25 Aralık 2011 Pazar

Dijital Gelecek

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 25 Aralık 2011

2011’in son yazısı bu. Gelecek pazar, yeni bir yılın ilk gününe denk geliyor. 2012’ye girince ne değişecek? İnsanoğlunun zamanın akışını izleyebilmek için kendi yarattığı düzenekle birden her şey değişecek mi? Elbette hayır. Biten bir yıl, zamanın geçtiğini ve hiçbir şeyin düzelmediğini gören insanlığı biraz hareketlendirir mi? Belki...

Bireyler olarak özel hayatımızda olup biteni düzenlemeye çalışırken, toplumsal olayların gelişiminde ne derece rol alabiliyoruz? Yaşanan ekonomik, siyasal, sosyal ve teknolojik gelişmelerin hangisinde bireysel irademiz etkili? Yoksa sadece belli güç odaklarının yönlendirdiği dünyada olayların akışına kapılıp gidiyor muyuz?

***

Bu soruları sormama, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma neden oldu. Üniversite bünyesindeki Annenberg İletişim ve Gazetecilik Okulu’na bağlı Dijital Gelecek Merkezi, çevrimiçi teknolojilerinin Amerika’daki etkisini araştırmış. Bulunan bazı ilginç sonuçları paylaşacağım.

1- Sosyal medyanın iletişimin geleceğini oluşturduğu bilinen bir gerçek; ama henüz kullanıcılar, bu yöntemle elde ettikleri bilgilerin önemli bir kısmına güven duymuyor.

2-5 yıl önce çok fazla sayıda e-posta alan insanların bıkkınlığını anlatan “E-Nuff Already” kavramının boyutu genişliyor. İnsanların iletişimi bugün eskiye göre çok daha gelişmiş durumda. Ama eskiden bilgisayarla gönderilen e-postalarla baş edemezken, şimdi yeni teknolojik aletler nedeniyle her an e-posta tacizine maruz kalıyoruz.

3-Masaüstü bilgisayar öldü; tablet PC’ler üç yıl içinde hakimiyeti tamamen ele geçirecek, diğerleri yok olacak.

4-Artık insanlar haftanın her günü 24 saat çalışır hale gelebilecek. 10 yıl önce bilgisayarların çalışanlar için hayat kurtarıcı olabileceğini düşünüyorduk ama gelişen teknoloji artık çalışanların her an ulaşılabilir olması sonucunu doğurdu. Bu nedenle işverenin, çalışanın çalışma şekli ve zamanı konusundaki beklentisi arttı.

5-Gazetelerin çoğu beş yıl içinde yok olacak. Ayakta kalanlar, sadece en büyük ve en küçükler olacak. Örneğin Amerika’da The New York Times, USA Today, The Washington Post ve The Wall Street Journal varlığını sürdürecek. Bunların dışında bir tek, yerel haftalık dergiler kalırken diğerleri direnemeyecek.

6-Her şey internet üzerinde yapılır hale gelince, kişisel gizlilik tamamen yok olacak. Davranışlarımız, inançlarımız, alışveriş tecihlerimiz vs. şirketler tarafından çevrimiçi izlenebilecek.

7-İnternet, Amerika’da iki seçim sonra politik atmosferi değiştiren ana unsurlardan birisi olacak. Şu anda politik kampanyalarda etkili bir araç ama giderek politikada daha büyük önem kazanacak.

8-Alışveriş tarzı, 5 yıl sonra bugünkünden çok farklı olacak; insanların mağazaya gidip ürünü bizzat alması şeklindeki geleneksel alışveriş yöntemi giderek azalacak.

9-Hayatımızı değiştirecek bir sonraki teknolojik gelişme şu anda hazırlık aşamasında ama bizler ne olduğunu bilmiyoruz. 5 yıl önce Facebook yeni doğmuştu; YouTube ve Twitter yoktu. 2011 yılında bunların hayatımızı bu kadar etkileyeceğini, 2006’da kim tahmin edebilirdi?

Ocak 2012’de ayrıntılı olarak yayınlanacak olan bu araştırmayı yürüten ekibin başında Dijital Gelecek Merkezi Direktörü Jeffrey I. Cole var. Onun söylediğine göre, teknolojinin hayatımızı her zamankinden daha derin şekilde etkilediği bir dönem yaşıyoruz.

Bilginin en büyük güç olduğu çağda, gelecek, bu araçları kontrol edebilenlerin elinde olacak.

Para bilgiyi satın alıyorsa, şirketlerin karşısında nasıl durulacak?

Halkın sesini duyuracak bağımsız haberin internetteki özgürlüğü nasıl korunacak?

İletişimciler için yeni yılın en önemli sorularından birisi budur.

-

18 Aralık 2011 Pazar

Wall Street İşgali ve 2012 Başkanlık Seçimleri

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Aralık 2011

Birkaç hafta önce Wall Street İşgali hakkında yazdığım yazıdan sonra okurlardan çeşitli iletiler geldi. En çok merak edilen konu, bu hareketin 2012 Başkanlık seçimlerine etkisiydi.

Bir süredir ben de işgali bu açıdan izlemeye çalışıyorum ve şu soruları soruyorum. Acaba bu hareket, başkanlık seçiminin yapılacağı tarihe kadar gücünü sürdürecek mi? Yoksa bir aşamada kırılacak mı? Bu hareketin içinde yer alanlar bir bütün olarak değerlendirilebilir mi?

Bu tür sorulara yanıt ararken karşıma çıkan ilk veri şu oldu. Knowledge Networks adlı araştırma şirketinin, 28 Ekim - 1 Kasım 2011 arasında Boston Herald gazetesi ve Massachusetts Üniversitesi için ulusal ölçekte yaptığı kamuoyu araştırmasında, Wall Street İşgali’ne yüzde 35 oranında destek çıkarken, Wall Street’teki büyük şirketlere destek yüzde 16’da kaldı. Yüzde 29’luk kesim, aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’ne destek verirken, yüzde 21’lik kesim şu andaki hükümetten yana görüş bildirdi.

25 -31 Ekim arasında Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada ise, Amerikan halkının yüzde 39’u işgale destek verirken, yüzde 30’u olumsuz görüş bildirdi. Çay Partisi Hareketi’ne karşı ise 45’e 31 oranında olumsuz görüş çıktı.

Anlaşılıyor ki, Amerika’da 2012 Başkanlık seçimleri Çay Partisi Hareketi ile Wall Street İşgal Hareketi arasında ciddi bir çekişmeye neden olacak. Şu anda kamuoyunda işgale destek yüzde 35-39 araında değişirken, Çay Partisi Hareketi’ne olumlu bakanların oranının da yüzde 29-31 civarında olduğunu söylemek olanaklı.

***

Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Çay Partisi Hareketi’nden güç alırken, Obama da bunu dengelemek bakımından Wall Street İşgal Hareketi’ni kendi yanına çekmek için çaba harcayacaktır. O zaman soru şu: Obama, “Biz bu hareketin yanındayız” dese de onları gerçekten kendi yanına çekebilecek mi?

(Bunu yanıtlamak için de yine araştırmalara bakacağım. Yazılarımı takip edenler bilir; her zaman verilere dayalı sonuçlar çıkarmayı tercih ederim.)

Fordham Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü Costas Panagopoulos, 14-18 Ekim arasında Zuccotti Park’ta yaptığı araştırma neticesinde protestocuları “Düş kırıklığına uğramış Demokratlar” olarak niteledi. Çünkü protestoya katılanların yüzde 68’i 2008’de Obama’ya oy verdiğini açıklarken, bugün bunların 3/4’ünün Obama’nın başkanlığını beğenmedi ortaya çıktı.

Eylemcilerin 1/4’ü kendisini Demokrat olarak tanımlıyor, yüzde 39’u herhangi bir partiyle bağı olmadığını söylüyor. Yüzde 11 sosyalist, yüzde 11 Yeşil Parti üyesi, yüzde 2 Cumhuriyetçi Parti destekçisi, yüzde 12 de bunların dışında kalanlar...

***

Bu verilerin de gösterdiği gibi, Obama’nın, işgal eylemlerine katılanları bir bütün halinde yanına çekmesi olası değil. Fakat ben Wall Street İşgal‘inin Demokratik Partili politikacılar üzerinde etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü ülkedeki aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’nin karşısına çıkaracakları bir düşünceye gereksinimleri var.

Ancak 2008’de seçilirken Wall Street şirketlerinin desteğini alan Obama’nın 2012’de onların destekçisi sağ kesime tamamen sırtını dönebileceğini sanmak da safdillik olur.

Nitekim her zaman yaptığı gibi, iki tarafı da yabancılaştırmama çabasını sürdürüyor. Bir yandan, işgalcilerin yanında olduğunu söylüyor; sonra da “Wall Street İşgali, bir bakıma Çay Partisi Hareketi protestolarından çok da farklı değil. Hem sağda hem soldan insanlar, kendilerinin hükümetten farklı kamplarda olduğunu, kurumların onları gözetmediğini düşünüyor” diyor.

Barack Obama, aradaki farkı gerçekten hiç anlamamış...

_

11 Aralık 2011 Pazar

GOL KADAR TEZAHÜRAT ALAN GÖL

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Aralık 2011

Birkaç haftadır yazdığım İzlanda yazılarına geçen hafta ara verince okuyuculardan çok sayıda ileti aldım. Heyecanla yeni bir yazı beklediklerini belirtip, sitem ediyorlardı. Fransa, İngiltere ya da başka bir Avrupa ülkesi hakkında yazsanız bu kadar ilgi görmeyebilir. Ama belli ki İzlanda, çok sayıda insan için merak konusu.

Nasıl merak edilmesin ki? Yüzde 52’si volkanik çöl, yüzde 12’si buzul, yüzde 11’i soğumuş lav akıntıları ile kaplanmış, eşsiz bir doğaya sahip. Karayoluyla kent merkezine 40 dakika uzaklıktaki jeotermal merkez Blue Lagoon’a (Mavi Göl) giderken tanık olduğum bir olay, o olağanüstü güzellikteki doğanın insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi göstermesi bakımından ilginçti.

Göle günlük tur düzenleyen firmalardan birinin otobüsündeydik. Amerikalı, Japon, Fransız, Alman, İngiliz turistlerin ağırlıkta olduğu yaklaşık 40 kişilik otobüs, bir yamaçtan aşağıya doğru inerken göründü Mavi Göl.

Yanardağdan fışkıran lavlarla küllerin rüzgar ve yağmurla birleşip oluşturduğu siyah dağlar arasında yer alan gök mavisi rengindeki gölü gördüğümüzde, otobüsten yükselen sesi hiç unutmayacağım. Kimisi çığlık attı, kimisi “Aman Tanrım!” diye bağırdı, kimisi de ıslık çaldı. Milli takım gol atınca bulunduğunuz yerde büyük bir gürültü kopar ya, aynen o sahne yaşandı otobüste.

Herkes ayağa kalkmış, fotoğraf çekiyor, gördüklerinin gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordu. Otobüsten indiğimizde, üzerinden buharlar yükselen, mavi bir süt görünümündeki gölü daha yakından gördük.

Yerin 2000 metre altından gelen 240 derecedeki deniz suyunun topraktaki minerallerle karışıp yüzeye çıkmasıyla mavi bir süt görünümünü almış göl. Dondurucu soğukta mayolarınızı giyip, üzerinden dumanlar çıkan banyo suyu sıcaklığındaki göle girdiğinizde sanki zaman duruyor.

Dağların ardından süzülen güneş ışıklarının yarattığı parlaklık da gölün üzerine düşünce, kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz. Göldeki mineraller cilde faydalı olduğu için herkes alıp yüzüne sürüyor. Böylece beyaz mineral maskeli insanların arasında göl banyosu yaparken, insansı ama farklı bir türde canlı grubuyla birlikte yeni bir evrende olduğunuzu hayal ediyorsunuz. Üstelik bulunduğunuz koordinat, tam olarak Avrasya ile Amerika tektonik tabakalarının buluştuğu nokta olduğundan, coğrafi olarak da iki kıta arasında bir yerdesiniz.

Bugün lafı daha fazla uzatmayacağım. Çünkü bu kadar uzun uzun anlattığım Mavi Göl’ün fotoğrafına yer kalsın istedim. İzlanda, benim için doğanın gücünü bir kez daha kanıtlayan bir ülke oldu. Bir gölün bir gol kadar tezahürat aldığına orada tanık oldum.

4 Aralık 2011 Pazar

Wall Street işgali, sınıf mücadelesidir

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Aralık 2011

Bu hafta İzlanda yazılarıma ara verip yine Amerika’ya bakmak istiyorum. New York’un Wall Street finans bölgesinde yer alan Zuccotti Park’ta yapılan işgal eylemleri başlayalı 2.5 ayı geçti. 17 Eylül’de Amerika’dan çıkıp tüm dünyaya yayılan eylemler hakkında çok yazı yazıldı, herkes görüşünü söyledi. Kimisi Obama gibi “sınıf hareketi değildir” diyerek inkara kalkıştı; kimisi komünizm ruhu Wall Street’i işgal etti dedi.

Ben daha önce yazdığım yazılarda bunun tam bir sınıf savaşı olduğunu, kitlelerin kapitalizmin yıkıcılığına başkaldırdığını belirtmiştim. Bu görüşümü izlenimlere dayanarak ve harekete katılanların yayınladığı bildirilerden yola çıkarak edinmiştim.

Bu yazıda, o görüşümü veriler aracılığıyla destekleyeceğim. (Aşağıdaki bilgiler, New York’taki İş ve Kamu Sağlığı Enstitü Yöneticisi Les Leopold’un “The Looting of America” /(Amerika’nın Yağmalanışı) adlı kitabında da yer alan ve grafiklerle desteklenen resmi verilerden alındı.)

***

1- Amerikan rüyası yıkıldı: Bir çalışanın gerçek ücreti ile ekonomik üretkenliğini gösteren eğriler, 1970’lerin ortasına kadar paralelken; o tarihten sonra ekonomik üretkenlik hızla yükseliyor ama ücret inişe geçiyor; iki eğri arasında derin bir ayrılık oluyor. “Daha çok çalışan, daha iyi kazanır” mantığı çöküyor. Ekonomik üretkenliğin artışıyla ortaya çıkan para, aşırı zenginlere aktarılıyor.

2- 1970’lerde en büyük 100 şirketin yöneticisi, her bir çalışanın kazandığı 1 dolara karşılık 45 dolar kazanırken , 2006’da bu dengesizlik şirketler lehine 1'e 1743 oldu.

3- Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın, ortalama bir ailenin geliri düşerken, zengin ailelerin geliri artıyor. En alt seviyedeki % 20’lik kesim yılda 27.000 dolardan az kazanırken, en üst seviyedeki % 5’lik kesim 191.060 ve üzerinde kazanıyor.

4- En çok kazanan varlıklı kesimin ödediği vergi oranı yıldan yıla azalıyor. 1950’lerde en çok vergi ödeyen ilk 400 kişi % 90 vergi oranı ile karşılaşırken, bu 1990’ların ikinci yarısından itibaren yapılan vergi indirimleriyle önce % 30’lara, şu anda da % 16’ya kadar inmiş durumda.

5- Yüzde 1’lik kesimin (vergi kesintisi yapılmadan önce) hane halkı başına düşen gelir payı 1928’den sonraki en yüksek seviyede. Bu oran 1928'de % 23.9 iken, bugün % 23.5'la aynı çarpıklık yakalanmış durumda.

6- Zengin gittikçe zenginleşiyor. Wall Street kurtarma paketlerinin tüm yükü orta halli Amerikan ailelerine yüklendi. Orta halli ailenin, en tepedeki 10 yatırım fonu yöneticisinin 1 saatte kazandığını kazanmak için 47 yıldan daha fazla çalışması gerek.

7- Politikayı zenginler kontrol ediyor. 2010’da iş dünyasının politikada etkili olmak için harcadığı para 1.317.977.7219 dolar iken, emekçi kesiminki 92.355.686 dolar.

8- İşsizlik çığ gibi büyüdü. 2000’de % 5.7 oranındaki işsizlik 2010’da % 14.5’e çıktı.

9- Gelecekle ilgili umutlar azalıyor. 26 haftadan fazla bir süredir işsiz olanların oranı, tarihin en yüksek seviyesinde.

10- En büyük 10 bankanın sahip olduğu servet giderek büyüyor. 1994’te ekonominin % 17’sine denk gelen bu servet, 2009’da % 63’e çıktı. “Batamayacak kadar büyük” politikası geçerliliğini sürdürüyor.

***

Les Leopold’un ortaya koyduğu gibi Amerika, giderek zenginleşen yüzde 1’lik kesimin % 99’luk kesimi ezip geçtiği bir makine halini aldı; kapitalizmin en vahşi şeklini kendisine anayasa yapan, sermayeye tapınan dev bir makine.

Yüzde 99’un isyanı bundandır; bu bir sınıf savaşıdır.

-

27 Kasım 2011 Pazar

Barışı Düşle

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Kasım 2011

İçinde yaşadığımız kaotik dönemde barışı düşlemeyen var mı? Savaşları sona erdirip insan olma temelinde birleşmeyi, yeryüzünceki doğal güzelllikleri doyasıya yaşamayı düşlemeyen var mı? Kime sorsanız barıştan yana ama dünyanın birçok yerinde her gün kan akıyor. Bir yerde büyük bir yanlış var ama nerede? İnsanoğlunun genlerinde belki de... Bana sorarsanız, başlıca nedenler, hakça paylaşımı engelleyen hırs, her türlü özgürlüğün önüne geçen bağnazlık ve kendini başkalarından üstün görme hastalığı.

***

Yukarıdaki paragrafı İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bir adada yazdım. Not defterimi ve kalemimi çıkarıp duygularımı kağıda dökmek istediğim anlardan biriydi. İki İzlandalı ile birlikte gece karanlığında tekneye binip denize açılmamızın nedeni, Yoko Ono’nun 9 Ekim 2007’de John Lennon’ın 67. yaşgününde yaptırdığı bir ışık kulesini, “Imagine Peace Tower”ı (Barışı Düşle) görmekti.

Ben deftere o satırları yazarken turu düzenleyen rehber Oddur yanıma gelip şöyle dedi: “Biliyor musunuz, 2007’de açıldığı günden beri buraya turist getiririm; Türkiye’den gelip tekneme binen ilk sizsiniz.” Şaşırdım. Reykjavik’e Türkiye’den giden çok turist olmasa da, giden az sayıdaki kişi neden oraya uğramıyor bilmiyorum.

Reykjavik’ten anıtın olduğu Videy Adası’na ulaşmak birkaç dakika sürüyor. Sadece mücevherden bir kolye gibi parlayan kente karşıdan bakmak için bile değer ama adayı ziyaret etmenin onun ötesinde anlamı var. Gece saatlerinde gidince adadaki heykelleri görmek ya da restoranda yemek yeme olanağı yok tabii. Fakat “Imagine Peace Tower”ın üzerindeki ışıklar, akşam güneş battıktan 2 saat sonra yanıyor.

Beyaz mermerden yapılmış kısa bir silindirin ortasında yer alan 15 projektör düşünün. Her birinden yansıyan ışıklar, bulutlara kadar uzanıyor. Her yıl John Lennon’ın yaşgünü olan 9 Ekim ile öldürüldüğü gün 8 Aralık arasında günbatımından gece yarısına kadar; ayrıca yeni yıl gibi özel günlerde yanıyor ışıklar.

Oddur’un anlattığına göre, 15 projektörü çalıştırmak için 75.000 watt gücünde enerji gerekiyor. Ekonomik krizden önce Reykjavik Belediyesi bunun finasmanını yaparken, krizden sonra artık karşılayamayacağını açıklamış. Sonunda Reykjavik Sanat Galerisi bunu üstlenebileceğini açıklayınca mesele kalmamış ama zaten o galeri de kent yönetiminin bir parçası.

Bu kadar masrafa ne gerek var diye düşünebilirsiniz; ancak bizim için ayrı bir anlamı var bu kulenin. Ordusu olmayan, kendi kendine barış içinde yaşamak isteyen bir ülkeyiz. Yoko Ono’nun bu anlamlı anıtı yapmak için burayı seçmesi önemli. Buradan dünyaya barış mesajı gitsin isteriz. Hem biliyorsunuz, İzlanda’da kışın gündüzler çok kısa. İşe giderken, işten dönerken her yer karanlık. Ne zaman ki gökyüzüne uzanan bu ışıkları görüyoruz, mutlu oluyoruz. Karanlıkta bir umut gibi bizim için. Masrafa değmez mi?” diyor.

Elbette değer” diyorum; başlıyoruz anıtın çevresini dolaşmaya. Beyaz mermerin üzerinde 24 dilde “Imagine Peace” yazıyor. “Barışı Düşle” yazısını görünce, “İşte bu Türkçe!” diyorum. Böylece hangisinin Türkçe olduğunu benden öğreniyor Oddur.

O diller arasında Almanca da olduğu için bazı insanlar, “Nazizm’in doğduğu bir ülkenin dili neden barış anıtında var?” diyerek tepki gösteriyormuş.

Oddur bunu söyleyince, bir soru soruyorum: İnsanlar, neyi savunduklarına bakılmaksızın, vatandaşı oldukları ülkenin geçmiş hükümetlerinin ya da o günkü hükümetin yaptığı yanlışlardan sorumlu tutulup damgalanabilir mi?

Ortak bir cümle kuruyoruz gecenin sonunda: Kim olursa olsun, barışı düşleyen ve bu uğurda çaba gösteren herkese selam olsun!

20 Kasım 2011 Pazar

Dostunu Satmayanların Ülkesi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 20 Kasım 2011

Bayramda İzlanda’ya bir seyahat yaptım. Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bu ada ülkesine ilk kez ayak bastım. Farklı kültürü, müziği ve büyüleyici doğasıyla çok ilginç bir ülke İzlanda. Toplam 320 bin kişinin yaşadığı o topraklar, benim için tam bir keşif alanı oldu. O nedenle bu köşede birkaç hafta sizlerle İzlanda izlenimlerimi paylaşacağım.

Başkent Reykjavik 120 bin kişilik nüfusuyla, sessizlik ve huzur arayanlar için ideal bir kent. İzlanda’da insandan çok koyun var denir. Bunun esprinin ötesinde bir gerçek olduğunu, kişi başına iki koyun düştüğünü İzlandalılardan öğrendim.

Ülke topraklarının büyük bir kesimi volkanik; ayrıca çok sert bir iklimi olduğundan tarıma elverişli değil. Son yıllarda seralarda domates, salatalık gibi sebzeleri yetiştirmeye başlasalar da, meyve ve sebzeleri çoğunlukla ithal ediyorlar. Dolayısıyla yiyecek oldukça pahalı.

Ama ucuz olan iki şey var: Enerji ve su. İzlanda’da gerekli enerjinin yaklaşık % 85’i jeotermal ısı ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor; petrol gibi fosil yakıtların kullanımı ise çok sınırlı. Bunun sonucu olarak da, havası çok temiz.

***

Şimdi ben bunları anlattıkça, içinden “İzlanda ekonomisi çökmedi mi? Borçlarını ödeyemeyip batmadı mı? Övülecek nesi var o ülkenin?” diye soranlar olabilir.

İzlanda’nın 2008 Dünya Ekonomik Krizi’nden çok ağır etkilendiği doğru. Bankacılık sektörü iflas bayrağını çekti, milyarlarca euro tutarındaki borç ödenemez oldu, ülke İngiltere ve Hollanda’ya yaklaşık 5 milyar dolar borçlandı, işsizlik arttı. Hâlâ da kendilerine gelmiş değiller.

O dönemden sonra diğer Avrupa ülkelerinde iş arayıp, şansını ülke dışında deneyenlerin sayısı arttı. Reykjavik’te 30’lu yaşlarındaki bir İzlandalı ile sohbet ederken, “Bu ülkenin en çok neyini seviyorsun?” diye sordum. “İyi bir soru bu” dedi ve bir süre düşündükten sonra, “Havasını!” dedi.

Ekonomik krizden sonra gençlerin bir kısmı artık burada kalmak istemiyor. Evet, her şey giderek pahalanıyor ve yaşam artık daha zor. Ama ülkemin havası temiz, suyu ucuz, kışın da ne kadar soğuk olursa olsun ısınmak pahalı değil” diye devam etti.. İzlandalıların doğa bilincine dair çarpıcı bir örnekti o gencin yanıtı.

***

Daha çarpıcı bir olaya, Gullfoss adlı şelaleye gittiğimde tanık oldum. İzlanda’nın güneybatısında Hvita Nehri kanyonunda yer alan bu görkemli şelale, su yoğunluğu ve derinlik açısından Niagara Şelalesi’ni geride bırakıyor. 1875’ten itibaren turistlerin ziyaret etmeye başladığı Gullfoss, yapılmak istenen bir elektrik jeneratörüne güç sağlamak amacıyla 1907’de bir İngiliz’e kiralanmış.

O dönemde bölgede yaşayan Tomas Tomasson adlı çiftçi, kendisine yapılan öneriyi reddederek şu yanıtı vermiş: “Dostumu satmayacağım!

Daha sonra baskılar sonucu Gullfoss yabancı yatırımcılara kiralanmış. Ancak Tomasson’un kızı Sigridur Tomasdottir, yetkililere derdini anlatmak için kilometrelerce yol kat etmiş, mahkemeye gidip sözleşmeyi iptal yollarını aramış, direnmiş.

Jeneratör yapılamamış ve sonunda aksayan ödemeler nedeniyle sözleşme 1929’da iptal edilmiş. Gullfoss 1979’da koruma altına alınmış. Çevrede sadece şelaleye ulaşmayı sağlayan bir tahta köprü dışında insan yapımı hiçbir şey yok; ekosistem bütünüyle korunuyor.

İzlandalıların bir deyişi var; yanardağlardan çıkan külleri kastederek, “Bizimle dalga geçmeyin; paramız olmayabilir ama küllerimiz var” (Don't mess with us. We may not have cash, but we have ash!) diyerek espri yapıyorlar.

Ama her şakanın altında da bir gerçek vardır. Bugün paraları az ancak şelaleleri, kaynaçları ve tertemiz havaları var. Orası doğayı dostu olarak görüp, onu satmayanların ülkesi...

_

13 Kasım 2011 Pazar

Tarih bunları yazacak

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Kasım 2011

Dünya Gazeteler ve Yayıncılar Birliği’nin (WAN-IFRA) Ocak-Eylül 2011 dönemine ait “Dünya Basın Özgürlüğü Değerlendirme Raporu”na bakıyordum geçenlerde.

120’den fazla ülkede, 18.000’i aşkın yayın, 15.000 internet sitesi ve 3000’den çok kurumu temsil eden, alanında Birleşmiş Milletler’in tanıdığı tek birlik bu. Bütün dünyada basın özgürlüğünün ve editoryal bağımsızlığın geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor.

Son olarak yayınlanan rapor, hem diğer ülkelerde hem de Türkiye’de medyanın yaşadığı sorunları verilere dayalı olarak ortaya koyuyor. 2011 yılının başından bu yana toplam 44 gazetecinin öldürüldüğünü, yüzlerce medya çalışanının tehdit edildiğini ya da fiziksel şiddete maruz kaldığını yazıyor.

Dünya, raporda, basın özgürlüğü alanında coğrafik bölgelere ayrılarak incelenmiş. 2011’de öldürülen gazeteci sayısı bu bölgelere göre şöyle: Orta/Güney Amerika: 9, Asya: 15, Avrupa ve Orta Asya: 0, Ortadoğu ve Kuzey Afrika: 16, Sahraaltı Afrika 4.

Avrupa ve Orta Asya grubu içinde ele alınan Türkiye, daha önceki yıllarda yaşanan gazeteci cinayetleri yüzünden bu kategoride utanç verici bir şekilde anılmıştı. Bu yıl bir cinayet kaydedilmese de, ülke, basın özgürlüğü açısından raporda yine hiç iyi anılmıyor. Türkiye’ye ayrılan madde şu şekilde:

Türk medyası, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimi sırasında çok sayıda kırmızı hatla karşılaştı. Artık ordu mensuplarını daha özgürce eleştirmek ve Kürt azınlık hakkında açıkça yazmak olanaklı olsa da, Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi, eleştiride bulunanları bastırmak, solcu ve Kürt gazetecilere saldırmak için anlaşılması güç bir karalama yolunu ve anti-terör yasasını kullanıyor. 3 Mart’ta, önde gelen araştırmacı gazetecilerden Ahmet Şık ve Nedim Şener, aralarında gazeteci, yazar ve akademisyenlerin de olduğu 10 kişiyle birlikte polisin terörle mücadele ekipleri tarafından tutuklandı. Ahmet Şık’ın AKP’ye yakın bir İslami hareket hakkında yazdığı, henüz basılmamış kitap taslağına el konuldu. Başbakan Erdoğan, kitabı bomba ile kıyasladı. Gazetecilerin, hükümeti devirmek üzere planlandığı iddia edilen “Ergenekon” adlı askeri komplo ile ilgisi bulunan ve güvenlik bakımından açıklanamayak kanıtlar nedeniyle tutulduğu belirtildi.

Türkiye’de medya, bu rapora kısa bir haber olarak yer verse de, Türkiye’ye ilişkin bu paragrafın yayınlandığını ben görmedim.

***

1.5 ay sonra 2011 sona erecek; dünya yeni bir yılı yaşamaya başlayacak. Aradan yıllar geçince, bugün korkudan yazamaz olan basın yazacak, medya konuşacak. Gün gelip gerçekler daha rahat anlatılır olunca, yukarıdaki paragrafta özetlenen karanlık günlere ışık tutulacak.

Türkiye’nin 2011 yılı, medyada eleştirel seslerin teker teker susturulduğu, editoryal bağımsızlığın bittiği, korkuyla ve tehditle yönetilen bir yıl olarak anlatılacak. Kamuoyunu yanlış bilgilendirmek için dönen oyunların, kirli çıkar ilişkilerinin ayrıntılarını halk ne zaman öğrenir ya da öğrenir mi emin değilim...

Bugün Türkiye’de çıkan gazetelerin birçoğunu elime aldığımda, kullanılan yanlı başlıklar ve köşelerdeki inanılmaz dalkavukluklar midemi bulandırıyor. Bu ülkede medyanın çok büyük bir kısmı, gerçeği yansıtmıyor, kendi gerçeğini yaratıyor.

Bu manzara yaratılan siyasi baskı sonucu ortaya çıktığı için, siyasetçiler ve medya sahipleri açısından utanılması gereken bir tablo elbette ama onun ötesinde gazeteciler için de kahredici bir tablo.

Kamunun doğru bilgi alma hakkı, gazeteciliğin en temel ilkesidir. Ona ihanet edenler, mesleğin yüz karasıdır. Tarih onları yazacak.

-