© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Temmuz 2011
Kimdir vicdan sahibi uygar kişi?
Bu soruyu rastgele birilerine sorsanız, ortak yanıt aşağı yukarı şöyle olur: “Demokrasiye, hukuka, insan haklarına saygılı, başkalarının sorunlarına da duyarlı birey.”
Ancak 21. yüzyılda yaşıyoruz. Eksiği yok mu bu yanıtın?
Elbette var; çağın sorunları sadece insan haklarıyla sınırlı değil artık. Çevre ve hayvan hakları konusunda da duyarlı olmayı gerektiriyor modern yaşam. İnsanoğlu, dünyayı güdümüne alan kapitalizmin yarattığı hırsla yaşadığı gezegeni kirletti, kaynakları köreltti, canlı türlerini yok edip her şeyin dengesini bozdu.
Bina dikmek için bir ağaç kesiliyor ve bu sizi rahatsız etmiyorsa, vicdan sahibi uygar insan değilsiniz. Eğlenmeniz için yunuslara işkence yapılıyor ve ses çıkarmıyorsanız, vicdan sahibi uygar insan değilsiniz.
javascript:void(0)
***
Bugün asıl üzerinde durmak istediğim konu, Yunus Gösteri Merkezi denilen ama gerçekte Yunus İşkence Merkezi olan parklar. Bu merkezlerde daracık beton havuzlar içine hapsedilen yunuslar çok kötü koşullarda çalıştırılıyor ve sonunda hastalanarak ölüyor. Yerlerine yenileri konulduğundan insanlar orada yaşanan katliamın farkına bile varmıyor.
Bir süre önce şehir fırsatları sunan Grupanya adlı şirket, İstanbul’daki Dolphinarium için indirim kampanyası düzenledi. 2010 Eylül ayından bu yana tepkilere kulaklarını tıkayan bu şirketle bir kez de kendim muhatap olmaya karar verdim.
Önce Call Center'da karşıma çıkan görevliyle konuştum. Görüşebileceğim yetkilinin telefon numarasını uzun süre vermedi. Israrlarım sonucu bir başka telefon numarasından Müşteri İlişkileri Sorumlusu Funda Gedik’e ulaştım.
Kendisine konunun etik yönünden söz edip, Grupanya’nın bu işkenceyi neden desteklediğini sordum. Benden konuyu yazılı aktarmamı isteyip e-posta adresini verdi ve mutlaka yanıt vereceğini söyledi. 16 Haziran’da aynı gün gönderdim e-postayı ama hâlâ yanıt yok.
Şirketin sahibi Alemşah Öztürk’e Twitter’da derdimi anlatmaya çalıştım, hiç ses yok. Duyduğuma göre yaklaşımları şu: Her rahatsızlığı dikkate alırsak, o zaman dinci kesim itiraz eder diye içkili restoran promosyonu da yapamayız...
Bu bakış açısının sakatlığı konuyu hiç anlamamış olmalarından kaynaklanıyor. Uzmanların yaptığı araştırmalar, bu merkezlerde çalıştırılan yunusların bir süre sonra koşullara dayanamayıp öldüğünü gösteriyor. Yani ortada kâr için katledilen yunuslar var! Bunu içkiden rahatsız olmayla kıyaslamak abesle iştigaldir.
***
Yunus parklarını işleten ve onların promosyonunu yapan firmaların giderek artan tepki karşısında dayandığı nokta da, bunların “yasal” olması. Yunus terapilerini sağlık hizmetiymiş gibi göstermeye çalışsalar da, parkların sadece eğlence amaçlı olduğu ortadadır.
Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu Bern (Yaban Hayatı Koruma Sözleşmesi) ve CITES’e (Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Flora ve Faunanın Uluslararası Ticareti Sözleşmesi) de uygun değildir bu parklar. SAD (Sualtı Araştırmaları Derneği) Kurucu Üyesi Cem Orkun Kıraç’ın bu konuyu özetleyen güzel bir yazısı var; internette bulup okumanızı öneririm.
İşin yasal kısmını yunus parklarını savunanlara karşı gündeme getirdim. Aslında vicdan sahibi uygar bir insanı rahatsız eden temel nokta, yunuslara uygulanan zulüm olmalıdır.
Grupanya yunus parklarını destekleyen tek şirket değil, onun gibi şirketler çok. Acun Ilıcalı gibi Survivor’daki yarışmacılara ödül olarak sunanlar da var.
Devletin ilgili kurumları bir an önce bu parklar konusunda harekete geçmelidir. Katalonya'da boğa güreşinin, İngiltere'de sirklerde hayvan kullanılmasının, bizde sokakta ayı oynatılmasının yasaklandığı gibi yunus parkları da yasaklanmalıdır!
-
17 Temmuz 2011 Pazar
10 Temmuz 2011 Pazar
4 Günlüğüne Hippi
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Temmuz 2011
“Neden herkes inekler gelene kadar burada kalmak istiyor?”
The Observer’ın Glastonbury Festivali için yayınladığı özel ekte bu başlık kullanılmıştı. 1970’ten bu yana düzenlenen ünlü festivalin bu yılki 177 bin konuğundan birisi de bendim ve şimdi bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım.
İngiltere’nin Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında, aslında üzerinde ineklerin otladığı, Worthy Farm adlı bir süt ürünleri çiftliğinde dört gün yaşadım.
Yağmurun toprağı balçığa çevirdiği bir zeminde çadırda kalmak hiç de kolay değilmiş. Gece başlayan rüzgarın da etkisiyle şiddetle titreyen çadırla birlikte uçacağımı düşünmedim değil. Havalandırma penceresinden içeri giren sular da cabası...
İki gün sonra güneş açtığında balçıktan biraz olsun kurtulacağımızı düşünerek sevindik. Çünkü ayağımızdaki plastik çizmelerin her biri, çamura bata çıka yürürken herhalde 5 kilo ağırlığa ulaşıyordu.
Bu arada yapışkan balçığın içine saplanıp yerinden oynatılmaz hale gelen çizmeler konusunda taktikler geliştirdim. Öyle bir durumda kalmamak için kesinlikle adımlarınızı hızlı atmalısınız; bir an durursanız tamamen yapışıyor. Ayrıca ağırlığınızı tabana değil, mümkün olduğunca parmaklarınıza doğru vermelisiniz. Bunları yapmayanların çizmelerini balçığın içine terk etmekten başka çaresinin olmadığına tanık olduk.
Worthy Farm’daki bir başka sorun, insanı bir anda hayattan bezdirebilecek nitelikteki portatif tuvaletlerdi. Öncelikle içine girebilmek için, burnunuzdan değil ağzınızdan nefes almalısınız. İçerde ağzınız açık bir haldeyken olabildiğince etrafa dokunmadan çabucak işinizi bitirmelisiniz.
Dışarı çıktığınızda elinizi yıkamayı mı düşünüyorsunuz? Ne yazık ki her tuvalette akan su yok. Şanslıysanız mikrop öldürücü jellerden bulursunuz, ama onlar da kısa sürede tükendiğinden en iyisi yanınızda taşımanız.
Bütün gün bir sahneden diğerine koşturup yoruldunuz değil mi? Çadıra gidip uyuma hayaliniz, yandaki çadırda büyük bir gürültüyle horlayan adam yüzünden yıkılır. Ayrıca dans sahnelerine yakın bir yerde kalıyorsanız, zaten uyuyamayacağınız için sessizliği rüyanızda bile bulamazsınız.
O pisliğin içinde dört gün yaşayıp duş almamak olur mu? Olmaz! Ancak duş olanağı sınırlı. Greenpeace sağ olsun; kendisine ait bölgeye sıcak sulu duşlar koymuş. Yanınıza bir tek havlunuzu alıp gidiyorsunuz.
Kenarları çevrili, üstü açık bir alanda herkes aynı yerde duşunu alıyor. Bir tür hamam gibi. Kadınlar kısmına girdiğinizde emziren kadın da görüyorsunuz, sanki saunadaymış gibi yayılıp işin keyfini çıkarmaya çalışan da.
Temizlendiğiniz için rahatlayarak dışarı çıkıyorsunuz. Fakat bu üzün sürmüyor; çünkü gününüze yine balçığın içinde devam ediyorsunuz.
Bütün bunları anlatmamın nedeni, The Observer’ın sorusuna yanıt bulmak. Festivalde tanıştığım bazı kişilerin eski festivallere de katıldıklarını gösteren güvenlik bilekliklerini hâlâ taktıklarını gördüm.
Tam on tane bileklik taşıyan bir Hollandalı’ya nedenini sordum: “Canım sıkılınca onlara bakıp mutlu oluyorum” dedi. Bir başkası, “Gurur duyuyorum da ondan” dedi. Bir tanesi, bilekliklerin “kendisi gibi olanların onu tanıması için bir işaret” olduğunu söyledi.
Gördüm ki, Glastonbury’de bunca zorluğa karşın, benim gibi titiz ve düzen hastası bir insanı bile çeken bir şey var. 50’den fazla sahnede 2000’i aşkın performansı izlemek olağanüstü bir duygu. Yaşanan zorluklarsa bunun karşılığında ödediğiniz bedel gibi. Bir şeyi elde etmek için zorlandığınızda o daha değerli olur ya, öyle bir durum var.
İnsanlar herkesin müzik ve sanat konuşup eğlendiği bu fantastik dünya deneyimini yaşamak için 4 günlüğüne hippi oluyor Glastonbury’de.
(Glastonbury hakkındaki diğer yazımı okumak, fotoğraf ve videoları görmek için: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/07/glastonbury-butun-festivallerin-anas.html )
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Temmuz 2011

The Observer’ın Glastonbury Festivali için yayınladığı özel ekte bu başlık kullanılmıştı. 1970’ten bu yana düzenlenen ünlü festivalin bu yılki 177 bin konuğundan birisi de bendim ve şimdi bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım.
İngiltere’nin Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında, aslında üzerinde ineklerin otladığı, Worthy Farm adlı bir süt ürünleri çiftliğinde dört gün yaşadım.
Yağmurun toprağı balçığa çevirdiği bir zeminde çadırda kalmak hiç de kolay değilmiş. Gece başlayan rüzgarın da etkisiyle şiddetle titreyen çadırla birlikte uçacağımı düşünmedim değil. Havalandırma penceresinden içeri giren sular da cabası...
İki gün sonra güneş açtığında balçıktan biraz olsun kurtulacağımızı düşünerek sevindik. Çünkü ayağımızdaki plastik çizmelerin her biri, çamura bata çıka yürürken herhalde 5 kilo ağırlığa ulaşıyordu.
Bu arada yapışkan balçığın içine saplanıp yerinden oynatılmaz hale gelen çizmeler konusunda taktikler geliştirdim. Öyle bir durumda kalmamak için kesinlikle adımlarınızı hızlı atmalısınız; bir an durursanız tamamen yapışıyor. Ayrıca ağırlığınızı tabana değil, mümkün olduğunca parmaklarınıza doğru vermelisiniz. Bunları yapmayanların çizmelerini balçığın içine terk etmekten başka çaresinin olmadığına tanık olduk.
Worthy Farm’daki bir başka sorun, insanı bir anda hayattan bezdirebilecek nitelikteki portatif tuvaletlerdi. Öncelikle içine girebilmek için, burnunuzdan değil ağzınızdan nefes almalısınız. İçerde ağzınız açık bir haldeyken olabildiğince etrafa dokunmadan çabucak işinizi bitirmelisiniz.
Dışarı çıktığınızda elinizi yıkamayı mı düşünüyorsunuz? Ne yazık ki her tuvalette akan su yok. Şanslıysanız mikrop öldürücü jellerden bulursunuz, ama onlar da kısa sürede tükendiğinden en iyisi yanınızda taşımanız.
Bütün gün bir sahneden diğerine koşturup yoruldunuz değil mi? Çadıra gidip uyuma hayaliniz, yandaki çadırda büyük bir gürültüyle horlayan adam yüzünden yıkılır. Ayrıca dans sahnelerine yakın bir yerde kalıyorsanız, zaten uyuyamayacağınız için sessizliği rüyanızda bile bulamazsınız.
O pisliğin içinde dört gün yaşayıp duş almamak olur mu? Olmaz! Ancak duş olanağı sınırlı. Greenpeace sağ olsun; kendisine ait bölgeye sıcak sulu duşlar koymuş. Yanınıza bir tek havlunuzu alıp gidiyorsunuz.
Kenarları çevrili, üstü açık bir alanda herkes aynı yerde duşunu alıyor. Bir tür hamam gibi. Kadınlar kısmına girdiğinizde emziren kadın da görüyorsunuz, sanki saunadaymış gibi yayılıp işin keyfini çıkarmaya çalışan da.
Temizlendiğiniz için rahatlayarak dışarı çıkıyorsunuz. Fakat bu üzün sürmüyor; çünkü gününüze yine balçığın içinde devam ediyorsunuz.
Bütün bunları anlatmamın nedeni, The Observer’ın sorusuna yanıt bulmak. Festivalde tanıştığım bazı kişilerin eski festivallere de katıldıklarını gösteren güvenlik bilekliklerini hâlâ taktıklarını gördüm.
Tam on tane bileklik taşıyan bir Hollandalı’ya nedenini sordum: “Canım sıkılınca onlara bakıp mutlu oluyorum” dedi. Bir başkası, “Gurur duyuyorum da ondan” dedi. Bir tanesi, bilekliklerin “kendisi gibi olanların onu tanıması için bir işaret” olduğunu söyledi.
Gördüm ki, Glastonbury’de bunca zorluğa karşın, benim gibi titiz ve düzen hastası bir insanı bile çeken bir şey var. 50’den fazla sahnede 2000’i aşkın performansı izlemek olağanüstü bir duygu. Yaşanan zorluklarsa bunun karşılığında ödediğiniz bedel gibi. Bir şeyi elde etmek için zorlandığınızda o daha değerli olur ya, öyle bir durum var.
İnsanlar herkesin müzik ve sanat konuşup eğlendiği bu fantastik dünya deneyimini yaşamak için 4 günlüğüne hippi oluyor Glastonbury’de.
(Glastonbury hakkındaki diğer yazımı okumak, fotoğraf ve videoları görmek için: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/07/glastonbury-butun-festivallerin-anas.html )
-
Etiketler:
Glastonbury Festivali,
müzik
3 Temmuz 2011 Pazar
Kapitalizme Bakış (II)
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Temmuz 2011
Geçen hafta The Nation dergisinin kapitalizmin yarattığı sorunların çözümüne dair çeşitli uzmanlardan aldığı görüşleri konu edinen bir yazı yazmıştım. Yazının sonunda da, bugünkü yazımın bu konuda hemfikir olduğum bir bilim insanının görüşleriyle ilgili olacağını belirtmiştim.
O bilim insanı, Amerika’daki Villanova Üniversitesi İnsan Bilimleri ve Augustinian Geleneği Bölümü’nden Prof. Eugene McCarraher. McCarraher, kapitalizmi etik nedenlerle reddeden bir sosyalist. Aynı zamanda Katolik inancına mensup olması ilginç bir durum; ancak McCarraher ile kapitalizme ortak bir bakış açımız var.
***
The Nation’ın görüşlerini aldığı diğer uzmanlar, kapitalizmi yeniden düzenleyerek aşırılıkları gidermeye ve sonuçta “kapsayıcı kapitalizm” (inclusive capitalism) ya da “demokratik kapitalizm” denilen sistemi yaratmaya çalışırlarken, McCarraher, bu yolu baştan reddediyor.
Şöyle diyor: Kapitalizmi yeniden oluşturmak yerine, kendimize bu sistemin kötücül olduğunu hatırlatmalıyız. Kapitalizmin doğası ve mantığı uslanmaz bir şekilde açgözlüdür. Kâr ve üretimi maksimize etme ihtiyacının sürüklediği bir mülkiyet sistemi olarak kapitalizm, sürekli olarak dönen bir birikim girdabıdır. Kapitalistler, para kazanmak için yeni yollar ararken kapitalizmi zaten birçok defa yeniden şekillendirmiş durumda. Kâr hatırına değişim, kapitalizmde tek değişmeyen şeydir.
Bugüne kadar yapılan reformların, toplu pazarlık, iş dünyasındaki düzenlemeler ve refah devletini yeniden şekillendirmekte başarılı olduğu kabul edilebilir. Fakat bunlar ne kadar etkili olursa olsun, tamamen değiştirilmedikçe, sonuçta kapitalizmin özü aynı kalıyor.
Profesör McCarraher’ın da işaret ettiği gibi, son 40 yılda dünyada sosyal demokrasiye yapılan saldırılara ve New Deal liberalizmine bakarsak, birikim hırsı, kapitalizmin özü olarak aynen yerinde duruyor.
***
Birtakım yeni düzenlemelerin bu özün yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırıp, gerçekten hakça bir düzen kurulmasına olanak tanıyacağına inanmalı mıyız? Bazılarının ortaya attığı “demokratik kapitalizm” denilen kavram boş bir hayal olmaktan öteye geçebilir mi?
Yanıtım “Hayır”. Ana amacı kâr maksimizasyonu olan bir sistemde ne yaparsanız yapın, hırs yarışında bir piyon olacaktır insanoğlu...
Kapitalizmin insanlığı getirdiği bugünkü noktada görünen şudur: Her geçen gün daha fazla büyümek için yakıp yıkarak, doğayı katlederek üretim krizine giren şirketler, bu döngüyü sürdürmek için tüketim çılgınlığıyla güdülenen insanlar ve şirketler arasındaki ekonomik savaşta tamamen geri planda kalan toplum ve çevre yararı.
Eugene McCarraher, bugünün dünyasında kapitalistlerce savunulan “ekonomik büyüme” gerekçesinin de, aslında insani değerlere tecavüz gerekçesi olarak kullanıldığı inancında. Ve bunun soldaki bazı düşünürlerde bile önemli bir “yanılsama” oluşturduğunu savunuyor.
***
Şimdi diyebilirsiniz ki, sistemi bu şekilde toptan reddedince ne olacak? Profesörün bu konudaki yanıtı ilk başta çok radikal gelebilir ama düşününce çok basit bir yolu işaret ettiğini fark ediyorsunuz. “İnsan olmak ne demek?”, “Gerçekten ne istiyoruz?” Bunlar gibi moral değerlerle ilgili sorulara verilecek yanıtların, gerçekte siyasi alanda da belirleyici olacağı açık.
İnsanoğlunu vahşi bir yarışın oyuncuları olarak güdüleyen sistem dizginlenebilse, dünyanın düzeni de değişecek elbette. O zamana kadar yapılan düzenlemeler savaş, yıkım ve katliamların sonunu getirebilir mi?
Ne yazık ki hayır... Azaltabilir mi? Bir yerde azaltırken, bir başka yerde artırır ki sömürü sürsün...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Temmuz 2011
Geçen hafta The Nation dergisinin kapitalizmin yarattığı sorunların çözümüne dair çeşitli uzmanlardan aldığı görüşleri konu edinen bir yazı yazmıştım. Yazının sonunda da, bugünkü yazımın bu konuda hemfikir olduğum bir bilim insanının görüşleriyle ilgili olacağını belirtmiştim.
O bilim insanı, Amerika’daki Villanova Üniversitesi İnsan Bilimleri ve Augustinian Geleneği Bölümü’nden Prof. Eugene McCarraher. McCarraher, kapitalizmi etik nedenlerle reddeden bir sosyalist. Aynı zamanda Katolik inancına mensup olması ilginç bir durum; ancak McCarraher ile kapitalizme ortak bir bakış açımız var.
***
The Nation’ın görüşlerini aldığı diğer uzmanlar, kapitalizmi yeniden düzenleyerek aşırılıkları gidermeye ve sonuçta “kapsayıcı kapitalizm” (inclusive capitalism) ya da “demokratik kapitalizm” denilen sistemi yaratmaya çalışırlarken, McCarraher, bu yolu baştan reddediyor.
Şöyle diyor: Kapitalizmi yeniden oluşturmak yerine, kendimize bu sistemin kötücül olduğunu hatırlatmalıyız. Kapitalizmin doğası ve mantığı uslanmaz bir şekilde açgözlüdür. Kâr ve üretimi maksimize etme ihtiyacının sürüklediği bir mülkiyet sistemi olarak kapitalizm, sürekli olarak dönen bir birikim girdabıdır. Kapitalistler, para kazanmak için yeni yollar ararken kapitalizmi zaten birçok defa yeniden şekillendirmiş durumda. Kâr hatırına değişim, kapitalizmde tek değişmeyen şeydir.
Bugüne kadar yapılan reformların, toplu pazarlık, iş dünyasındaki düzenlemeler ve refah devletini yeniden şekillendirmekte başarılı olduğu kabul edilebilir. Fakat bunlar ne kadar etkili olursa olsun, tamamen değiştirilmedikçe, sonuçta kapitalizmin özü aynı kalıyor.
Profesör McCarraher’ın da işaret ettiği gibi, son 40 yılda dünyada sosyal demokrasiye yapılan saldırılara ve New Deal liberalizmine bakarsak, birikim hırsı, kapitalizmin özü olarak aynen yerinde duruyor.
***
Birtakım yeni düzenlemelerin bu özün yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırıp, gerçekten hakça bir düzen kurulmasına olanak tanıyacağına inanmalı mıyız? Bazılarının ortaya attığı “demokratik kapitalizm” denilen kavram boş bir hayal olmaktan öteye geçebilir mi?
Yanıtım “Hayır”. Ana amacı kâr maksimizasyonu olan bir sistemde ne yaparsanız yapın, hırs yarışında bir piyon olacaktır insanoğlu...
Kapitalizmin insanlığı getirdiği bugünkü noktada görünen şudur: Her geçen gün daha fazla büyümek için yakıp yıkarak, doğayı katlederek üretim krizine giren şirketler, bu döngüyü sürdürmek için tüketim çılgınlığıyla güdülenen insanlar ve şirketler arasındaki ekonomik savaşta tamamen geri planda kalan toplum ve çevre yararı.
Eugene McCarraher, bugünün dünyasında kapitalistlerce savunulan “ekonomik büyüme” gerekçesinin de, aslında insani değerlere tecavüz gerekçesi olarak kullanıldığı inancında. Ve bunun soldaki bazı düşünürlerde bile önemli bir “yanılsama” oluşturduğunu savunuyor.
***
Şimdi diyebilirsiniz ki, sistemi bu şekilde toptan reddedince ne olacak? Profesörün bu konudaki yanıtı ilk başta çok radikal gelebilir ama düşününce çok basit bir yolu işaret ettiğini fark ediyorsunuz. “İnsan olmak ne demek?”, “Gerçekten ne istiyoruz?” Bunlar gibi moral değerlerle ilgili sorulara verilecek yanıtların, gerçekte siyasi alanda da belirleyici olacağı açık.
İnsanoğlunu vahşi bir yarışın oyuncuları olarak güdüleyen sistem dizginlenebilse, dünyanın düzeni de değişecek elbette. O zamana kadar yapılan düzenlemeler savaş, yıkım ve katliamların sonunu getirebilir mi?
Ne yazık ki hayır... Azaltabilir mi? Bir yerde azaltırken, bir başka yerde artırır ki sömürü sürsün...
-
Etiketler:
demokrasi,
ekonomik büyüme,
Eugene McCarraher,
kapitalizm,
sosyal demokrasi,
sosyalizm
28 Haziran 2011 Salı
Kapitalizme Bakış (I)
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Haziran 2011
Kapitalizm, 2008’de dünyada yol açtığı büyük krizden sonra uzun süre tartışıldı, hakkında belgeseller çekildi. O güne kadar bu ekonomik sistemi savunanlar arasından bile artık sonunun geldiğini söyleyenler çıktı. Sonra yapılan birtakım düzenlemelerle sanki mesele halledilmiş gibi gösterildi. Oysa kapitalizmin doğasından kaynaklanan sorunlar giderek derinleşirken, milyonlarca insan aç ve çaresiz yaşamaya devam ediyor.
Amerika’da solun önde gelen yayın organlarından birisi, ülkenin en eski haftalık politika ve kültür dergisi The Nation, bu sorunu bu haftaki sayısında tartışmaya açtı. Konu hakkında yaratıcı fikirler üretebilecek bir grup aktivist, işadamı ve düşünüre şu soruyu yöneltti:
“Amerikan kapitalizmini daha az yıkıcı ve daha az baskıcı kılıp, insanların mutlu bir hayat sürmesi için duydukları gereksinimlere odaklanacak bir sistem haline getirmek için neyi değiştirirdiniz?”
***
William Greider imzalı yazıda şöyle deniyor: Mevcut iki partili sistemde, partiler sorunlara çözüm bulmaktan uzak. İkisi de dar görüşlü bir şekilde ağız dalaşına giriyor ama ekonomik kriz hakkında doğruları ortaya koymuyor. Cumhuriyetçiler, küçük devlet fikrine karşı inanılmaz bir nostalji içinde kaybolmuş. Demokratlar ise, yanlış giden her şeyin düzenlemelerle yola koyulacağı konusunda ısrarlı; ama yıkıcı felaketin asıl nedeninin, düzenlemelerdeki başarısızlık olduğunu görmezden geliyorlar.
Bu durumda kontrolsüz kapitalizmin neden olduğu düşen ücretler, artan işsiz sayısı, dış ticaret açığı, dış borç, derinleşen eşitsizlik ve orta sınıfın yok oluşu, vb. sorunlar devam ederse bunlara nasıl çözüm bulunacak?
“Derin bir yapısal bir değişim gerekiyor” diyor dergi. İş dünyasını ve finans sektörünü kuralları değiştirmeye ve karar alımında daha demokratik olmaya zorlayacak, kazanımların daha dürüstçe dağıtılmasını sağlayacak reformlar yapılmalı tespitinde bulunuyor. “Bunun gereği de, büyük olması şart değilse de güçlü hükümettir” diyerek noktayı koyuyor.
***
Dergideki en ilginç yazılardan birisi hukuk profesörü ve politikacı Jamie Raskin’e ait. “The Rise of Benefit Corporations” adlı makalesinde “fayda şirketleri” diyebileceğimiz yeni bir şirket modelini ve bununla ilgili yasayı anlatıyor.
Nisan 2010’da ilk kez Maryland’de, sonra Vermont, New Jersey ve Virginia’da kabul edilen bu yasa, şirketlere kâr ederken aynı anda “toplum ve çevre adına olumlu bir katkı yapma” yolunu açıyor. Örneğin bir dereyi temizlemek, yoksullar için düşük maliyetli ev yapmak, hayvanlar için barınak sağlamak, vb.
Benefit Corporation (BC) olmayı kabul eden bir şirket, faaliyetini sürdürürken hissedârlarına gösterdiği saygıyı çalışanlarına, müşterilerine ve çevreye de göstermek durumunda. Bunu denetleyen, içinde ülke çapında 400’den fazla organizasyonun yer aldığı B Lab adlı kâr amacı gütmeyen birlik. Bir şirket kuralları çiğnediği görülürse, BC unvanını kaybediyor.
***
Peki bir şirket serbestçe kâr odaklı çalışmak varken neden böyle bir yükümlülük altına girsin? BC olunca, müşterilere, çalışanlara ve tüketicilere çalışma etiğiniz hakkında bir mesaj vermiş oluyorsunuz. Raskin’e göre burada anahtar, sorumlu ticaret için artan tüketici talebi.
Yasanın şirketler açısından BC olmayı cazip kılan bir özelliği daha var. Hissedârlar, kârı her şeyin üstüne koymadığı gerekçesiyle şirkete dava açamıyor. Bu tehditten kurtulan şirketlerin, kâr maksimizasyonuna odaklanan vahşi modelden uzaklaşacağını düşünüyor Raskin.
Tartışmaya değer olsa da, yeni bir model aracılığıyla pazar ekonomisini sürdürmeyi amaçlayan bir yol bu. Haftaya bu konuya yaklaşımına katıldığım bir başka bilim insanının görüşünü değerlendireceğim.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Haziran 2011
Kapitalizm, 2008’de dünyada yol açtığı büyük krizden sonra uzun süre tartışıldı, hakkında belgeseller çekildi. O güne kadar bu ekonomik sistemi savunanlar arasından bile artık sonunun geldiğini söyleyenler çıktı. Sonra yapılan birtakım düzenlemelerle sanki mesele halledilmiş gibi gösterildi. Oysa kapitalizmin doğasından kaynaklanan sorunlar giderek derinleşirken, milyonlarca insan aç ve çaresiz yaşamaya devam ediyor.
Amerika’da solun önde gelen yayın organlarından birisi, ülkenin en eski haftalık politika ve kültür dergisi The Nation, bu sorunu bu haftaki sayısında tartışmaya açtı. Konu hakkında yaratıcı fikirler üretebilecek bir grup aktivist, işadamı ve düşünüre şu soruyu yöneltti:
“Amerikan kapitalizmini daha az yıkıcı ve daha az baskıcı kılıp, insanların mutlu bir hayat sürmesi için duydukları gereksinimlere odaklanacak bir sistem haline getirmek için neyi değiştirirdiniz?”
***
William Greider imzalı yazıda şöyle deniyor: Mevcut iki partili sistemde, partiler sorunlara çözüm bulmaktan uzak. İkisi de dar görüşlü bir şekilde ağız dalaşına giriyor ama ekonomik kriz hakkında doğruları ortaya koymuyor. Cumhuriyetçiler, küçük devlet fikrine karşı inanılmaz bir nostalji içinde kaybolmuş. Demokratlar ise, yanlış giden her şeyin düzenlemelerle yola koyulacağı konusunda ısrarlı; ama yıkıcı felaketin asıl nedeninin, düzenlemelerdeki başarısızlık olduğunu görmezden geliyorlar.
Bu durumda kontrolsüz kapitalizmin neden olduğu düşen ücretler, artan işsiz sayısı, dış ticaret açığı, dış borç, derinleşen eşitsizlik ve orta sınıfın yok oluşu, vb. sorunlar devam ederse bunlara nasıl çözüm bulunacak?
“Derin bir yapısal bir değişim gerekiyor” diyor dergi. İş dünyasını ve finans sektörünü kuralları değiştirmeye ve karar alımında daha demokratik olmaya zorlayacak, kazanımların daha dürüstçe dağıtılmasını sağlayacak reformlar yapılmalı tespitinde bulunuyor. “Bunun gereği de, büyük olması şart değilse de güçlü hükümettir” diyerek noktayı koyuyor.
***
Dergideki en ilginç yazılardan birisi hukuk profesörü ve politikacı Jamie Raskin’e ait. “The Rise of Benefit Corporations” adlı makalesinde “fayda şirketleri” diyebileceğimiz yeni bir şirket modelini ve bununla ilgili yasayı anlatıyor.
Nisan 2010’da ilk kez Maryland’de, sonra Vermont, New Jersey ve Virginia’da kabul edilen bu yasa, şirketlere kâr ederken aynı anda “toplum ve çevre adına olumlu bir katkı yapma” yolunu açıyor. Örneğin bir dereyi temizlemek, yoksullar için düşük maliyetli ev yapmak, hayvanlar için barınak sağlamak, vb.
Benefit Corporation (BC) olmayı kabul eden bir şirket, faaliyetini sürdürürken hissedârlarına gösterdiği saygıyı çalışanlarına, müşterilerine ve çevreye de göstermek durumunda. Bunu denetleyen, içinde ülke çapında 400’den fazla organizasyonun yer aldığı B Lab adlı kâr amacı gütmeyen birlik. Bir şirket kuralları çiğnediği görülürse, BC unvanını kaybediyor.
***
Peki bir şirket serbestçe kâr odaklı çalışmak varken neden böyle bir yükümlülük altına girsin? BC olunca, müşterilere, çalışanlara ve tüketicilere çalışma etiğiniz hakkında bir mesaj vermiş oluyorsunuz. Raskin’e göre burada anahtar, sorumlu ticaret için artan tüketici talebi.
Yasanın şirketler açısından BC olmayı cazip kılan bir özelliği daha var. Hissedârlar, kârı her şeyin üstüne koymadığı gerekçesiyle şirkete dava açamıyor. Bu tehditten kurtulan şirketlerin, kâr maksimizasyonuna odaklanan vahşi modelden uzaklaşacağını düşünüyor Raskin.
Tartışmaya değer olsa da, yeni bir model aracılığıyla pazar ekonomisini sürdürmeyi amaçlayan bir yol bu. Haftaya bu konuya yaklaşımına katıldığım bir başka bilim insanının görüşünü değerlendireceğim.
-
Etiketler:
kapitalizm
20 Haziran 2011 Pazartesi
İki öğretmen...
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Haziran 2011
Türkiye’nin 2011 genel seçimi, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi açısından çarpıcı sonuçlarıyla mutlaka uzun süre değerlendirilecek. Ben bugün özellikle beni çok etkileyen bir yönü üzerinde durmak istiyorum.
Seçimden çok kısa bir süre önce kamu vicdanını sarsan iki önemli olay oldu. Birincisi, 31 Mayıs’ta Başbakan Erdoğan’ın Hopa mitinginde protesto gösterilerine katılan 54 yaşındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını yitirdi. Ne oldu Hopa’da kısaca hatırlayalım.
Doğu Karadeniz’de HES diye anılan hidroelektrik santrallerin neden olduğu doğa katliamını ve çay üreticilerinin sorunlarını dile getirmek için toplanan insanların arasındaydı Metin Lokumcu. Protesto için “Karadeniz’in asi çocukları Çaykur’u özelleştirtmeyecek”, “Su hayattır satılamaz” gibi pankartlar asılmıştı çevredeki binalara.
Nedense polis ve Başbakanlık korumaları bu pankartların indirilmesini istedi. Demokratik haklarına sahip çıkanlar direndi. Polis baktı ki kalabalık dağılmıyor, tazyikli su ve gaz bombası ile harekete geçti.
Adli tıptan alınan ilk ön rapora göre, astım bronşit hastası olan Lokumcu biber gazı ve heyecanın tetiklemesi sonucu kalp krizinden öldü. Otopside herhangi bir darbeye rastlanmadığı açıklansa da görgü tanıkları aksini söylüyor...
Bunun ardından Başbakan, “Eşkıya Hopa’ya inmiş” şeklinde bir yorumda bulundu. NTV’de Ruşen Çakır, kendisine Lokumcu konusundaki sözleri nedeniyle eleştirildiğini hatırlatınca, “Bilemem... Ben Başbakanım. Kasetleri izleyin, öğretmene yakışmayacak davranışlar içindeydi” dedi.
***
İkinci olay, ataması yapılmadan ölen kanser hastası Şafak Bay’la ilgili. Nedir Şafak Bay’ın hikayesi?
2005 yılında öğrenciyken kemik kanserine yakalandı. Ama eğitimini bırakmayarak Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nü tamamladı. Bir yandan hastalığıyla mücadele ederken, bir yandan da atanabilmek için KPSS sınavına hazırlandı.
Kendisi gibi atanamayan öğretmenlerle birlikte “Ataması Yapılamayan Öğretmenler Platformu”nu kurdu. Soruna dikkat çekmek için açlık grevi yaptı. Sekiz aydır GATA’da tedavi görüyordu. Rüyalarında bile öğrencilerini gördüğünü söylüyordu. Tek isteği, atamasının yapılmasıydı. Yapılmadı ve en sonunda kansere yenilip öldü...
***
AKP iktidarı yaklaşık dokuz yıldır ülkeyi yönetiyor. Beğenen de var, beğenmeyen de... Bu partiye oy verenin de kendine göre nedeni var, vermeyenin de...
Ancak bu iki olay karşısında insanoğlunun tepkisi ortak olmalı değil mi? Yaşamını kaybeden bir öğretmen karşısında malum tavrı takınan bir başbakan ve ölmekte olan bir öğretmenin son arzusunu yerine getirmeyen bir hükümet var karşımızda.
Her şey bir yana, AKP hükümetine karşı duyulan bütün olumlu ve olumsuz düşünceler bir yana, bir ülkede tam seçimden önce bu kadar trajik iki olay oluyorsa, o halkın bu konuda tavır göstermesi beklenir. Hopa’nın kesin olmayan sonuçlara göre % 50 oranında CHP’ye oy vermesi anlamlı ama yetmez.
Metin Lokumcu ve Şafak Bay olaylarına tepki duymak için hemşeri ya da akraba olmamız gerekmiyor. Bu gibi durumlarda mağdurlarla hiçbir ortak noktamız olmasa bile, sadece insan olduğumuz için tepki duyup tavrımızı koymamız beklenmez mi?
Oysa bu ülkede tersi oluyor, iktidar partisi oyunu artırıyor...
Merak ediyorum; iktidar partisinin yandaşları bu olayları nasıl hazmetti, yüreklerinde bu iç yakan trajedileri nasıl soğuttu?
Bu sorunun yanıtı önemli.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Haziran 2011
Türkiye’nin 2011 genel seçimi, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi açısından çarpıcı sonuçlarıyla mutlaka uzun süre değerlendirilecek. Ben bugün özellikle beni çok etkileyen bir yönü üzerinde durmak istiyorum.
Seçimden çok kısa bir süre önce kamu vicdanını sarsan iki önemli olay oldu. Birincisi, 31 Mayıs’ta Başbakan Erdoğan’ın Hopa mitinginde protesto gösterilerine katılan 54 yaşındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını yitirdi. Ne oldu Hopa’da kısaca hatırlayalım.
Doğu Karadeniz’de HES diye anılan hidroelektrik santrallerin neden olduğu doğa katliamını ve çay üreticilerinin sorunlarını dile getirmek için toplanan insanların arasındaydı Metin Lokumcu. Protesto için “Karadeniz’in asi çocukları Çaykur’u özelleştirtmeyecek”, “Su hayattır satılamaz” gibi pankartlar asılmıştı çevredeki binalara.
Nedense polis ve Başbakanlık korumaları bu pankartların indirilmesini istedi. Demokratik haklarına sahip çıkanlar direndi. Polis baktı ki kalabalık dağılmıyor, tazyikli su ve gaz bombası ile harekete geçti.
Adli tıptan alınan ilk ön rapora göre, astım bronşit hastası olan Lokumcu biber gazı ve heyecanın tetiklemesi sonucu kalp krizinden öldü. Otopside herhangi bir darbeye rastlanmadığı açıklansa da görgü tanıkları aksini söylüyor...
Bunun ardından Başbakan, “Eşkıya Hopa’ya inmiş” şeklinde bir yorumda bulundu. NTV’de Ruşen Çakır, kendisine Lokumcu konusundaki sözleri nedeniyle eleştirildiğini hatırlatınca, “Bilemem... Ben Başbakanım. Kasetleri izleyin, öğretmene yakışmayacak davranışlar içindeydi” dedi.
***
İkinci olay, ataması yapılmadan ölen kanser hastası Şafak Bay’la ilgili. Nedir Şafak Bay’ın hikayesi?
2005 yılında öğrenciyken kemik kanserine yakalandı. Ama eğitimini bırakmayarak Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nü tamamladı. Bir yandan hastalığıyla mücadele ederken, bir yandan da atanabilmek için KPSS sınavına hazırlandı.
Kendisi gibi atanamayan öğretmenlerle birlikte “Ataması Yapılamayan Öğretmenler Platformu”nu kurdu. Soruna dikkat çekmek için açlık grevi yaptı. Sekiz aydır GATA’da tedavi görüyordu. Rüyalarında bile öğrencilerini gördüğünü söylüyordu. Tek isteği, atamasının yapılmasıydı. Yapılmadı ve en sonunda kansere yenilip öldü...
***
AKP iktidarı yaklaşık dokuz yıldır ülkeyi yönetiyor. Beğenen de var, beğenmeyen de... Bu partiye oy verenin de kendine göre nedeni var, vermeyenin de...
Ancak bu iki olay karşısında insanoğlunun tepkisi ortak olmalı değil mi? Yaşamını kaybeden bir öğretmen karşısında malum tavrı takınan bir başbakan ve ölmekte olan bir öğretmenin son arzusunu yerine getirmeyen bir hükümet var karşımızda.
Her şey bir yana, AKP hükümetine karşı duyulan bütün olumlu ve olumsuz düşünceler bir yana, bir ülkede tam seçimden önce bu kadar trajik iki olay oluyorsa, o halkın bu konuda tavır göstermesi beklenir. Hopa’nın kesin olmayan sonuçlara göre % 50 oranında CHP’ye oy vermesi anlamlı ama yetmez.
Metin Lokumcu ve Şafak Bay olaylarına tepki duymak için hemşeri ya da akraba olmamız gerekmiyor. Bu gibi durumlarda mağdurlarla hiçbir ortak noktamız olmasa bile, sadece insan olduğumuz için tepki duyup tavrımızı koymamız beklenmez mi?
Oysa bu ülkede tersi oluyor, iktidar partisi oyunu artırıyor...
Merak ediyorum; iktidar partisinin yandaşları bu olayları nasıl hazmetti, yüreklerinde bu iç yakan trajedileri nasıl soğuttu?
Bu sorunun yanıtı önemli.
-
Etiketler:
AKP,
Metin Lokumcu,
öğretmen,
Recep Tayyip Erdoğan,
Şafak Bay,
vicdan
12 Haziran 2011 Pazar
Siber Suçlarla Savaş
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Haziran 2011
Bilgi güvenliği, tüm dünyada son yılların en önemli sorunlarından birisi. Gizli kalması gereken bilgilerin veri hırsızlığı sonucunda ortaya çıkması karşısında hükümetlerin alması gereken çeşitli önlemler tartışılıyor. Amerika, bu tür siber suçlara karşı ciddi yaptırımlar uygulamasına karşın yine de sorunun üstesinden gelebilmiş değil.
Geçen haftalarda Amerikan Senatosu’na siber suçlarla mücadele için yeni bir yasa önerisi sunuldu. Bütün dünya bu konuda ne yapılabileceğini tartışırken, bilgi teknolojileri alanında en gelişmiş ülkelerden birisi olan Amerika’nın çözüm önerilerine bakmakta fayda var.
Beyaz Saray Basın Ofisi’nden bu tasarı için yapılan açıklamada şöyle deniyor: “Ulusumuz risk altındadır. Kritik öneme sahip altyapıda siber güvenlik konusundaki zayıf noktalar, ulusal güvenliğimiz, halkın güvenliği ve ekonomik refah için risk oluşturmaktadır.”
Burada sözü edilen risk, Wikileaks tarafından açıklanan ve büyük yankı uyandıran belgelerin yanı sıra, çeşitli kimlik hırsızlığı ve veri ihlallerini de kapsıyor. Örneğin BBC’ye yansıyan bir habere göre, bilgisayar güvenliği alanında uzman McAffee şirketi, şubat ayında Çin’deki bilgisayar korsanlarının çokuluslu beş petrol ve gaz şirketinin sistemlerine girdiğini açıkladı. Böylece bu şirketlerin tekliflerine ilişkin planlar açığa çıktı.
Nisan ayında ise, Amerikalı uzmanlar dünyada iki milyondan fazla kişisel bilgisayarı kontrol etmeye yönelik bir işletim sistemini kullanan çeteyi çökertti.
Sony, PlayStation Network saldırısından çok kısa bir süre sonra, Sony Pictures ve Sony BMG’den çalınan bilgilerle sarsıldı. LulzSec adlı bir hacker grubu, kullanıcıların ev adresinden, doğum gününe, e-posta adresinden parolasına kadar tüm verileri sızdırmakla kalmayıp internette yayınladı.
Sağlık sektöründe de bilgisayar korsanlarının hedefi olan çok sayıda hastane var. Hasta kayıtlarının çalınması, büyük maddi kayıplara yol açıyor.
Amerika’da bu tip siber suçlara karşı hazırlanan yasa tasarısını Senato Çoğunluk Lideri Harry Reid başkanlığındaki bir komite önerdi. Söz konusu tasarıda dört temel unsur öne çıkıyor. 1-Amerikan vatandaşlarını korumak. 2-Kritik öneme sahip altyapıyı korumak. 3-Federal hükümetin bilgisayar sistemlerini korumak. 4-Temel insan hak ve özgürlükleri korumak.
Tasarıda en dikkat çeken nokta, siber güvenliği sağlamak için eyaletlerde ayrı ayrı geçerli olan yasalar yerine, tüm eyaletleri kapsayacak tek bir yasa önerisinde bulunulması. Buna göre herhangi bir şirket, veri tabanındaki bilgiler sızdırıldığında müşterilerine derhal bilgi vermek zorunda olacak.
Ayrıntılara girmek olanaklı değil ancak sivil hakların ve özel yaşam mahremiyetinin korunması ile ilgili hükümlerin üzerinde durmak isterim. Şu maddelerin altını çizmek gerekir:
1-Ulusal Güvenlik Departmanı (DHS), siber güvenlik programını uygularken, kişisel mahremiyet, temel hak ve özgürlüklere uygun davranacak. 2-Bilgiyi toplama, kullanma, el koyma ve paylaşma işlemleri, siber güvenlik tehdidine karşı korunma amacı ile sınırlıdır. Bilgi, hukuki yaptırım için kullanılabilir, ancak adalet bakanının onayı gerekir. 3-Bir şirket ya da eyalet, DHS ile bilgi paylaşmak istediğinde, siber güvenlik tehdidi ile ilgili olmayan bilgileri bunun dışında tutmalıdır.
Barack Obama, 2009’da siber saldırıları, Amerika’nın karşılaştığı en ciddi ekonomik ve ulusal güvenlik tehditlerinden birisi olarak nitelendirmişti. Böyle bir mücadelede kişisel mahremiyetin, insan hak ve özgürlüklerinin göz ardı edilmemesi önemlidir. Çünkü aksi halde mücadelenin kendisi de suç oluşturur.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Haziran 2011
Bilgi güvenliği, tüm dünyada son yılların en önemli sorunlarından birisi. Gizli kalması gereken bilgilerin veri hırsızlığı sonucunda ortaya çıkması karşısında hükümetlerin alması gereken çeşitli önlemler tartışılıyor. Amerika, bu tür siber suçlara karşı ciddi yaptırımlar uygulamasına karşın yine de sorunun üstesinden gelebilmiş değil.
Geçen haftalarda Amerikan Senatosu’na siber suçlarla mücadele için yeni bir yasa önerisi sunuldu. Bütün dünya bu konuda ne yapılabileceğini tartışırken, bilgi teknolojileri alanında en gelişmiş ülkelerden birisi olan Amerika’nın çözüm önerilerine bakmakta fayda var.
Beyaz Saray Basın Ofisi’nden bu tasarı için yapılan açıklamada şöyle deniyor: “Ulusumuz risk altındadır. Kritik öneme sahip altyapıda siber güvenlik konusundaki zayıf noktalar, ulusal güvenliğimiz, halkın güvenliği ve ekonomik refah için risk oluşturmaktadır.”
Burada sözü edilen risk, Wikileaks tarafından açıklanan ve büyük yankı uyandıran belgelerin yanı sıra, çeşitli kimlik hırsızlığı ve veri ihlallerini de kapsıyor. Örneğin BBC’ye yansıyan bir habere göre, bilgisayar güvenliği alanında uzman McAffee şirketi, şubat ayında Çin’deki bilgisayar korsanlarının çokuluslu beş petrol ve gaz şirketinin sistemlerine girdiğini açıkladı. Böylece bu şirketlerin tekliflerine ilişkin planlar açığa çıktı.
Nisan ayında ise, Amerikalı uzmanlar dünyada iki milyondan fazla kişisel bilgisayarı kontrol etmeye yönelik bir işletim sistemini kullanan çeteyi çökertti.
Sony, PlayStation Network saldırısından çok kısa bir süre sonra, Sony Pictures ve Sony BMG’den çalınan bilgilerle sarsıldı. LulzSec adlı bir hacker grubu, kullanıcıların ev adresinden, doğum gününe, e-posta adresinden parolasına kadar tüm verileri sızdırmakla kalmayıp internette yayınladı.
Sağlık sektöründe de bilgisayar korsanlarının hedefi olan çok sayıda hastane var. Hasta kayıtlarının çalınması, büyük maddi kayıplara yol açıyor.
Amerika’da bu tip siber suçlara karşı hazırlanan yasa tasarısını Senato Çoğunluk Lideri Harry Reid başkanlığındaki bir komite önerdi. Söz konusu tasarıda dört temel unsur öne çıkıyor. 1-Amerikan vatandaşlarını korumak. 2-Kritik öneme sahip altyapıyı korumak. 3-Federal hükümetin bilgisayar sistemlerini korumak. 4-Temel insan hak ve özgürlükleri korumak.
Tasarıda en dikkat çeken nokta, siber güvenliği sağlamak için eyaletlerde ayrı ayrı geçerli olan yasalar yerine, tüm eyaletleri kapsayacak tek bir yasa önerisinde bulunulması. Buna göre herhangi bir şirket, veri tabanındaki bilgiler sızdırıldığında müşterilerine derhal bilgi vermek zorunda olacak.
Ayrıntılara girmek olanaklı değil ancak sivil hakların ve özel yaşam mahremiyetinin korunması ile ilgili hükümlerin üzerinde durmak isterim. Şu maddelerin altını çizmek gerekir:
1-Ulusal Güvenlik Departmanı (DHS), siber güvenlik programını uygularken, kişisel mahremiyet, temel hak ve özgürlüklere uygun davranacak. 2-Bilgiyi toplama, kullanma, el koyma ve paylaşma işlemleri, siber güvenlik tehdidine karşı korunma amacı ile sınırlıdır. Bilgi, hukuki yaptırım için kullanılabilir, ancak adalet bakanının onayı gerekir. 3-Bir şirket ya da eyalet, DHS ile bilgi paylaşmak istediğinde, siber güvenlik tehdidi ile ilgili olmayan bilgileri bunun dışında tutmalıdır.
Barack Obama, 2009’da siber saldırıları, Amerika’nın karşılaştığı en ciddi ekonomik ve ulusal güvenlik tehditlerinden birisi olarak nitelendirmişti. Böyle bir mücadelede kişisel mahremiyetin, insan hak ve özgürlüklerinin göz ardı edilmemesi önemlidir. Çünkü aksi halde mücadelenin kendisi de suç oluşturur.
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
bilgi güvenliği,
Harry Reid,
siber suçlar
5 Haziran 2011 Pazar
Hayvan nedir?
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Haziran 2011
Daha doğrusu “hayvan” sözcüğünün sizde çağrıştırdığı anlam nedir?
Bu soruyu sormamın nedeni, Türkiye’de çok sayıda insanın bu sözcüğü küfür yerine kullanması. Neden bunu dert ettiğimi merak ediyorsanız açıklayacağım.
Örneğin birisi kızıyor birine başlıyor söylenmeye: “Hayvan herif! Gördün mü nasıl kabadayı gibi konuşuyor!” Bazısı genel bir ifade yerine daha da ileri gidip hayvan adı veriyor: “Öküz gibi kapadı kapıyı!”
Ya da şöyle diyor: “Böylesine ayı denir! Uçakta koltuğu arkaya öyle bir yatırdı ki bacaklarım ezildi”; “Köpek bunlar! O herifin köpekleri!”; “Eşek herif! Kırmızı ışıkta durmayıp geçince bir halt oldu sanki!”
Örnekleri çoğaltmak olanaklı. Bunlar günlük hayatta sık duyulan ifadeler. Yazımda bu tür hoş olmayan cümlelere yer verdiğim için üzgünüm. Ancak konuyu açıklamak bakımından zorunluydu. Çünkü Türkçe’ye yerleşen bu tür kullanımları sorgulamak ve ne kadar yanlış olduğunu anlatmak istiyorum.
Dikkat ederseniz, yukardaki ifadelerde “hayvan”, “öküz”, “ayı”, “köpek”, “eşek” gibi sözcükler, belli bir anlamı işaret ediyor. Bu sözcükleri çıkarıp yerlerine eş anlamlı olarak ne koyabiliriz? “Kaba”, “görgüsüz”, “cahil”, “adi” vb. Demek ki hayvan sözcüğünün ve diğer hayvan isimlerinin insanların bilinçaltına yerleşen anlamlarından birisi böyle...
Hayvan isimlerinin diğer dillerde de buna benzer kullanımları olabilir. Örneğin İngilizce’de “pig” yani domuza olumsuz bir anlam yüklenmiştir. “Hayvan” anlamına gelen “animal” sözcüğünün, argoda seksüel şehveti ifade etmek için aşağılayıcı olmayan bir kullanımı da vardır. Ancak doğrudan hakaret anlamı taşımaz. Oysa Türkiye’de birine hakaret mi etmek istiyorsunuz, sadece “Hayvan!” deyin yeter...
Bunun nereden kaynaklandığını, nasıl bu kadar yaygın bir şekilde toplumda hemen herkes tarafından benimsendiğini merak ediyor insan. Çevremde de sık sık rastlıyorum bu tür ifadelere. Üstelik bunu yapanların çoğu da hayvansever. Hiçbiri hayvanlardan nefret etmiyor ve uyarınca da “Farkında değilim ama alışkanlık işte” diyorlar.
Bir süredir Twitter’da bu konuda kendimce bir kampanya başlattım. Malum, ülkede seçim öncesi insanlar sinirli ve epeyce gergin. Herkes birisine kızıyor ve giriyor Twitter’a kusuyor öfkesini: “Hayvan herif!” 10 iletiden en az birinde var bu.
Böyle bir şeyle karşılaşınca şunu söylüyorum: Hayvanlar insanlarla aynı gezegende yaşamasına karşın, dünyaları farklıdır. Onlar insanların bulunduğu durumlarda bulunup bizler gibi kararlar almazlar. Örneğin bir hayvan kırmızı ışıkta geçmemek gerektiğini bilmez; uçağa hiç binmemiştir, koltuğa da oturmaz. O nedenle aşağılamak ya da kızmak istediğiniz insana hayvanlar üzerinden hakaret etmeyin. Hem çok saçma oluyor hem de bilinçaltında hayvanlara karşı nefreti körüklüyor.
Dikkat ederseniz, burada derdim insanların birbirine hakaret etmesi değil. Keşke hiç olmasa ama haksızlığın, kepazeliğin, üçkağıdın her yeri sardığı bir ortamda mutlaka birileri birilerine hakaret etmeyi sürdürecek. “Dünya barışı” ütopyasını yüreğimizin derinliklerinde saklasak da gerçek bu...
Ben diyorum ki, insanlara kızarken ya da öfkemizi dillendirirken onlara özgü sıfatları kullanalım. Bu konuda sıkıntı olacağını sanmıyorum. Alçak, şerefsiz, omurgasız, dönek, cahil, kişiliksiz vs. gibi çok sayıda sözcük var Türkçe’de.
Farklı bir dünyaları olan hayvanları insanları aşağılamak için kullanmayalım. Hayvanlara karşı şiddetin en fazla olduğu ülkelerden birinde yaşadığımızı düşünüp bu nefret dilini yaygınlaştırmayalım.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Haziran 2011
Daha doğrusu “hayvan” sözcüğünün sizde çağrıştırdığı anlam nedir?
Bu soruyu sormamın nedeni, Türkiye’de çok sayıda insanın bu sözcüğü küfür yerine kullanması. Neden bunu dert ettiğimi merak ediyorsanız açıklayacağım.
Örneğin birisi kızıyor birine başlıyor söylenmeye: “Hayvan herif! Gördün mü nasıl kabadayı gibi konuşuyor!” Bazısı genel bir ifade yerine daha da ileri gidip hayvan adı veriyor: “Öküz gibi kapadı kapıyı!”
Ya da şöyle diyor: “Böylesine ayı denir! Uçakta koltuğu arkaya öyle bir yatırdı ki bacaklarım ezildi”; “Köpek bunlar! O herifin köpekleri!”; “Eşek herif! Kırmızı ışıkta durmayıp geçince bir halt oldu sanki!”
Örnekleri çoğaltmak olanaklı. Bunlar günlük hayatta sık duyulan ifadeler. Yazımda bu tür hoş olmayan cümlelere yer verdiğim için üzgünüm. Ancak konuyu açıklamak bakımından zorunluydu. Çünkü Türkçe’ye yerleşen bu tür kullanımları sorgulamak ve ne kadar yanlış olduğunu anlatmak istiyorum.
Dikkat ederseniz, yukardaki ifadelerde “hayvan”, “öküz”, “ayı”, “köpek”, “eşek” gibi sözcükler, belli bir anlamı işaret ediyor. Bu sözcükleri çıkarıp yerlerine eş anlamlı olarak ne koyabiliriz? “Kaba”, “görgüsüz”, “cahil”, “adi” vb. Demek ki hayvan sözcüğünün ve diğer hayvan isimlerinin insanların bilinçaltına yerleşen anlamlarından birisi böyle...
Hayvan isimlerinin diğer dillerde de buna benzer kullanımları olabilir. Örneğin İngilizce’de “pig” yani domuza olumsuz bir anlam yüklenmiştir. “Hayvan” anlamına gelen “animal” sözcüğünün, argoda seksüel şehveti ifade etmek için aşağılayıcı olmayan bir kullanımı da vardır. Ancak doğrudan hakaret anlamı taşımaz. Oysa Türkiye’de birine hakaret mi etmek istiyorsunuz, sadece “Hayvan!” deyin yeter...
Bunun nereden kaynaklandığını, nasıl bu kadar yaygın bir şekilde toplumda hemen herkes tarafından benimsendiğini merak ediyor insan. Çevremde de sık sık rastlıyorum bu tür ifadelere. Üstelik bunu yapanların çoğu da hayvansever. Hiçbiri hayvanlardan nefret etmiyor ve uyarınca da “Farkında değilim ama alışkanlık işte” diyorlar.
Bir süredir Twitter’da bu konuda kendimce bir kampanya başlattım. Malum, ülkede seçim öncesi insanlar sinirli ve epeyce gergin. Herkes birisine kızıyor ve giriyor Twitter’a kusuyor öfkesini: “Hayvan herif!” 10 iletiden en az birinde var bu.
Böyle bir şeyle karşılaşınca şunu söylüyorum: Hayvanlar insanlarla aynı gezegende yaşamasına karşın, dünyaları farklıdır. Onlar insanların bulunduğu durumlarda bulunup bizler gibi kararlar almazlar. Örneğin bir hayvan kırmızı ışıkta geçmemek gerektiğini bilmez; uçağa hiç binmemiştir, koltuğa da oturmaz. O nedenle aşağılamak ya da kızmak istediğiniz insana hayvanlar üzerinden hakaret etmeyin. Hem çok saçma oluyor hem de bilinçaltında hayvanlara karşı nefreti körüklüyor.
Dikkat ederseniz, burada derdim insanların birbirine hakaret etmesi değil. Keşke hiç olmasa ama haksızlığın, kepazeliğin, üçkağıdın her yeri sardığı bir ortamda mutlaka birileri birilerine hakaret etmeyi sürdürecek. “Dünya barışı” ütopyasını yüreğimizin derinliklerinde saklasak da gerçek bu...
Ben diyorum ki, insanlara kızarken ya da öfkemizi dillendirirken onlara özgü sıfatları kullanalım. Bu konuda sıkıntı olacağını sanmıyorum. Alçak, şerefsiz, omurgasız, dönek, cahil, kişiliksiz vs. gibi çok sayıda sözcük var Türkçe’de.
Farklı bir dünyaları olan hayvanları insanları aşağılamak için kullanmayalım. Hayvanlara karşı şiddetin en fazla olduğu ülkelerden birinde yaşadığımızı düşünüp bu nefret dilini yaygınlaştırmayalım.
-
Etiketler:
dil,
hayvan hakları