24 Mayıs 2012 Perşembe

Kafka'nın Maymunu

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 3 Haziran 2012

Bencillik / Acımasızlık / Duyarsızlık / Vahşilik / Zalimlik...

***

İnsanoğlunun doğası aklımı her zaman meşgul eden konulardandır; üzerinde çok düşünürüm. Yukarıda sıraladığım özelliklerine tanık oldukça da, insan türüne karşı duyduğum inancın giderek azaldığını söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu konudaki inancım azaldıkça, içimde daha büyük fırtınalar kopuyor, sarsılıyorum. Dün akşam izlediğim (Bu yazıyı 20 Mayıs’ta yazdım ama gazetede bugün yayınlanıyor) bir tiyatro oyunu da, beni tam anlamıyla alıp önce duvara, sonra yere çarptı.

Sahnede bir anda fraklı bir maymun belirdi. Kafasında şapkası, elinde bavulu ve bastonuyla karşımızda yürüyen canlı, insan mıydı, yoksa gerçekten insan gibi konuşan bir maymun mu? Sakın “maymun” kelimesini hakaret amacıyla kullandığım sanılmasın. Sürekli okuyucularım bilir; ben hayvanları asla küçümsemem, aksine bir vegan olarak çok etkileyici bulurum onları.

Soruyu sormaktaki amacım, İngiliz oyuncu Kathryn Hunter’ın Kafka’nın Maymunu adlı oyundaki Kırmızı Peter karakterini canlandırmaktaki olağanüstü başarısına dikkat çekmek. Ufak tefek, incecik bir kadın Hunter ama bir saatlik performansı boyunca benim gördüğüm konuşan bir maymundu.

18. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Young Vic Theatre Company tarafından sahnelenen oyun, Kafka’nın 1917 yılında kaleme aldığı “A Report to an Academy” (Bir Akademiye Rapor) adlı öyküden uyarlanmış.

Batı Afrika ormanlarında avcılar tarafından vurularak yakalanan ve bir gemiyle Avrupa’ya götürülen Kırmızı Peter, hayatında ilk kez bir kafese konur. Kafes o kadar dardır ki, hareket etmesi olanaksız hale gelir. İçinde bulunduğu köle durumundan kurtulup özgürlüğünü kazanmak için, son çare olarak insanları taklit edip onlar gibi davranmayı dener. Uzun zaman etrafındaki insanları gözlemler, iğrense de rom içmeyi öğrenir.

Avrupa’ya vardıklarında iki seçeneği vardır: Ya hayvanat bahçesinde yine kafese konacak ya da eğlence dünyasının içine girecektir. Sonunda eğitmenlerin yardımıyla şov yapacak hale gelir ama acı gerçek şudur ki; Kırmızı Peter artık duygularını bir maymun gibi ifade edip yaşayamamaktadır. Dönüşmüş, kimliği değişmiştir! Mutsuzdur; insan gibi olmak istemediğini, sadece kafesten kurtuulmak için bu yöntemi bir araç olarak kullandığını haykırır.

***

Kafka’nın bu hikayesini, varlıklarını sürdürmek için çabalayan Musevilerin Batı’da maruz kaldığı asimilasyona bir referans olarak yorumlayanlar vardır. O bakış açısına ve metnin içerdiği yan anlamlara hiçbir itirazım olmamakla birlikte, kendisi de bir vejetaryen olan Kafka’nın yaşadığımız gezegende hayvanlara uygulanan zulmün de altını çizmek istediği kanısındayım.

Nitekim Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee da, “Elizabeth Costello” adlı romanında, ana karakterin bir bilimsel kongrede hayvan hakları konusunda yaptığı konuşmayı anlattığı bölüme “A Report to an Academy” adını verdi.

Oyunu izlerken benim aklımdan bir toplumda ayakta kalabilmek için çoğunluğun değerlerini benimsemek zorunda bırakılan azınlıkların yaşadığı korku, yüzyıllardır insanların mal olarak gördüğü hayvanların çektiği zulüm, bir kazanç elde etmek adına başkalarına çektirilen acı, insanoğlunun benmerkezci duyarsız bakış açısı geçiyordu.

Ardında zulüm olan hiçbir şeyden zevk almamayı ilke edinmiş bir insanım. Kırmızı Peter’in yaşadığı dram öylesine etkiledi ki beni, Kafka’nın defalarca okuduğum öyküsü bir kez daha çarptı. Harbiye’den Taksim’e gözlerimde yaşlarla yürüdüm. Teşekkürler Kafka, teşekkürler Kathryn Hunter...

Tutarsızlık

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Mayıs 2012

Twitter’ın faydalarından birisi, bazen ıskalayabileceğiniz yazıları görmenizi sağlaması. Geçenlerde bu sayede bir yazıya rastladım. Ece Temelkuran, bir süredir Lübnan’da yayımlanan Hizbullah’a yakın El Akhbar gazetesine makaleler yazıyor. Bu konudaki haberleri bizim medyadan izlemiştim ama yazılarını okumamıştım. Ta ki 11 Mayıs tarihli makalesine verilen bağlantıyı Twitter’da görene kadar...

‘Dubaiziation’ versus... what?” başlığını taşıyan yazısına Viyana’da gerçekleştirilen Bruno Kreisky Forum’da kendisine sorulan “Türkiye’nin İslamileştirildiğini düşünüyor musunuz?” sorusu ile başlıyor Temelkuran.

Bu sorudan hoşnut olmadığını da şöyle anlatıyor. “Sadece sorması kolay ya da yanıtlaması neredeyse olanaksız olduğundan değil, Avrupalıların Doğu Avrupa ve Ortadoğu demokrasileri ile ilgili beklentileri o kadar düşük ki, Türkiye hakkında konuşulduğunda İslamileştirmenin eskiden beri gelen dehşetine odaklanmayı tercih ediyorlar.

Aslında Viyana’da o soruyu soran kişi, Türkiye ile ilgili en temel sorunlardan birini işaret etmiş ama Temelkuran aynı görüşte değil; “Olabilir de olmayabilir de. Ama asıl sorun bu değil” diyerek yanıtlamış soruyu.

Bunu anlatıp görüşünü pekiştirmek için şu satırlarla devam ediyor makalesine: “Ben hâlâ gerçek sorunun, toplumun İslamileştirilmesi ya da yükselen muhafazakarlaşma değil, ülke doğasının ‘Dubaileştirilmesi’, dolayısıyla alışveriş merkezleri olduğunu düşünüyorum.

Yazının geri kalanında, ülkenin her yerinde mantar gibi biten alışveriş merkezlerinin gerek genel görüntü olarak gerekse toplumun kültürel yapısında yarattığı travmalar anlatılmış. O bölüme bir itirazım yok elbette ama giriş kısmına takıldım. Siyasi İslam ve Cemaat toplumu her alanda giderek baskı altına alır, 4 + 4 + 4 yasasıyla imam hatiplerin orta kısmı açılıp, ortaokul ve liselerde Kuran-ı Kerim ve Peygamberin hayatı sözde seçmeli ders olarak müfredata girerken, Temelkuran, asıl sorun siyasi İslam değildir diyor.

Belediye başkanları kentlerde alkollü içkiyi yasaklamaya cesaret ediyor, bütün Batı medyasında Türkiye’den artık “Müslüman demokrasi” diye söz ediliyor, anayasasında sözde de olsa hâlâ laik olduğu yazan bir ülkede Başbakan “tek din” nutuğu atıp, tepki gelince “dilim sürçtü” diyor; ama sol görüşlü bir gazeteci muhafazakarlaşmayı temel sorun olarak görmüyor.

The New York Times gazetesi bile “Türkiye, ABD’de inzivaya çekilmiş din adamının egemenliğini hissediyor” diye başlık atıyor, Amerikalı diplomatlar Cemaat hakkında, “Nüfuz ve güç istedikleri açık. Laik Türkiye’ye meydan okumak ve ülkeyi daha İslami bir yöne götürmek konusunda gizli bir ajandaları olduğundan endişeleniyoruz” diyor, International Herald TribuneTürkiye’deki gölge güç büyüyor” yazıyor; ama Temelkuran bunu dert etmiyor.

Acaba hangi aşamada dert edecek?

Fakat burada bir gariplik yok mu? Kendisinin de arkadaşım dediği gazeteci Ahmet Şık, “Dokunan yanar!” demedi mi? Ne demek istedi bununla? Türkiye’nin giderek daha radikal bir İslami yöne çekilmesinden Batı bile endişe duymaya başlamışken, Temelkuran’ın gidip yurtdışında “Asıl sorun bu değil” demesi, sonuçta kendi düşüncesidir, istediğini savunabilir; ama tutarsızlığını eleştirmek de bizim hakkımız.

Ülkenin siyasi İslam’ın baskısının altına alınması, hukuku geri plana iten, otoriter bir yönetim doğurdu. Dubaileştirme, rant peşinde gözü dönen kapitalist açgözlülüğün sonucu. İkisi de kuşkusuz Türkiye’nin temel sorunudur.

13 Mayıs 2012 Pazar

Marx, Neden Haklıydı?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Mayıs 2012

Bu yazının başlığı, bir süredir okuduğum “Why Marx Was Right” adlı kitabın Türkçe ismi. Yale Üniversitesi Yayınları’ndan 2011'de çıkan kitabın yazarı Prof. Terry Eagleton. Günümüzün en saygın edebiyat eleştirmenlerinden Eagleton, İrlanda Galway Ulusal Üniversitesi’nde kültürel teori, İngiltere Lancaster Üniversitesi’nde ise edebiyat dersleri veriyor.

Sözü geçen kitabının amacı, Marksizm’e dair önyargıların nasıl yanlış bir izlenim yarattığını ortaya koymak. Bunu gerçekleştirmek için, yaygın olarak savunulan 10 görüşü ele alıp, her birinin neden gerçeği yansıtmadığını anlatmış.

258 sayfalık kitapta yazanları, benim bu kısa makalede ayrıntısıyla anlatmam olanaklı değil elbette; ama bir fikir vermesi için önce Eagleton’ın üzerinde durduğu 10 maddeyi sıralayıp, sonra kitaptan kendi adıma çıkardığım sonucu aktaracağım.

1-Marksizm devrini kapadı. Fabrikaların hüküm sürdüğü, gıda kıtlığının, yaygın yoksulluğun ve çok büyük bir işçi sınıfının olduğu bir dünyada işlevi olduysa da, giderek sınıfsız bir hale gelen, sosyal açıdan hareketli, sanayi sonrası Batı toplumlarında hiçbir çözüm üretmez.

2-Marksizm, teoride kulağa hoş gelebilir ama nerede uygulamaya konulsa orada despotluk, terör ve kitlesel cinayetler meydana geliyor.

3-Marksizm, insanı tarih içinde sadece birer araç olarak görüp, onu özgürlüğünden ve bireyselliğinden arındıran determinizmin bir türüdür.

4-Marksizm, içinde zulmün, şiddetin, yarışın, eşitsizliğin ve bencilliğin olmadığı mükemmel toplum ütopyasına inanır.

5-Marksizm, her şeyi ekonomik değeri açısından ele alan ekonomik determinizmdir. Sanat, din, politika, hukuk, savaş, ahlak, tarihi değişim, bunların hepsini sınıf mücadelesinin yansıması olarak görür.

6-Marx, insanın ruhani ve ahlaki yönünü göz ardı eden bir materyalistti.

7-Marksistler, görüşlerini dayandırdıkları sınıfsal çatışmanın her geçen gün giderek daha az önem taşıdığını görmüyor. Devrimci işçi, şapkalı hain kapitalist imajı gibi, Marksist hayal gücünün uydurmasıdır.

8-Marksistler, şiddeti araç olarak kullanan politik faaliyeti savunur, barışçıl yolları reddeder.

9-Marksizm, güçlü devlete inanır; bu görüşe göre, özel mülkiyeti ortadan kaldıran devrimciler, bireysel özgürlüğü sona erdirip despotik yönetim kurar.

10-Son 40 yılda ortaya çıkan en ilginç radikal hareketler, feminizm, çevrecilik, hayvan hakları ve eşcinsel hakları, Marksizm’in dışında gelişti ve sınıf mücadelesinin yerini aldı. Marksizm’in bunlara önemli bir katkısı olmadı.

***

Terry Eagleton’ın yukarıdaki görüşlere verdiği yanıtlar çok ilginç. Kitaptaki son sözü ise şu: “Kadın ve sömürge özgürlüğü, dünya barışı ve faşizmle mücadele konularında onun eserinin doğurduğu politik akımdan daha kuvvetli bir savunucu çıkmadı. Onun kadar parodileştirilen bir düşünür oldu mu?

Ben, sıralanan önyargılara genel olarak kısaca şu karşılığı vereceğim:

Sanayi sonrası toplumda kapitalin daha az elde toplanmaya başlamasıyla emek sömürüsü daha da arttı. Bugün de dünyada yaygın bir gıda kıtlığı söz konusu. İşçi sınıfının 2000’lerde daha az örgütlenmiş olması, o sınıfın yokluğundan değil, üzerlerindeki devlet ve sermaye baskısından kaynaklanır. Sosyal ve ekonomik eşitsizlik, bütün dünyada inanılmaz boyutlara vardı. Sınıf mücadelesi bitmedi. Yaşanan işgal hareketleri de küreselleşen dünyadaki huzursuzluğun son kanıtı. Tarihte sadece tek bir ırk, cinsiyet, ulus, din ya da uygarlığa değil, tüm farklılıklarıyla insan türünün tümüne hitap eden ilk devrim hareketi Marksizm’di. Onun yerine daha iyisi önerilene kadar Marksizm’in devri kapanmaz.

_

6 Mayıs 2012 Pazar

Kentsel Devrim ve David Harvey

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 6 Mayıs 2012

Geçen ay New York’ta bir arkadaşımla Occupy Wall Street (OWS) hareketi hakkında konuşurken iki farklı görüşü savunuyorduk.

O diyordu ki; “Bu, sola temel yaratacak bir işçi örgütlenmesinden yoksun lümpen bir harekettir. Dolayısıyla bu aşamada geleceğe dönük bir etki yaratması zor. Ayrıca bu haliyle tıkaç görevi görerek bir anlamda sistemin sürmesine neden oluyor.

Ben ise, bu görüşe karşı çıkarak, OWS’nin etkisinin bir anda değil, zaman içinde daha net ortaya çıkacağını ve New York’tan başlayıp tüm dünyaya yayılan bu hareketin kentlerde yaşayan geniş kalabalıkları işin içine katması açısından önemli olduğunu söylüyordum.

***

Arkadaşımla sonunda anlaşamadık ama keyifli bir tartışmaydı. Konuştuklarımızı yeniden hatırlamama City University of New York (CUNY) antropoloji profesörlerinden, sosyal teorisyen David Harvey’in Salon.com’a verdiği röportaj neden oldu.

Prof. Harvey, “Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution” adlı yeni kitabında, serbest pazar politikalarının, düşük gelirli toplum kesimlerinin kamusal alandaki yerini daraltarak kent hayatında nasıl bir sarsıntı yarattığını ortaya koyuyor.

Bu konuya eğilirken, 1871 Paris Komünü’nün bugünkü hareket için önemine de değiniyor. OWS’yi örgütlü çalışanların öncülüğünde gerçekleştirilmediği, “precariat” (yani serbest çalışan ve herhangi bir sendikaya bağlı olmayanlar) denilen gruba dayanarak meydana geldiği için umutsuz görenlere de karşı çıkıyor. Bugüne kadar hep sendikalara ve işçilere odaklanan solun, kent hayatını şekillendiren üretici, yaratıcı kesimi ihmal ettiğinin altını çiziyor.

Paris Komünü’nü gerçekleştirenler de fabrika işçisi değil, sanat emekçileriydi. 1960’ların ve 70’lerin endüstri toplumundan bugüne birçok fabrikanın, iş kolunun artık yok olduğunu hesaba katarsak, solun bugünkü temel dayanağı nerede?

Harvey’in buna yanıtı şu: “Kent hayatını yaşatarak dönüştüren bütün üretici kesimler.” Bu kesim sürekli bir yerden diğerine hareket ettiğinden, kolaylıkla örgütlenebilen bir grup değil ama potansiyel politik güçleri çok önemli.

Bu durumda, yazının başına dönersek, arkadaşıma karşı savunduğum görüşler, Prof. Harvey’inkiyle örtüşüyor. OWS’nin temelinde yer alan insanlar, “işçi örgütlenmesinden yoksun” olsa da, işe yaramaz bir lümpen takımı değildir.

***

Konunun en önemli yanlarından birisi de, bundan sonra ne olacağı...

Zengin kesim kendi çıkarları doğrultusunda kentleri organize ederken yoksulların bu dönüşümde hiçbir söz hakkı yok. Giderek artan ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşın neden Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde daha fazla eylem olmuyor?

Harvey’in buna verdiği yanıt ilginç. Polisi emri altına alan çok büyük bir parasal güç var ve şu anda dünyada 11 Eylül sonrasında, herhangi bir bölgede yaşanan kargaşanın derhal terör hareketi olarak değerlendirilmesi söz konusu.

Öyleyse yakın gelecek hakkında umut var mı?

Harvey, umutsuz değil. Nedenini açıklarken 1930’larda yaşananlarla paralellik kuruyor: “1929 Dünya Ekonomik Bunalımı olduğunda gerçek protestolar 1933 yılına kadar gerçekleşmedi; ancak o tarihten sonra büyük eylemler görmeye başladık. Durgunluk, depresyon, ne derseniz deyin, bu henüz bitmedi. İşsizlik hâlâ çok büyük oranlarda, insanlar evlerini kaybetmeye devam ediyor ve bunun geçici değil, kalıcı bir durum olduğunun farkına varıyorlar. Bu noktadan itibaren büyük çaplı bir karışıklığın doğması muhtemeldir. 1987’deki gibi bir çöküntü yaşayıp, birkaç yıl sonra ayağa kalkabileceğimiz bir durum değil bugünkü.

Yaşadığımız günler, önemli bir sürecin parçası.

29 Nisan 2012 Pazar

Tuhaf ve utanç verici

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Nisan 2012

Geçenlerde Amerika’da kadınların toplumsal, siyasal, ekonomik durumlarıyla ilgili araştırmalarıyla tanınan The Institute for Women’s Policy Research (IWPR) tarafından yapılan bir araştırma raporu yayımlandı. Rapor önemli; çünkü kadınlar söz konusu olduğunda, Amerika gibi dünya liderliğine soyunan bir ülkede haksızlığın ulaştığı boyutu ortaya koyuyor.

Araştırmaya göre, tam zamanlı olarak çalışan erkeklerin kazandığı her 1 dolara karşı, aynı koşullarda çalışan kadınlar 77 sent kazanıyor. Ortalama haftalık gelir erkekler için 832 dolarken, kadınlar için 684 dolar; yıllık gelirse erkeklerde 47.715 dolar, kadınlarda 36.931 dolar.

Amerika’da 15 milyon hanenin kadınlar tarafından geçiminin sağlandığı, bunların yaklaşık yüzde 30’unun yoksullluk sınırının altında kaldığı ve 8.5 milyon adedinde 18 yaşın altında çocuk bulunduğu hesaba katılırsa, kadın-erkek ücret dengesizliğinin topluma verdiği zarar da net şekilde görülüyor.

IWPR’ın araştırmasını yapan ekibin başındaki Ariane Hegewish, bu açığın nedenlerini şöyle açıklıyor: 1. Kazancı en yüksek görevler için kadınların işe alınma olasılığı az. 2. Kadınların erkeklerle aynı işte çalıştıklarında aldıkları ücret daha az olmakla kalmıyor, yıllar içinde aldıkları zamlar da erkeklere göre daha düşük.

***

Bunlar daha önceden de bildiğimiz veriler. Ancak raporda benim özellikle ilgimi çeken iki bilgi var.

Birincisi, en kazançlı görevler için işe alınmak konusunda tüm kadınlar haksızlığa uğruyor; ama en büyük ayrımcılığa, özellikle siyahi ırktan olanlar ve “Hispanic” denilen İspanyol kökenli Amerikalı kadınlar maruz kalıyor. Demek ki, kadına yönelik ayrımcılık, toplumun genelinde cinsiyet temelli olmasının yanında, bazı kesimlerde etnik köken ile birleşip ırkçı bir yaklaşım da taşıyor...

İlgimi çeken ikinci nokta ise, Amerika’da Eşit Ücret Yasası’nın 1963 yılında kabul edilişinden bu yana, kadınlarla erkekler arasındaki ücret dengesizliğinin yılda yarım sent kadar gerileme göstererek düşmesi. Böyle devam ederse, cinsiyetler arasındaki ücret dengesinin tam olarak kurulması, 40 yıldan fazla bir süre alacak.

Eğer cinsiyetler arasındaki açık yok edilseydi, bu, hukuksal eşitlik ilkesinin sağlanmasının yanında, ekonomik olarak kadınlar için ne anlama gelecekti?

National Partnership for Woman and Families adlı kuruluş, bunu net şekilde yanıtlamak için ilginç hesaplamalar yapmış. Eşit ücretin bir kadına getirisi, 92 haftalık yiyecek, 7 aylık ev kredisi ve elektrik, su vb. giderler, 13 aylık kira, 35 aylık aile sigortası ücreti, 10413 litre benzin anlamına geliyor.

***

Tüm dünyaya demokrasi dersi vermeye kalkan Amerika’da durum bu... Toplumun yarısının haklarının gasp edildiği ülkelerde demokrasiden kim söz edebilir? İstediği kadar anayasalarda cinsiyet ayrımcılığına karşı olunduğu yazılsın, uygulamalar bunun tersi...

Amerika’daki araştırmanın aynısı Türkiye’de yapılsa, acaba sonuçlar nasıl çıkar?

Kadını alınıp satılacak bir “meta” gibi gören, döven, katleden anlayışın ülkenin birçok bölgesinde hâlâ geçerli olduğunu düşünürsek, sonuçların vahim çıkacağını tahmin edebiliriz. Yine de adından “kadın” ifadesi çıkarılmış olsa da, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Çalışma Bakanlığı’nın bu konuda ayrıntılı araştırma yapıp kamuoyuna açıklamasını dilerim.

Bu yazıdan çıkarılacak sonuç şudur: 21. yüzyılda bir tarafta laboratuvarlarda DNA alternatiflerinin yaratıldığı dünyanın, aynı anda insanların doğuştan gelen özellikleri nedeniyle üstün tutulduğu ya da aşağılandığı bir gezegen olması, yeterince tuhaf ve utanç verici.

-

22 Nisan 2012 Pazar

Walmart'a Umut Bağlamak...

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Nisan 2012

Aşağıdaki karşılaştırmalı rakamlar, özel sektörde dünyanın en büyük işvereni Walmart’ın portresini çok açık bir şekilde orraya seriyor.

* Mağaza sayısı: 1962’de 1, 1976’da 276, 1987’de 1198, 1996’da 2943, 2005’te 5289, 2011’de 8970. 

* Walmart’ın net satışı 419 milyar dolar; Norveç’in gayri safi milli hasıla miktarı 414 milyar dolar (Norveç, bu oranla dünyada 23.)

* Walmart’ın Amerikan eğlence sektörü ile ilgili toplam satışı 31 milyar dolar, Amerika’daki toplam gişe hasılatı 10 milyar dolar.

* Walmart’ın gıda ürünleri (sebze, meyve, hazır gıda vs.) satışı 141 milyar dolar, Whole Foods'un satışı 9 milyar dolar.

* Walmart’ın Amerika’daki toplam çalışan sayısı 1.4 milyon, Amerika’daki itfaiyeci sayısı 305.500, South Dakota eyaletinin nüfusu 814 bin.

* Dünyadaki toplam Walmart çalışanı 2.1 milyon, dünyadaki en ufak 50 ülkenin toplam nüfusu 2.1 milyon.

* Walmart mağazalarının toplam alanı 91.42 kilometrekare, Manhattan’ın yüzölçümü 61 kilometrekare.

* Her saniyede bir kişi Walmart’ın dünya çapındaki 8970 mağazasından bir ürün satın alıyor.


*** 

1962’de Samuel Moore Walton, Arkansas’ta ilk Walmart’ı açtığında hiç kimse işin bu kadar büyüyeceğini hayal etmemişti. Forbes dergisi, Walton’ın 2.8 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın en zengini olduğunu ilan etti. 1991’de Mexico City’de ilk Walmart açıldığında, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da kaderini etkiler hale geldi.

Bu kadar büyümenin ortaya çıkardığı rakamlar, elbette sadece işgücü ya da yaratılan değerle sınırlı kalmadı. Bunun bir bedeli vardı; kısa süre sonra o bedelin ne olduğu ortaya çıktı. 1992’de ABD Başkanı George H. W. Bush, Walton’ı Özgürlük Madalyası ile ödüllendirse de, aynı yıl Bangladeş’te Walmart’a ürün tedarik eden bir fabrikanın çocuk işçi çalıştırdığı manşetlere yansıdı.

Şirketin 1996’da Çin’de ilk mağazasını açmasıyla neden olduğu sömürü ve çevreye verdiği zarar konusunda endişeler arttı. Walmart’ın elektrik tüketimi bugün 27 milyar kilowatt-saat. Bütün dünyada neden olduğu karbondioksit miktarı, 2010’da 21.4 milyon ton. 2008’de en az karbondioksit salımına neden olan 50 ülkenin yarattığı toplam miktarın, 15 milyon ton olduğu düşünülürse, karşımızdaki devin boyutu daha iyi anlaşılıyor.

Mother Jones dergisinin bu ayki sayısında Andy Kroll’un Walmart’la ilgili ilginç bir haberi yer alıyor. Hatırlanacağı üzere şirket, 2005’te sürdürülebilirlik programı başlatarak enerji harcamasını azaltacağını, sadece yenilenebilir enerji kullanarak daha fazla organik ürün satacağını ve yerel üreticiyi destekleyeceğini açıklamıştı.

Ancak beklenen hedeflere ulaşılamadı. Kroll, Walmart’ın çevreyi ve çalışanların haklarını korumak için fabrikalarını denetim altında tuttuğu iddiası üzerine Çin’e gitmiş. Bulduğu sonuç çarpıcı. Walmart’ın tedarik zincirinde yer alan çoğu fabrika, işlerinin yarısından fazlasını denetim altında tutulmayan “gölge” fabrikalara aktarıyor...

Walmart, bugüne kadar karbondioksit salımı yüzünden çevrecilerin doğal bir hedefi haline gelmişti. Ancak Kroll’un haberinde belirttiği gibi, 2009’da Kopenhag Dünya İklim Değişikliği Zirvesi’nin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, çevrecilerin bir kısmı, “Bu firma sığınacak son liman olsa da, dünyayı değiştirme potansiyeli var. Eğer Walmart, enerji tüketimini ve karbondioksit salımını azaltıp, çevreci uygulamaları benimserse, bir umut olabilir” diyor.

Bu, ilk anda mantıklı bir düşünce gibi algılanabilir ama bence kapitalist sistem için fazla iyimser bir beklenti. Gerçek umut, varlığını sömürüye borçlu olan kapitalizmin kendini denetleyerek dizginlenmesinden mi doğar yoksa yerine insancıl başka bir düzen kurulmasından mı?

_

15 Nisan 2012 Pazar

Eleştirel Düşünce ve Eğitim

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Nisan 2012

Geçen hafta New York’un Brooklyn bölgesinde yürürken birden dikkatimi bir duvar yazısı çekti. Siyahı bir erkek ve kız çocuğu güneşli bir günde oynarken gösteren resmin altına “Respect Critical Thinking” (Eleştirel Düşünceye Saygı Göster) yazılmıştı. Amerikalılar, yazıyı çeşitli plaformlarda kullanarak mesaj verme işini çok iyi beceriyor. O nedenle bu alışılagelmiş bir durumdu. Ancak önemli olan, özellikle o ifadenin tercih edilmiş olmasıydı. Çünkü duvar, bir orta öğretim kurumunun binasına aitti.

Bir hafta öncesinde ise, Türkiye’de 4 + 4 + 4 ismiyle bilinen yasa Meclis’ten geçmişti. 8 yıllık kesintisiz ilköğretim ibaresini “ilköğretim” ve “ortaöğretim” şeklinde değiştirip, “8 yıllık kesintisiz” ibaresini de metinden çıkaran yeni kanun, çok açık ki imam hatip okullarının orta kısmını açmak için yapılan bir girişim.

Ortaokul ve liselerde isteğe bağlı olarak Kuran derslerinin okutulması gibi diğer inançlara mensup vatandaşlar aleyhine ayrımcılık yaratan bir uygulamayı başlatan yasa, zaten birçok açıdan aksayan eğitim sistemini tamamen baltalıyor. Okula başlama ve sınava hazırlanma yaşının düşmesi, dershane sektörünün büyümesi, çocuk işçilerin ve gelinlerin çoğalması gibi sorunları artırmanın yanı sıra, dinsel, muhafazakar, piyasacı içeriğe sahip bir eğitim sistemini kuruyor.

Bu tür bir eğitim sisteminde eleştirel düşünceye saygı duyulabilir mi?

Brooklyn’de ortaokulun duvarına yazılan yazı, belki bir Avrupalı için çok dikkat çekici olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşayan bir insan için son derece çarpıcı ve üzücü. Üzücü; çünkü bırakın değer vermeyi, eleştirel düşüncenin hapsedildiği bir ülke Türkiye. Belirli bir ideolojinin, bakış açısının toplumun her kesimine dayatıldığı bu ülkede, eğitim sisteminin de ona uygun olarak baskı altına alınması, sömürünün çocuklara kadar inmesi sonucunu doğurdu.

Farklı düşünen, farklı inançları olan, farklı toplum kesimlerinden gelen herkesin dışlandığı toplumda, eğitim kurumları da, adeta birer fabrika gibi aynı dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme işlevi doğrultusunda kurgulanıyor.

Diyelim ki Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir aile, çocuğunun Kuran derslerine girmesini istemedi. Bu durumda o ailenin öğretmenler ve diğer öğrencilerin aileleri tarafından uygulanacak mahalle baskısına maruz kalmayacağının, dinsizlikle suçlanmayacağının garantisi var mı? O aile ateist olamaz mı?

Bunları sorunca, “Sorun yok” yanıtını alabiliriz ama uygulamada yaşanacak sorunları görmek için Türkiye’yi biraz tanımak yeter. Sonuçta, Başbakan’ın mitinginde Alevi olduğu için ana muhalafet liderinin bile yuhalandığı bir ülke burası.

Kuran’ın seçmeli ders olması sonrasında başlayan tartışmalarda, Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Kuran seçmeli ders oluyorsa, Alevilik de seçmeli ders olsun diyor. Ya Kuran Alevi kardeşlerimin kitabı değil mi?” diye sormuştu.

Bunun üzerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, “Alevilerin Kuran anlayışı, algılayışı, yorumu ve uygulaması, ne Sünni ne de Şii İslam anlayışına benzer. Aleviliğin İslami mezhep-tarikat ve yorumlardan çok farklı olmasının nedeni de budur. Bu yüzden Başbakan'ın 'Kuran sizin de kitabınız değil mi?' sorusunun bir cevaba ihtiyacı var: Okullarda okutulacak olan Kuran bizim kitabımız değil” diyerek yanıtlamıştı.

Bu durumda ne olacak? Eleştirel düşünce geçerliyse, böyle düşünenlerin inançlarına yanıt veren dersin müfredata konması gerekir. “Hayır, sen o şekilde düşünemezsin. İnanman gereken bu!” mu denilecek?

Bana göre doğrusu, dinin bütünüyle sivil hayat alanında bırakılması ve devlet okullarının müfredat programında ders olarak yer almamasıdır.

_