27 Kasım 2011 Pazar

Barışı Düşle

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Kasım 2011

İçinde yaşadığımız kaotik dönemde barışı düşlemeyen var mı? Savaşları sona erdirip insan olma temelinde birleşmeyi, yeryüzünceki doğal güzelllikleri doyasıya yaşamayı düşlemeyen var mı? Kime sorsanız barıştan yana ama dünyanın birçok yerinde her gün kan akıyor. Bir yerde büyük bir yanlış var ama nerede? İnsanoğlunun genlerinde belki de... Bana sorarsanız, başlıca nedenler, hakça paylaşımı engelleyen hırs, her türlü özgürlüğün önüne geçen bağnazlık ve kendini başkalarından üstün görme hastalığı.

***

Yukarıdaki paragrafı İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bir adada yazdım. Not defterimi ve kalemimi çıkarıp duygularımı kağıda dökmek istediğim anlardan biriydi. İki İzlandalı ile birlikte gece karanlığında tekneye binip denize açılmamızın nedeni, Yoko Ono’nun 9 Ekim 2007’de John Lennon’ın 67. yaşgününde yaptırdığı bir ışık kulesini, “Imagine Peace Tower”ı (Barışı Düşle) görmekti.

Ben deftere o satırları yazarken turu düzenleyen rehber Oddur yanıma gelip şöyle dedi: “Biliyor musunuz, 2007’de açıldığı günden beri buraya turist getiririm; Türkiye’den gelip tekneme binen ilk sizsiniz.” Şaşırdım. Reykjavik’e Türkiye’den giden çok turist olmasa da, giden az sayıdaki kişi neden oraya uğramıyor bilmiyorum.

Reykjavik’ten anıtın olduğu Videy Adası’na ulaşmak birkaç dakika sürüyor. Sadece mücevherden bir kolye gibi parlayan kente karşıdan bakmak için bile değer ama adayı ziyaret etmenin onun ötesinde anlamı var. Gece saatlerinde gidince adadaki heykelleri görmek ya da restoranda yemek yeme olanağı yok tabii. Fakat “Imagine Peace Tower”ın üzerindeki ışıklar, akşam güneş battıktan 2 saat sonra yanıyor.

Beyaz mermerden yapılmış kısa bir silindirin ortasında yer alan 15 projektör düşünün. Her birinden yansıyan ışıklar, bulutlara kadar uzanıyor. Her yıl John Lennon’ın yaşgünü olan 9 Ekim ile öldürüldüğü gün 8 Aralık arasında günbatımından gece yarısına kadar; ayrıca yeni yıl gibi özel günlerde yanıyor ışıklar.

Oddur’un anlattığına göre, 15 projektörü çalıştırmak için 75.000 watt gücünde enerji gerekiyor. Ekonomik krizden önce Reykjavik Belediyesi bunun finasmanını yaparken, krizden sonra artık karşılayamayacağını açıklamış. Sonunda Reykjavik Sanat Galerisi bunu üstlenebileceğini açıklayınca mesele kalmamış ama zaten o galeri de kent yönetiminin bir parçası.

Bu kadar masrafa ne gerek var diye düşünebilirsiniz; ancak bizim için ayrı bir anlamı var bu kulenin. Ordusu olmayan, kendi kendine barış içinde yaşamak isteyen bir ülkeyiz. Yoko Ono’nun bu anlamlı anıtı yapmak için burayı seçmesi önemli. Buradan dünyaya barış mesajı gitsin isteriz. Hem biliyorsunuz, İzlanda’da kışın gündüzler çok kısa. İşe giderken, işten dönerken her yer karanlık. Ne zaman ki gökyüzüne uzanan bu ışıkları görüyoruz, mutlu oluyoruz. Karanlıkta bir umut gibi bizim için. Masrafa değmez mi?” diyor.

Elbette değer” diyorum; başlıyoruz anıtın çevresini dolaşmaya. Beyaz mermerin üzerinde 24 dilde “Imagine Peace” yazıyor. “Barışı Düşle” yazısını görünce, “İşte bu Türkçe!” diyorum. Böylece hangisinin Türkçe olduğunu benden öğreniyor Oddur.

O diller arasında Almanca da olduğu için bazı insanlar, “Nazizm’in doğduğu bir ülkenin dili neden barış anıtında var?” diyerek tepki gösteriyormuş.

Oddur bunu söyleyince, bir soru soruyorum: İnsanlar, neyi savunduklarına bakılmaksızın, vatandaşı oldukları ülkenin geçmiş hükümetlerinin ya da o günkü hükümetin yaptığı yanlışlardan sorumlu tutulup damgalanabilir mi?

Ortak bir cümle kuruyoruz gecenin sonunda: Kim olursa olsun, barışı düşleyen ve bu uğurda çaba gösteren herkese selam olsun!

20 Kasım 2011 Pazar

Dostunu Satmayanların Ülkesi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 20 Kasım 2011

Bayramda İzlanda’ya bir seyahat yaptım. Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bu ada ülkesine ilk kez ayak bastım. Farklı kültürü, müziği ve büyüleyici doğasıyla çok ilginç bir ülke İzlanda. Toplam 320 bin kişinin yaşadığı o topraklar, benim için tam bir keşif alanı oldu. O nedenle bu köşede birkaç hafta sizlerle İzlanda izlenimlerimi paylaşacağım.

Başkent Reykjavik 120 bin kişilik nüfusuyla, sessizlik ve huzur arayanlar için ideal bir kent. İzlanda’da insandan çok koyun var denir. Bunun esprinin ötesinde bir gerçek olduğunu, kişi başına iki koyun düştüğünü İzlandalılardan öğrendim.

Ülke topraklarının büyük bir kesimi volkanik; ayrıca çok sert bir iklimi olduğundan tarıma elverişli değil. Son yıllarda seralarda domates, salatalık gibi sebzeleri yetiştirmeye başlasalar da, meyve ve sebzeleri çoğunlukla ithal ediyorlar. Dolayısıyla yiyecek oldukça pahalı.

Ama ucuz olan iki şey var: Enerji ve su. İzlanda’da gerekli enerjinin yaklaşık % 85’i jeotermal ısı ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor; petrol gibi fosil yakıtların kullanımı ise çok sınırlı. Bunun sonucu olarak da, havası çok temiz.

***

Şimdi ben bunları anlattıkça, içinden “İzlanda ekonomisi çökmedi mi? Borçlarını ödeyemeyip batmadı mı? Övülecek nesi var o ülkenin?” diye soranlar olabilir.

İzlanda’nın 2008 Dünya Ekonomik Krizi’nden çok ağır etkilendiği doğru. Bankacılık sektörü iflas bayrağını çekti, milyarlarca euro tutarındaki borç ödenemez oldu, ülke İngiltere ve Hollanda’ya yaklaşık 5 milyar dolar borçlandı, işsizlik arttı. Hâlâ da kendilerine gelmiş değiller.

O dönemden sonra diğer Avrupa ülkelerinde iş arayıp, şansını ülke dışında deneyenlerin sayısı arttı. Reykjavik’te 30’lu yaşlarındaki bir İzlandalı ile sohbet ederken, “Bu ülkenin en çok neyini seviyorsun?” diye sordum. “İyi bir soru bu” dedi ve bir süre düşündükten sonra, “Havasını!” dedi.

Ekonomik krizden sonra gençlerin bir kısmı artık burada kalmak istemiyor. Evet, her şey giderek pahalanıyor ve yaşam artık daha zor. Ama ülkemin havası temiz, suyu ucuz, kışın da ne kadar soğuk olursa olsun ısınmak pahalı değil” diye devam etti.. İzlandalıların doğa bilincine dair çarpıcı bir örnekti o gencin yanıtı.

***

Daha çarpıcı bir olaya, Gullfoss adlı şelaleye gittiğimde tanık oldum. İzlanda’nın güneybatısında Hvita Nehri kanyonunda yer alan bu görkemli şelale, su yoğunluğu ve derinlik açısından Niagara Şelalesi’ni geride bırakıyor. 1875’ten itibaren turistlerin ziyaret etmeye başladığı Gullfoss, yapılmak istenen bir elektrik jeneratörüne güç sağlamak amacıyla 1907’de bir İngiliz’e kiralanmış.

O dönemde bölgede yaşayan Tomas Tomasson adlı çiftçi, kendisine yapılan öneriyi reddederek şu yanıtı vermiş: “Dostumu satmayacağım!

Daha sonra baskılar sonucu Gullfoss yabancı yatırımcılara kiralanmış. Ancak Tomasson’un kızı Sigridur Tomasdottir, yetkililere derdini anlatmak için kilometrelerce yol kat etmiş, mahkemeye gidip sözleşmeyi iptal yollarını aramış, direnmiş.

Jeneratör yapılamamış ve sonunda aksayan ödemeler nedeniyle sözleşme 1929’da iptal edilmiş. Gullfoss 1979’da koruma altına alınmış. Çevrede sadece şelaleye ulaşmayı sağlayan bir tahta köprü dışında insan yapımı hiçbir şey yok; ekosistem bütünüyle korunuyor.

İzlandalıların bir deyişi var; yanardağlardan çıkan külleri kastederek, “Bizimle dalga geçmeyin; paramız olmayabilir ama küllerimiz var” (Don't mess with us. We may not have cash, but we have ash!) diyerek espri yapıyorlar.

Ama her şakanın altında da bir gerçek vardır. Bugün paraları az ancak şelaleleri, kaynaçları ve tertemiz havaları var. Orası doğayı dostu olarak görüp, onu satmayanların ülkesi...

_

13 Kasım 2011 Pazar

Tarih bunları yazacak

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Kasım 2011

Dünya Gazeteler ve Yayıncılar Birliği’nin (WAN-IFRA) Ocak-Eylül 2011 dönemine ait “Dünya Basın Özgürlüğü Değerlendirme Raporu”na bakıyordum geçenlerde.

120’den fazla ülkede, 18.000’i aşkın yayın, 15.000 internet sitesi ve 3000’den çok kurumu temsil eden, alanında Birleşmiş Milletler’in tanıdığı tek birlik bu. Bütün dünyada basın özgürlüğünün ve editoryal bağımsızlığın geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor.

Son olarak yayınlanan rapor, hem diğer ülkelerde hem de Türkiye’de medyanın yaşadığı sorunları verilere dayalı olarak ortaya koyuyor. 2011 yılının başından bu yana toplam 44 gazetecinin öldürüldüğünü, yüzlerce medya çalışanının tehdit edildiğini ya da fiziksel şiddete maruz kaldığını yazıyor.

Dünya, raporda, basın özgürlüğü alanında coğrafik bölgelere ayrılarak incelenmiş. 2011’de öldürülen gazeteci sayısı bu bölgelere göre şöyle: Orta/Güney Amerika: 9, Asya: 15, Avrupa ve Orta Asya: 0, Ortadoğu ve Kuzey Afrika: 16, Sahraaltı Afrika 4.

Avrupa ve Orta Asya grubu içinde ele alınan Türkiye, daha önceki yıllarda yaşanan gazeteci cinayetleri yüzünden bu kategoride utanç verici bir şekilde anılmıştı. Bu yıl bir cinayet kaydedilmese de, ülke, basın özgürlüğü açısından raporda yine hiç iyi anılmıyor. Türkiye’ye ayrılan madde şu şekilde:

Türk medyası, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimi sırasında çok sayıda kırmızı hatla karşılaştı. Artık ordu mensuplarını daha özgürce eleştirmek ve Kürt azınlık hakkında açıkça yazmak olanaklı olsa da, Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi, eleştiride bulunanları bastırmak, solcu ve Kürt gazetecilere saldırmak için anlaşılması güç bir karalama yolunu ve anti-terör yasasını kullanıyor. 3 Mart’ta, önde gelen araştırmacı gazetecilerden Ahmet Şık ve Nedim Şener, aralarında gazeteci, yazar ve akademisyenlerin de olduğu 10 kişiyle birlikte polisin terörle mücadele ekipleri tarafından tutuklandı. Ahmet Şık’ın AKP’ye yakın bir İslami hareket hakkında yazdığı, henüz basılmamış kitap taslağına el konuldu. Başbakan Erdoğan, kitabı bomba ile kıyasladı. Gazetecilerin, hükümeti devirmek üzere planlandığı iddia edilen “Ergenekon” adlı askeri komplo ile ilgisi bulunan ve güvenlik bakımından açıklanamayak kanıtlar nedeniyle tutulduğu belirtildi.

Türkiye’de medya, bu rapora kısa bir haber olarak yer verse de, Türkiye’ye ilişkin bu paragrafın yayınlandığını ben görmedim.

***

1.5 ay sonra 2011 sona erecek; dünya yeni bir yılı yaşamaya başlayacak. Aradan yıllar geçince, bugün korkudan yazamaz olan basın yazacak, medya konuşacak. Gün gelip gerçekler daha rahat anlatılır olunca, yukarıdaki paragrafta özetlenen karanlık günlere ışık tutulacak.

Türkiye’nin 2011 yılı, medyada eleştirel seslerin teker teker susturulduğu, editoryal bağımsızlığın bittiği, korkuyla ve tehditle yönetilen bir yıl olarak anlatılacak. Kamuoyunu yanlış bilgilendirmek için dönen oyunların, kirli çıkar ilişkilerinin ayrıntılarını halk ne zaman öğrenir ya da öğrenir mi emin değilim...

Bugün Türkiye’de çıkan gazetelerin birçoğunu elime aldığımda, kullanılan yanlı başlıklar ve köşelerdeki inanılmaz dalkavukluklar midemi bulandırıyor. Bu ülkede medyanın çok büyük bir kısmı, gerçeği yansıtmıyor, kendi gerçeğini yaratıyor.

Bu manzara yaratılan siyasi baskı sonucu ortaya çıktığı için, siyasetçiler ve medya sahipleri açısından utanılması gereken bir tablo elbette ama onun ötesinde gazeteciler için de kahredici bir tablo.

Kamunun doğru bilgi alma hakkı, gazeteciliğin en temel ilkesidir. Ona ihanet edenler, mesleğin yüz karasıdır. Tarih onları yazacak.

-

6 Kasım 2011 Pazar

Dünyayı yöneten kapitalist ağ

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 6 Kasım 2011

Bana göre dünyanın en iyi dergisi New Scientist. Bilim ve teknoloji konusunda çok ilginç makaleleri okuyabildiğim, İngilizce yayınlanan haftalık bir yayın. Geçen haftaki sayısında yine çok ilgi çekici bir yazıya rastladım. Önce “Dünyayı yöneten kapitalist ağ” başlığını görünce şaşırdım. Bir bilim dergisinde ekonomik/siyasi bir konu ele alınmıştı.

Yazıyı okuyunca durum anlaşıldı. İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nde görev yapan üç sistem analisti, küresel ekonomi üzerinde orantısız bir şekilde aşırı güç sahibi olan 43.000 uluslararası şirketin analizini yapmış.

Çalışma, bu tür bir güç ağını, ilk kez ideolojinin ötesinde deneysel bir şekilde tanımlanmayı amaçlıyor. Bunu yapmak için, doğal sistemleri modelleştirmede kullanılan matematik mantığı ile uluslararası şirketlerin sahipleri bazında elde edilen kapsamlı veriler birleştirilmiş.

Analistlerden James Glattfelder, “Gerçek karmaşıktır; komplo teorisi ya da serbest piyasa söz konusu olsa da dogmalardan uzak durmalı. Bizim analizimiz gerçeklere dayanıyor” diyor. Öyleyse soralım; gerçeklere dayalı küresel kapitalizm incelemesinden ne çıkmış?

Daha önce yapılan çalışmalarda dünya ekonomisini elinde tutan az sayıda şirket ve bunların arasındaki sınırlı ilişkiler ortaya konmuşken, bu analizde 1318 şirketin sahipleri üzerinden ortaya çıkan ağ gözler önüne seriliyor.

1318 şirketin her birisinin ağ içindeki iki ya da daha fazla, ortalama olarak 20 şirketle, doğrudan bağlantısı var. Ayrıca bu şirketler, küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini ellerinde tutsa da, hisse senetleri aracılığıyla küresel gelirin yüzde 60’ına sahip.

Analistler işi burada da bırakmamış, şirketlerin küresel ağını daha ayrıntısıyla ortaya çıkarmışlar. Sonuçta, “Super-Entity” (Süper Birim) adını koydukları ve birbirleriyle çok daha sıkı bağları olan 147 şirket tespit etmişler.

Şirketlerden her birisinin kendi sahibi yanında, Süper Birim’deki diğer şirketler arasından da sahipleri olduğu belirlenmiş. Böylece bu 147 şirket, küresel ağdaki gelirin yüzde 40’ını elinde tutuyor.

Bunların çoğu finansal kurumlar. İlk 20’de Barclays Bank, JP Morgan Chase, The Goldman Sachs, Deutsche Bank, Merrill Lynch, Bank of New York Mellon Corp gibi şirketler var.

Küresel ekonomiyi az sayıdaki banka ve finansal kurumun kontrol ettiği elbette bilinen bir durum. Ancak bu analizin ortaya çıkardığı gerçek, bunların aralarındaki şaşırtıcı derecedeki sıkı bağlar. Glattfelder’ın söylediği gibi, “2008’de gördüğümüz üzere, eğer bir şirket sıkıntıya düşerse, bu mutlaka yayılır.” Endişe verici olan da bu.

İsveç Federal Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan çalışma, küresel ekonomik gücün mimarisini görsel olarak da önümüze seriyor. Siyah bir zemin üzerinde bir yerküre düşünün; üzerinde renkli noktalarla dünya ekonomisini kontrol eden 1318 şirket işaretlenmiş. Kırmızı noktalar, çok yakın bağlantılı olanlar; sarılar ise bağlantılı olanlar. İlişkiler de yeşil çizgilerle gösterilmiş. Kırmızıların yoğun olduğu alanda zemin artık siyah değil yeşil...

Sonuçta o çizime baktığınızda, dünyanın devletler tarafından değil, çok az sayıdaki şirketlerden oluşan bir Süper Birim/Güç tarafından yönetildiği düşüncesinin komplo teorisi olmadığını daha iyi anlıyorsunuz.

Konuyla ilgili uzmanlar, bunu zaten biliyordu; ama analiz, bu gerçeği, şirketler arasındaki ilişkinin yoğunluğunu, sıradan bir insanın da gözüyle görebileceği bir hale getirmiş.

Sadece bu nedenle bile önemli bir katkıdır.

-

30 Ekim 2011 Pazar

Dokuz Yıl Önceki Wall Street Protestosu

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Ekim 2011

Haftalardır dünya finans piyasalarının merkezinde yaşanan Wall Street İşgali’ni izliyoruz. New York’ta başlayan protesto, önce Amerika’nın birçok eyaletine, sonra da dünyanın farklı başkentlerine yayılan çok büyük boyutlu bir hareket halini aldı.

Wall Street Protestosu denilince, bugüne kadar benim aklıma ilk anda 2002 yılında tanık olduğum bir gösteri gelirdi. Amerika’yı George W. Bush’un yönettiği yıllardı. Medyada Irak’ın çok yakında işgal edileceği yazılıyor, Bush’un neoliberal politikaları Amerikan orta sınıfını ezip geçiyordu.

Tam o günlerde, 4 Ekim 2002’de Amerikan solunun tanınmış isimlerinden, tüketici hakları savunucusu ve avukat Ralph Nader, “Take it to The Street” (Sokağa Taşı) adlı bir kampanya başlattı.

Nader’ın ana hedefi, Wall Street’teki yolsuzluğa karşı çıkmak ve bunu sokak protestolarıyla ülkeye yaymaktı. Kampanyanın açılışı, Wall Street’te New York Borsası’nın karşısındaki alanda onbinlerce kişinin katılımıyla yapıldı. Onların arasında ben de vardım.

Kalabalıktakilerle konuşmuş, neden bu kampanyaya destek verdiklerini sormuştum. Şirketlerin milyonlarca doları halkın cebinden çaldığını söylüyordu hepsi. Polisin bariyerler koyarak, katılımcıları belli bir alana hapsetme çabaları arasında sıkışıp kalmış, yağmur altında ıslanıyorduk. Ama kimsenin bir yere gideceği yoktu; herkes Nader’ın yapacağı konuşmayı bekliyordu.

Ardı ardına 7-8 kişi konuştuktan sonra, sahnede yanında gitarist Oliver Ray’le birlikte Patti Smith’i gördük. O anda Wall Street’e hakim olan heyecanı kelimelerle anlatmak olanaksız.

Bugüne kadar Patti Smith’i birçok kez konserlerde izledim. Her biri unutulmayacak kadar güzeldi ama o gün tek bir gitarla, sol yumruğu havada söylediği “People Have the Power!”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici dakikalardı. Onca insanın punk rock’ın bu özgün sesine hep birlikte eşlik edişi, Wall Street’teki bütün binaları titretecek kadar güçlüydü.

Ralph Nader, o gün 12 maddelik kongre adaylığı duyurusunu da açıkladığı konuşmasında şöyle diyordu: “Şirketler asla bizim efendimiz olmak için tasarlanmadı; aksine kamu çıkarı adına bizlere hizmet için kuruldu. Ama para hırsı, sonunda hile, yolsuzluk ve suçla dönen spekülatif bir kumarhane yarattı. Bizler halk olarak kendi kaynaklarımızı kontrol altına almalıyız!

Nader’ın sözleri, dinleyicilerin “Açgözlülük bitsin!” şeklindeki coşkulu tezahüratlarıyla karşılanmıştı. Kalabalık arasında Nader’ı desteklemese de kuduran kapitalizme karşı olanlar da vardı. O gün Wall Street’te bizzat duyduğum sloganların, gördüğüm pankartların aynılarını, bugün yine medyadaki Wall Street’i İşgal haberlerinde görüyorum.

Dokuz yıl önce oldu bunlar; 2008 Ekonomik Krizi’nden altı yıl önce... O günden bu yana ne yapıldı Amerika’da? Obama, zengin sınıfa karşı orta sınıfı yeterince destekleyebildi mi? Hayır.

Bütçe açığını azaltmak için zenginlerin vergilerini artırmayı istediğini söylerken, “Bu bir sınıf savaşı değil, matematik” diyor ve işin aslını inkar ediyor. Amerika’da hiçbir politikacı itiraf etmek istemese de, bu tam bir sınıf savaşı! 2002’de de bugün de Wall Street’i dolduran insanlar, hakça bir düzen istiyor, kapitalizmin sömürüsüne isyan ediyorlar.

Ama bu politika... Obama’nın, işgal hareketini kendi yanına çekerek, aşırı sağcı Çay Partisi hareketini dengelemek için kullanmak isteyeceği de açık. Oysa Wall Street işgalcilerinin temsilcisi ne büyük sermayenin milyonlarıyla seçilen Obama olabilir ne de başka bir Demokrat Partili. Meydanlarda yankılanan talepleri ancak bağımsız bir sosyalist aday yerine getirir.

-

16 Ekim 2011 Pazar

Cezaevinde Vegan Olmak

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Ekim 2011

Ben sık sık müzik festivallerinde vegan yemek satılmadığı için şikayet ederim. Alana dışardan yiyecek sokmak yasak olduğundan, bütün gün ayakta durup et kokuları arasında aç kalmak, festivali veganlar açısından zorlu bir hale sokar. Özellikle ülkemizde çok az sayıda vegan olduğundan, pek de dikkat çekmez yaşadığımız sıkıntı.

Ancak son günlerde medyaya yansıyan bir haber, bir veganın başına gelebilecek en ağır durumlardan birini ortaya çıkardı. Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde yatan vegan mahkum Osman Evcan, kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmesi için mücadele içinde. Olayın özünü Evcan’ın kamuoyuna yazdığı mektuptan alıntılayarak okuyalım:

Düşünsel, felsefi eğilimlerim nedeniyle 8 yıldır vejetaryen bir yaşam sürdürmekteyim. Hiçbir hayvan eti ve hayvan etiyle yapılmış yemeği yemiyorum. Hayvan ürünleri de (tereyağı, peynir, bal, süt, yoğurt, sucuk, salam vb.) yemiyorum. Hayvansal ürünlerden yapılmış (deri, yün) kullanım-giyim eşyalarını kullanmıyorum.

Vejetaryan olmam nedeniyle cezaevi mutfağında pişirilen etsiz yemekler tarafıma verilmektedir. Fakat cezaevi mutfağında yapılan bu yemekler o kadar kötü, bozuk yapılıyor ki, yenilebilir gibi değildir.

Cezaevi yönetimine, tarafıma verilen yemeklerin düzeltilmesi amacıyla 2010 yılı Aralık ve 2011 yılı Ocak ayı içerisinde birkaç kez dilekçe yazdım. İdare, sorunun çözümü yönünde herhangi bir girişimde bulunmadı, duyarsız kaldı. 

17 Haziran’dan bu yana cezaevi mutfağında hazırlanmış yemekleri almama eylemim devam etmektedir. Beslenme ihtiyacımı kendi ekonomik olanaklarımla karşılıyorum. 

Son olarak, cezaevi kantininde sebze-meyva ve diğer bazı besin maddelerinin getirilmesi ve satılması kısıtlanmaktadır.


(Osman Evcan, mektubunda vejetaryen olduğunu yazmış ama yaptığı açıklamaya göre kendisi vegan. Cezaevindeki sağlık koşulları ve doktor muayenesi hakkındaki sıkıntıları da anlattığı mektubun tamamı, internet üzerinde http://osmanayemek.tumblr.com adresindeki sayfadan okunabilir. Buradan Evcan’a destek için başlatılan imza kampanyasına katılma olanağı da var.)

***

Ben de düşünsel ve felsefi eğilimleri nedeniyle hiçbir hayvansal ürün yemeyen ve tüketmeyen bir veganım.

Bu konudaki haberleri okuyunca, “Kendi isteğimle gittiğim festivallerde bir gün boyunca süren açlığımın sürekli olmak zorunda kalması halinde ne yapardım?” diye düşündüm.

Ben de Osman Evcan gibi mektuplar yazar, sesimi duyurmaya çalışırdım. Medya haber yapsa da, cezaevi yetkilileri, Adalet Bakanlığı bu haklı talebi dinler miydi? Etik nedenlerle vegan olan bir insanın aç kalmasına göz yumulur muydu?

Bazılarının “Yemek bulmuş da seçiyor!” diyerek duyarsızlaşabileceğini tahmin ediyorum. Benim seslenmek istediğim onlar değil; vicdan sahibi olanların empati yapıp, kendilerini bir an için Osman Evcan’ın yerine koymasını istiyorum. Talebi, sadece hayvansal ürün içermeyen, yenilebilir yemektir. Bu durumda olan mahkumlar için diyet yemeği çıkarmak, olanaksız değildir.

Mahkumlar için insani yaşam koşullarının sağlanması devletin görevi. Hapiste yatanlar, özgürlükten mahrum kalmak dışında, sağlık, barınma, yemek, hijyen, havalandırma vb. diğer bütün insan haklarına sahip olmalıdır. lrk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka bir görüş, milliyet, etnik ya da toplumsal köken, mülkiyet ve herhangi bir statü nedeniyle ayrımcılık yapmak, bütün dünyada insan hakları belgeleriyle yasaklanmıştır.

Osman Evcan’ın vegan olması da bir felsefi/politik dünya görüşüdür. Cezaevinde kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmemesi, en başta ayrımcılık anlamına gelir!

Yetkililer, bu ayıbı ve haksızlığı ortadan kaldırmalıdır.

-

9 Ekim 2011 Pazar

Wall Street'in "Arap Baharı"

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Ekim 2011

Amerika, bir süredir kapitalizm karşıtı gösterilerle sarsılıyor. “Sarsılıyor” dedim ama aslında ana akım medya bu sarsıntıyı görmezden gelmek amacıyla elinden geleni yaptığı için, olan biteni herkes aynı şiddette hissetmiyor.

Geçenlerde The New York Times’da protestonun liderlerinden Zuni Tikka’yı “yarı çıplak” diye nitelendirerek küçümsemeye çalışan bir yazı çıktı. Ginia Bellafante’nin imzasını taşıyan “Yanlış amaçlarla Wall Street’i hedeflemek” başlıklı yazı tam anlamıyla skandaldı.

Bizim ana akım medya, Amerika’yı bu gazete ne yazarsa öyle tanıdığından, herhalde Bellafante’nin çarpıtılmış yorumlarına inanmış olacak ki, Wall Street’e karşı direniş hareketi fazla yankı bulmadı. Belki de işin doğası gereği kapitalizme vurmak istemediler.

Adbusters adlı aktivist internet dergisinin Twitter’da “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et) sloganı ile başlayan hareket, giderek Chicago, Boston, Washington, Los Angeles, Florida, Denver gibi yerlere de yayılıyor.

Ne istiyor Wall Street’te eylem için kamp yapanlar?

Zengin kesimden alınan vergiler artsın, yolsuzluklar ve para hırsı bitsin, sosyal harcamalardaki kesintiler olmasın diyorlar. Amerika’da giderek yükselen aşırı sağa ve kapitalizmin sömürüsüne, IMF’ye, Dünya Bankası’na, Nafta’ya ve onların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanan sınıflara karşı çıkıyorlar.

Çok yüksek miktarlarda okul harçları ödeyip mezun olduktan sonra artık iş bulamamaya, geleceklerinin ellerinden alınmasına isyan ediyorlar. Haklarına sahip çıkmak için evlerine gitmeden gece gündüz nöbet tutuyor, protesto haklarını kullanıyorlar. “Birkaçı zenginleşir, milyonlar sefilleşir”, “Borç = Kölelik” diyorlar.

Michael Moore, Susan Sarandon, Noam Chomsky gibi ünlü isimlerin de destek verdiği eylemler, son yıllarda dünyanın birçok farklı yerinde görülen kapitalizm karşıtı gösterilerin son örneği. Amerika’da, özellikle New York kentinde Wall Street’e karşı olması ayrıca anlamlı.

Ancak sanmayın ki, bütün dünyaya özgürlük ve demokrasi nutukları atan Amerika, kendi ülkesindeki bu barışçıl eylemleri hoşgörüyle karşıladı. Gösterilere katılanlar, kaldırımlarda sürüklenerek plastik kelepçelerle bağlandı. Polis çizgisine yaklaşanların yüzlerine kimyasal madde sıkıldı. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda birçok kişi tutuklandı.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki barışı bombalarla sağlama yöntemini tercih eden bir ülkeden ne beklenir ki? Kapitalist sömürüye başkaldırıp hak aramak suç Amerika’da... Oysa YouTube üzerinde eyleme karşı acımasız polis müdahalesini izlerseniz, asıl suçu kimin işlediği görülüyor.

New York’ta başlayıp Amerika’ya yayılan kapitalizm protestosu finans sektöründe köşe başlarını tutanları ve Beyaz Saray’ı huzursuz ediyor mu bilmiyorum ama Wall Street İşgali için açılan internet sayfasında şöyle diyor eylemciler:

Hepimizin sahip olduğu ortak nokta şu. Yüzde 1’lik kesimin aşırı para hırsı ve yolsuzluğuna artık daha fazla hoşgörü göstermeyecek olan yüzde 99’luk kesimiz biz. Amerika’nın yalnızca ekonomi politikalarına değil, Amerikan halkının kültüre ve insanlığa yaklaşımına da egemen olan ve kârı her şeyin üzerinde tutan ilkeyi reddediyoruz. Mısır, Yunanistan, İspanya ve İzlanda’daki kardeşlerimiz gibi, Arap Baharı’nın kitlesel işgal taktiklerini kullanarak Amerika’da demokrasiyi yeniden kurmak istiyoruz.

Amerika’nın "Arap Baharı" Wall Street’ten başladı. Birileri de çıkıp Amerika’ya “Kendine gel, gerekli reformları yap, sabrımız taştı!” dese yeridir.

-