıyla yaftalanması asla kabul edilemez; basit, insanî mazeretlerle hayvanların öldürülmesi ve nasıl bertaraf edilecekleri de adı koruma olan bir kanunun ESASINI OLUŞTURAMAZ.
İnsanî bir seçenek olarak sunulan ve ‘uyutma’ diye bilinen, solunumu durdurucu iğne ile öldürme yöntemi, bir hak değil, aksine yaşam hakkının sonlandırılmasıdır.
Tasarı yasalaştığı takdirde evlerde yaşayan hayvanların sayısına ciddi kısıtlamalar getirilecek ve muhtemelen bu sayı, tek bir hayvan ile sınırlandırılacaktır. Bir hayvan ‘sahibi’nin, evinde tek ya da birkaç hayvan bulundurma dayatmasına kesinlikle yasalarla karar verilemez.
Kısırlaştırma, yeni bir iş, istihdam, kolay para kazanma yolu olarak görülemez, bu konuda ihaleler açılamaz.
Hayvanların, deneylerde kullanılması başlı başına etik bir sorundur.
İşkence ve kötü muamele, idarî para cezaları ile geçiştirilemez.
Mevzuatça ‘tehlikeli ırk’ olarak tanımlanan hayvanların, bakımevlerine teslim edilmesi zorunluluğu, Türkiye’de belli hayvan ırklarına karşı yapılmak istenen haksız bir yaftalamadır.
Hayvanlar, sadece kedi, köpek gibi evcil hayvanlardan oluşmamaktadır. Ancak mevcut Kanun ve bu Kanunun değiştirilmesi için sarfedilen çabalar, daha çok evcil hayvanları kapsamaktadır.
AB müktesebatı dâhilinde hayvan refahı ile ilgili Türkiye’de yürürlüğe giren tüm mevzuat, hayvanların haklarını değil insanların refahını korumaktadır; insanmerkezci ve bencil bir düşünce yapısıyla hazırlanmıştır ve hayvanların ‘ekonomiye katkı payı’ hesabı ile yaşatılmasına veya öldürülmesine karar verme yetkisini ısrarla otoritelere vermek istemektedir.
Bu nedenlerle, hayvanlar aleyhinde olan ve hem TBMM komisyonlarında bekletilen tekliflerin hem de Bakanlıkça Başbakanlığa sunulan tasarının ivedilikle geri çekilerek, hayvanlara ve yaşama karşı telafi edilemeyecek felaketlerin önlenmesini talep ediyoruz.
Hayvan koruma ve hak savunusu iddiası ile hazırlanan yasalar, adına yaraşır bir içeriği barındırmalı, ilkeleri ve amacı ile çelişmemelidir. Bu bağlamda, hayvanların YAŞAM HAKLARINI savunurken misyonunda samimi, amaçlarını faaliyetleri ile ispatlamış STK ve oluşumların görüşü alınarak, katılımcı ve çoğulcu bir perspektifle kaleme alınmalıdır.”
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 17 Haziran 2012
Hayvan haklarıyla ilgilenenler, bir süredir medyaya yansıyan tartışmaları biliyordur ama bilmeyenler için özetleyeyim. Şu anda geçerli olan ve birçok alanda yetersiz kalan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmak isteniyor. Bu girişim ilk duyulduğunda, hayvanları kapsamlı olarak koruyacak bir yasa çıkarılması şansı doğabileceği için sevinmiştik.
Öğrendiğimize göre, TBMM Çevre Komisyonu’nda bekletilen iki yasa teklifi var. Ayrıca Orman ve Su İşleri Bakanlığı da bir değişiklik tasarısı hazırlayarak Başbakanlığa göndermiş. Meclis komisyonlarında bekletilen bu öneri, hayvanları bırakın korumayı, birçok hayvan ırkını toptan yok edecek düzenlemeleri savunuyor.
Bir süre önce Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşu bir araya gelerek bu konuda ortak bir bildiri yayımladı. Ben bugün köşemi, benim de dahil olduğum Etik Vegan Yaşam Grubu’nun da imzası bulunan o bildiriye açarak, dikkatleri bir faciaya çekmek istiyorum.
***
“Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa sunulan tasarı, diğer kanun tekliflerinde olduğu gibi beraberinde birçok hak ihlalini getirecektir.
Amacı ‘HAYVAN KORUMA’ olan bir yasada hayvanların sorun olarak görülmesi, her canlının şahsına özgün fizikî ve karakter özellikleri, yetiştirilişi ve geçmişi, yaşadıkları incelenmeden, ‘tehlikeli’ sıfatıyla yaftalanması asla kabul edilemez; basit, insanî mazeretlerle hayvanların öldürülmesi ve nasıl bertaraf edilecekleri de adı koruma olan bir kanunun ESASINI OLUŞTURAMAZ.
İnsanî bir seçenek olarak sunulan ve ‘uyutma’ diye bilinen, solunumu durdurucu iğne ile öldürme yöntemi, bir hak değil, aksine yaşam hakkının sonlandırılmasıdır.
Tasarı yasalaştığı takdirde evlerde yaşayan hayvanların sayısına ciddi kısıtlamalar getirilecek ve muhtemelen bu sayı, tek bir hayvan ile sınırlandırılacaktır. Bir hayvan ‘sahibi’nin, evinde tek ya da birkaç hayvan bulundurma dayatmasına kesinlikle yasalarla karar verilemez.
Kısırlaştırma, yeni bir iş, istihdam, kolay para kazanma yolu olarak görülemez, bu konuda ihaleler açılamaz.
Hayvanların, deneylerde kullanılması başlı başına etik bir sorundur.
İşkence ve kötü muamele, idarî para cezaları ile geçiştirilemez.
Mevzuatça ‘tehlikeli ırk’ olarak tanımlanan hayvanların, bakımevlerine teslim edilmesi zorunluluğu, Türkiye’de belli hayvan ırklarına karşı yapılmak istenen haksız bir yaftalamadır.
Hayvanlar, sadece kedi, köpek gibi evcil hayvanlardan oluşmamaktadır. Ancak mevcut Kanun ve bu Kanunun değiştirilmesi için sarfedilen çabalar, daha çok evcil hayvanları kapsamaktadır.
AB müktesebatı dâhilinde hayvan refahı ile ilgili Türkiye’de yürürlüğe giren tüm mevzuat, hayvanların haklarını değil insanların refahını korumaktadır; insanmerkezci ve bencil bir düşünce yapısıyla hazırlanmıştır ve hayvanların ‘ekonomiye katkı payı’ hesabı ile yaşatılmasına veya öldürülmesine karar verme yetkisini ısrarla otoritelere vermek istemektedir.
Bu nedenlerle, hayvanlar aleyhinde olan ve hem TBMM komisyonlarında bekletilen tekliflerin hem de Bakanlıkça Başbakanlığa sunulan tasarının ivedilikle geri çekilerek, hayvanlara ve yaşama karşı telafi edilemeyecek felaketlerin önlenmesini talep ediyoruz.
Hayvan koruma ve hak savunusu iddiası ile hazırlanan yasalar, adına yaraşır bir içeriği barındırmalı, ilkeleri ve amacı ile çelişmemelidir. Bu bağlamda, hayvanların YAŞAM HAKLARINI savunurken misyonunda samimi, amaçlarını faaliyetleri ile ispatlamış STK ve oluşumların görüşü alınarak, katılımcı ve çoğulcu bir perspektifle kaleme alınmalıdır.”
-
Etiketler:
hayvan hakları
10 Haziran 2012 Pazar
Utanmış Sessizlik...
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Haziran 2012
Gezi yazıları, genellikle okunduğunda insana “Ah keşke ben de orada olsaydım!” dedirtecek türden iç açıcı ve merak uyandırıcı yazılar olur. Farklı ülkeleri gezip dolaşanların izlenimlerini okumak benim için hep ilgi çekici olmuştur. O nedenle kendim de gidip gördüğüm yeni yerler hakkında yazmayı severim.
Bugün de geçen hafta ziyaret ettiğim Budapeşte, Viyana, Bratislava, Prag, Karlovy Vary ve Dresden kentlerinin büyüleyici güzelliğinden söz etmeyi planlamıştım. Ancak planım Terezin Toplama Kampı’nı gördüğüm anda değişti. Anlatacak onca güzellik varken neden bu dehşet verici yeri seçtim? Daha önce hakkında çok şey yazılsa da, ben hayatımda ilk kez bir Nazi kampı gördüm ve öylesine altüst oldum ki düşüncelerimi paylaşmak gereğini duydum.
Muhteşem binalarıyla koca bir pasta gibi görünen güzelim Prag’dan arabayla sadece bir saat uzaklıkta Terezin kampı. İlk olarak 18. yüzyılda Habsburg döneminde Alman sınırını korumak için inşa edilmiş. Ancak burası 1941-45 yılları arasında Nazilerin savaş esirlerini topladıkları bir çalışma kampına dönüşmüş. Esirler, ilk olarak burada toplanıp, sonra Auschwitz gibi diğer kamplara dağıtılırmış.
Terezin’in içinde gaz odası ya da krematoryum yok ama esirlere son derece ağır koşullarda yavaş yavaş işkence edildiği için çok sayıda ölüm yaşanmış; çoğunlukla kurşuna dizme ve idam uygulanmış. Yüzbinlerce insanın tutulduğu Terezin’de her dört kişiden birisi hayatını o kampta kaybetti. Ölenlerin çoğunun 12 yaşın altındaki çocuklar olması, vahşetin boyutlarını ortaya seriyor.
Terezin’e varır varmaz, soğuk ve yağışlı bir havada geniş bir alana yayılan Yahudi ve Hıristiyan mezarlıkları karşıladı bizi. Avluya girdiğimizde, Nazilerin bu tür kampların girişine yazdıkları ve “Çalışmak Özgürleştirir” anlamına gelen “Arbeit Macht Frei” yazısını gördük.
Rehberimiz Osman Serhat Ertem’in yetkinlikle aktardığı bilgiler eşliğinde esir koğuşlarının insanı ürperten korkutucu sefaletine tanık olduk. Ufacık pencereler, daracık koridorlar, çürümüş duvarlar, kırılmış tahta yataklar, tek kişilik aydınlatmasız hücreler gördük...
Nazilerin kamptaki koşulların iyi olduğu izlenimini yaratıp Kızılhaç’ı aldatmak için yaptırdığı ama gerçekte hiçbir zaman kullanılmayan traş ve sağlık odalarıyla karşılaştık.
Biz 70 yıl sonra bunları dinleyip kahrolurken, aramızdan birisi, “Balbay da Türkiye’de tek kişilik hücrede” dedi usulca. Aklıma bir süre önce bakan eşliğinde Silivri’deki hapishaneyi gezen gazeteciler geldi. Tutuklularla hiç görüşmeden, kendilerine gösterilen hapishaneye övgüler düzenler vardı. Acaba onlar, Terezin de elden geçirilip biraz parlatılsa orayı da beğenirler miydi?
Terezin’de benim için en sarsıcı an, yüksekliği sadece 2 metre olan 500 metre uzunluğundaki daracık tünelden yürürken gerçekleşti. Klostrofobisi olanlar o sırada fenalaştı; aydınlığı görüp geniş düzlüğe çıktığımızda bir “Oh!” çekti herkes. Oysa 70 yıl önce aynı koridordan geçen bir deri-bir kemik kalmış insanlar, aydınlığa çıkmamak için direniyordu. Çünkü o tünelin sonunda idam tahtası vardı; geniş düzlük, toplu kurşuna dizme yöntemini uygulamak içindi...
Hızlanan yağmur toprağı çamurlaştırırken sessiz bir yürüyüşü sürdürüyorduk Terezin’de ama içimde fırtınalar kopuyor, insanın insana yapabileceği zulmün en uç noktasına tanık olmanın yıkıcı gerçeğiyle yüzleşiyordum.
2005’te yazdığım romanıma “Utanmış Sessizlik” adını vermiştim. Çünkü sessizlik, her ne kadar dinginliğin ifadesiyse de, aynı zamanda derin bir utancın da göstergesi olabilir.
Terezin utançtan titriyordu...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Haziran 2012
Gezi yazıları, genellikle okunduğunda insana “Ah keşke ben de orada olsaydım!” dedirtecek türden iç açıcı ve merak uyandırıcı yazılar olur. Farklı ülkeleri gezip dolaşanların izlenimlerini okumak benim için hep ilgi çekici olmuştur. O nedenle kendim de gidip gördüğüm yeni yerler hakkında yazmayı severim.
Muhteşem binalarıyla koca bir pasta gibi görünen güzelim Prag’dan arabayla sadece bir saat uzaklıkta Terezin kampı. İlk olarak 18. yüzyılda Habsburg döneminde Alman sınırını korumak için inşa edilmiş. Ancak burası 1941-45 yılları arasında Nazilerin savaş esirlerini topladıkları bir çalışma kampına dönüşmüş. Esirler, ilk olarak burada toplanıp, sonra Auschwitz gibi diğer kamplara dağıtılırmış.
Terezin’in içinde gaz odası ya da krematoryum yok ama esirlere son derece ağır koşullarda yavaş yavaş işkence edildiği için çok sayıda ölüm yaşanmış; çoğunlukla kurşuna dizme ve idam uygulanmış. Yüzbinlerce insanın tutulduğu Terezin’de her dört kişiden birisi hayatını o kampta kaybetti. Ölenlerin çoğunun 12 yaşın altındaki çocuklar olması, vahşetin boyutlarını ortaya seriyor.
Rehberimiz Osman Serhat Ertem’in yetkinlikle aktardığı bilgiler eşliğinde esir koğuşlarının insanı ürperten korkutucu sefaletine tanık olduk. Ufacık pencereler, daracık koridorlar, çürümüş duvarlar, kırılmış tahta yataklar, tek kişilik aydınlatmasız hücreler gördük...
Nazilerin kamptaki koşulların iyi olduğu izlenimini yaratıp Kızılhaç’ı aldatmak için yaptırdığı ama gerçekte hiçbir zaman kullanılmayan traş ve sağlık odalarıyla karşılaştık.
Biz 70 yıl sonra bunları dinleyip kahrolurken, aramızdan birisi, “Balbay da Türkiye’de tek kişilik hücrede” dedi usulca. Aklıma bir süre önce bakan eşliğinde Silivri’deki hapishaneyi gezen gazeteciler geldi. Tutuklularla hiç görüşmeden, kendilerine gösterilen hapishaneye övgüler düzenler vardı. Acaba onlar, Terezin de elden geçirilip biraz parlatılsa orayı da beğenirler miydi?
Hızlanan yağmur toprağı çamurlaştırırken sessiz bir yürüyüşü sürdürüyorduk Terezin’de ama içimde fırtınalar kopuyor, insanın insana yapabileceği zulmün en uç noktasına tanık olmanın yıkıcı gerçeğiyle yüzleşiyordum.
2005’te yazdığım romanıma “Utanmış Sessizlik” adını vermiştim. Çünkü sessizlik, her ne kadar dinginliğin ifadesiyse de, aynı zamanda derin bir utancın da göstergesi olabilir.
Terezin utançtan titriyordu...
-
Etiketler:
insanlık suçu,
Mustafa Balbay,
Nazizm,
Silivri,
Terezin,
zulüm