© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Mart 2011
2008 yılında bu köşede çıkan bir yazımda, Türkiye’de bazı kesimlerce bilime ve uzmanlığa karşı alınan tavrı sorgulamış ve şöyle demiştim:
“Böylelikle bilimsel veriler değersizleştirilip onların yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar Kenan Evren'in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı...
İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir.
Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna ‘Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir,’ dememiştir. Çağdaşlığın yolu bilimden geçer.”
Ne acıdır ki, Türkiye’de o yazıdan bu yana ülke yönetiminden sorumlu olanların bu konudaki tavrı değişmedi. Hangi olay olursa olsun, işin uzmanına danışmadan kararlar alan ve tüm verileri göz ardı eden bir yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız.
***
Japonya’da yaşanan deprem ve arkasından başlayan nükleer santral krizi, tüm dünyayı bu konuyu bir kere daha değerlendirme noktasına getirdi. Japonlar’ın sahip olduğu tüm ileri ve gelişmiş teknolojiye rağmen nükleer reaktörlerden sızan radyasyon havaya karışınca alarm zilleri çaldı.
Avrupa Birliği acil toplandı; İsviçre nükleer projeleri durdurdu...
Almanya, nükleer santrallerin kullanma süresini uzatmaya yönelik kararı ertelediğini açıkladı.
İspanya, bütün nükleer santrallerindeki güvenliği gözden geçirme kararı aldı.
Venezüella lideri Hugo Chávez, Japonya’da yaşanan felaketin ardından Rusya’yla yaptıkları nükleer anlaşmasını askıya aldıklarını açıkladı.
“Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Japonya’daki olaylar imkânsız olduğunu düşündüğümüz risklerin tamamen göz ardı edilemeyeceğini öğretti” diyordu Almanya Başbakanı Merkel...
Amerika’da ise birçok politikacı, Japonya’da gelişmelerin sonucu belirginleşene kadar nükleer enerjide frene basılması gerektiği görüşünde. Ralph Nader, bu felaketin Amerika'daki nükleer rönesansını sona erdirdiğini söyledi.
***
Peki Türkiye’de neler oldu?
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, görevini yapıp uyarıda bulundu. Yaptıkları açıklama aynen şöyle:
“Nükleer santraller her zaman nükleer tehlike potansiyeli taşımakta, yapımında ve işletilmesinde yapılacak en küçük bir hata bile telafi edilmesi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilmektedir. Japonya gibi güvenli yapı üretiminde ileri düzeyde bir ülke bile nükleer patlamaya engel olamamış ve insanlığı gelecek tehlikesiyle baş başa bırakmıştır.
Ülkemizde de yaşanabilecek olası doğal afetler ve depremler gözüne alındığında, yapılması planlanan nükleer santrallerin oluşturacağı riskin ne kadar büyük olduğu, geçmişte Çernobil bugün Japonya örnekleriyle sabittir. Buna rağmen bu konuda ısrar edilmesi en hafif ifadesiyle felakete davetiye çıkarmaktır."
Türkiye’yi yönetenler bütün bunlar karşısında ne yaptı?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, mutfak tüpünün yaratacağı tehlike ile nükleer santral riskini aynı kefeye koyma gafletini gösterdi.
Onunla da kalmadı; Rusya Devlet Başkanı Medvedev’le Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için el sıkışırken, “Temeli nisan sonu ya da mayıs başında atarız” dedi.
Nükleerde rulet çarkı dönmeye başladı. Masanın etrafında toplanan oyuncularda cahil cesareti mi var, dediğim dedikçi hırs mı yoksa başka nedenler mi siz karar verin...
-
27 Mart 2011 Pazar
20 Mart 2011 Pazar
Amerikan Sınıf Savaşları
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Mart 2011
Amerika’da olduğu gibi bizde de ana akım medyanın ilgisini çekmiyor ama ben kapitalizmin anavatanında 21. yüzyılda yaşanan sınıf savaşımını büyük ilgiyle izliyorum.
Geçen haftalarda Wisconsin eyaletinde olanları yazmıştım. Aşırı muhafazakar Cumhuriyetçi Vali Scott Walker, bütçe açıklarını kapatmak için kendince parlak bir fikir bulmuş ve harekete geçmişti.
Vali hazırladığı yasa tasarısıyla, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaya kalkınca ortalık birbirine girdi. Büyük protesto gösterileri düzenlendi; hatta eyalet meclisi binasının içinde eylemler yapıldı ama sonuç değişmedi.
Meclisin Demokratik Partili üyeleri tasarının görüşülmesini engellemek için eyalet dışına çıktılar. Fakat Vali Walker, sonunda bu engeli de aşma yolunu buldu. Sadece Cumhuriyetçi üyelerin olduğu bir toplantıda, bütçe tasarısının içinden harcama gerektiren kalemlerle harcama gerektirmeyen kısmı yani çalışanların haklarını düzenleyen kısmı birbirinden ayırdı.
Bir üye hariç diğerlerinin onayıyla bu operasyon tamamlanınca, Demokrat üyeler eyalete geri dönüp tasarıya karşı yönde oy kullandılar ama işe yaramadı; Scott Walker kazandı. Vali tasarıyı yasalaştıran imzayı attığı gün, Wisconsin’de emekçilerin 50 yıllık mücadele sonucunda kazandıkları hakları bir anda geri aldı.
Ertesi gün Amerikan tarihinin en büyük emekçi eylemlerinden birisi gerçekleşti. Amerikan medyası, bu olayı ne kadar ısrarla görmezden gelirse gelsin, 100 bin kişiye varan bir kalabalık yürüdü Wisconsin’de. Eyalette Vietnam Savaşı sırasında düzenlenen gösterilerin hepsinden daha büyük bir eylem!
***
Bütün bunları değerlendirince, Walker’ın bu yasayı çıkarmak için neden bu kadar çabaladığını merak ediyor insan.
Önceki yazımda belirtmiştim; Walker, şu anda oturduğu koltuğu seçim sürecinde kendisine para akıtan petrol milyarderi Koch kardeşlere borçlu. Bu yüzden onların hayatlarını adadığı sendika mücadelesi Walker’ın da mücadelesi olmuş. Bu şekilde borcunu ödeyip kendi yerini sağlamlaştırdığını düşünüyor...
Wisconsin’de olanlar, eyalet sisteminin sakıncalarını ortaya koyması bakımından da iyi bir örnek oluşturuyor. Bir bakıyorsunuz Amerika'da bir gün bir çılgın vali çıkıyor evli kadınların kocalarının izni olmadan saçlarını kestirmesini engelliyor; bir diğeri mastürbasyonu ve lolipopu yasadışı ilan ediyor; bir başkası kadınların korse giymesini yasaklıyor...
Scott Walker’ın yaptığı da, kendi çıkarı için varlıklı azınlığı desteklemek adına demokrasiye darbe indirmek. Ancak Wisconsin’de yanan ateş çabuk sönecek gibi değil. Şimdi eyalette genel grev çağrısı yapılıyor. Vali’ye ve Cumhuriyetçi Parti’ye duyulan tepkiden sonra Obama’nın o bölgede seçimi kazanma olasılığı çok yüksek.
Peki Vali Walker, bunca insanı karşısına alarak aslında kendi bindiği dalı kesmiyor mu aslında?
Eğer ideal bir demokraside olması gerektiği gibi yöneticileri halkın özgür iradesiyle oy verdiği seçimler belirliyorsa, o zaman bindiği dalı kesiyor. Ama dünyanın hiçbir yerinde ideal demokrasi yok. Bugünün dünyasını şirketler yani para yönetiyor.
Bakalım Walker’ın siyasi geleceği ne olacak? Güvendiği milyar dolarlar özgür halk iradesi üzerinde ne kadar etkili olacak?
Bakalım hayatının her aşamasında Tanrı’nın emirlerini yerine getirdiğini söyleyen Walker, onca emekçinin hakkını yemenin bedelini nasıl ödeyecek?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Mart 2011
Amerika’da olduğu gibi bizde de ana akım medyanın ilgisini çekmiyor ama ben kapitalizmin anavatanında 21. yüzyılda yaşanan sınıf savaşımını büyük ilgiyle izliyorum.
Geçen haftalarda Wisconsin eyaletinde olanları yazmıştım. Aşırı muhafazakar Cumhuriyetçi Vali Scott Walker, bütçe açıklarını kapatmak için kendince parlak bir fikir bulmuş ve harekete geçmişti.
Vali hazırladığı yasa tasarısıyla, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaya kalkınca ortalık birbirine girdi. Büyük protesto gösterileri düzenlendi; hatta eyalet meclisi binasının içinde eylemler yapıldı ama sonuç değişmedi.
Meclisin Demokratik Partili üyeleri tasarının görüşülmesini engellemek için eyalet dışına çıktılar. Fakat Vali Walker, sonunda bu engeli de aşma yolunu buldu. Sadece Cumhuriyetçi üyelerin olduğu bir toplantıda, bütçe tasarısının içinden harcama gerektiren kalemlerle harcama gerektirmeyen kısmı yani çalışanların haklarını düzenleyen kısmı birbirinden ayırdı.
Bir üye hariç diğerlerinin onayıyla bu operasyon tamamlanınca, Demokrat üyeler eyalete geri dönüp tasarıya karşı yönde oy kullandılar ama işe yaramadı; Scott Walker kazandı. Vali tasarıyı yasalaştıran imzayı attığı gün, Wisconsin’de emekçilerin 50 yıllık mücadele sonucunda kazandıkları hakları bir anda geri aldı.
Ertesi gün Amerikan tarihinin en büyük emekçi eylemlerinden birisi gerçekleşti. Amerikan medyası, bu olayı ne kadar ısrarla görmezden gelirse gelsin, 100 bin kişiye varan bir kalabalık yürüdü Wisconsin’de. Eyalette Vietnam Savaşı sırasında düzenlenen gösterilerin hepsinden daha büyük bir eylem!
***
Bütün bunları değerlendirince, Walker’ın bu yasayı çıkarmak için neden bu kadar çabaladığını merak ediyor insan.
Önceki yazımda belirtmiştim; Walker, şu anda oturduğu koltuğu seçim sürecinde kendisine para akıtan petrol milyarderi Koch kardeşlere borçlu. Bu yüzden onların hayatlarını adadığı sendika mücadelesi Walker’ın da mücadelesi olmuş. Bu şekilde borcunu ödeyip kendi yerini sağlamlaştırdığını düşünüyor...
Wisconsin’de olanlar, eyalet sisteminin sakıncalarını ortaya koyması bakımından da iyi bir örnek oluşturuyor. Bir bakıyorsunuz Amerika'da bir gün bir çılgın vali çıkıyor evli kadınların kocalarının izni olmadan saçlarını kestirmesini engelliyor; bir diğeri mastürbasyonu ve lolipopu yasadışı ilan ediyor; bir başkası kadınların korse giymesini yasaklıyor...
Scott Walker’ın yaptığı da, kendi çıkarı için varlıklı azınlığı desteklemek adına demokrasiye darbe indirmek. Ancak Wisconsin’de yanan ateş çabuk sönecek gibi değil. Şimdi eyalette genel grev çağrısı yapılıyor. Vali’ye ve Cumhuriyetçi Parti’ye duyulan tepkiden sonra Obama’nın o bölgede seçimi kazanma olasılığı çok yüksek.
Peki Vali Walker, bunca insanı karşısına alarak aslında kendi bindiği dalı kesmiyor mu aslında?
Eğer ideal bir demokraside olması gerektiği gibi yöneticileri halkın özgür iradesiyle oy verdiği seçimler belirliyorsa, o zaman bindiği dalı kesiyor. Ama dünyanın hiçbir yerinde ideal demokrasi yok. Bugünün dünyasını şirketler yani para yönetiyor.
Bakalım Walker’ın siyasi geleceği ne olacak? Güvendiği milyar dolarlar özgür halk iradesi üzerinde ne kadar etkili olacak?
Bakalım hayatının her aşamasında Tanrı’nın emirlerini yerine getirdiğini söyleyen Walker, onca emekçinin hakkını yemenin bedelini nasıl ödeyecek?
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
demokrasi,
emekçi hakları,
kapitalizm,
Scott Walker,
sınıf farkı
13 Mart 2011 Pazar
Bölünüp Yönetilen Medya
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Mart 2011
Bir hareketi, bir örgütü zayıflatmak istiyorsanız, uygulayacağınız en etkili yöntem o hareketin/örgütün üyeleri arasına nifak sokup bölünmelerini sağlamaktır. Sömürünün sürdürülebilmesi için, zulme karşı çıkan grubun dağıtılarak parçalanması mantığına dayanır.
Bunu söyleyerek yeni bir yol keşfetmiş değilim elbette. Herkesin bildiği bir yöntemdir; yıllardır da birçok alanda uygulanır.
Böl-yönet politikasının dünya çapında en başarılı uygulayıcısı, kuşkusuz Amerika’dır. Vietnam’dan bu yana Amerika’nın ajandasından hiç eksik olmadı bu yöntem. En son Irak’ı parçaladılar; şimdi bazıları Obama geldi Amerika Irak’tan çıkıyor diye sevine dursun, onlar çoktan Irak’ı böldü ve yönetiyor.
Böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en etkin örneği ise, sendikacılık alanında görülür. Çalışanların, işçilerin haklarını korumak amacıyla kurulan sendikalar, bir türlü bir araya gelemez bizim ülkemizde.
Farklı iş kollarında kurulsalar da temel amaçları emekçileri korumaktır. Ama her yıl hükümetle pazarlıklar sürerken bir bakarsınız yine yan yana değiller. Birisi gitmiş patronun dizinin dibine tünemiş, onun iki dudağının arasından çıkacak lafa bağlamış kaderini. Emekçinin hakkını korur görünürken, gerçekte devlet eliyle kurdurulan ve asıl işlevi sınıfsal birliği bölmek olan sarı sendikadır o.
Sendikacılığı baltalama işindeki başarı, Türkiye’de bazılarına ciddi bir esin kaynağı yaratmış durumda. Örneğin bunun medyadaki uygulamaları uzun zamandır devam ediyor. Ancak son sekiz yıllık dönem, bu “başarının” zirve yaptığı yıllar oldu.
Türk medyasında öteden beri var olan sağ-sol, dinci-laik kamplaşmasına yeni boyutlar eklendi. Artık tartışılan sağ ya da sol görüşün argümanları değil iktidar karşısındaki tavrınız: Ya iktidar yanlısısınız ya darbeci...
İş öyle bir aşamaya geldi ki, bundan üç yıl önce (21 Mart 2008) Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk, gece yarısı evi basılıp gözaltına alındığında medyadan bütünlüklü bir tepki gelmedi. Oysa 83 yaşındaki gazeteci İlhan Selçuk da kanlı bir terör örgütüne üye olmakla suçlanmış, kendi gazetesini bombalattığı iddia edilmişti...
O zaman basında bu kan dondurucu iddialara alkış tutanlar oldu. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın’la ilgili süreçler de aynı şekilde işledi. Kimisi olanlardan kaygı duyduğunu söyledi, kimisi “Onlar zaten darbeci!” diye yargısız infaza başladı.
Ancak son operasyonda Nedim Şener ve Ahmet Şık göz altına alınınca medyadan toplu bir tepki geldi. O güne kadar basın üzerindeki baskıya susanlardan bir kısmı “Yeter artık!” dedi. Hep birlikte basın özgürlüğü için Taksim’de yürüdük. Çok farklı düşünceden medya mensupları bir aradaydı.
Ertesi gün gazetelere baktım; gazeteciler kendileri için böyle hayati bir eylemi nasıl yansıtmışlar diye merak ettim. Merkez medya dahil bazısı küçük bazısı büyük görmüştü haberi. İktidar yanlısı Yeni Şafak, Zaman, Bugün, Takvim, Star, Yeni Akit ve Milli Gazete dışında hepsi kapaktan girmişti haberi.
Yani bir kısım gazeteci, Türkiye’de basın üzerindeki baskıya karşı gazetecilerin yaptığı ortak eylemi kapaktan verecek kadar önemli bulmamıştı. Amerikan Büyükelçisi’nin bile endişelendiğini açıkladığı durum onları endişelendirmiyor demek ki...
Bu yaşananlar, böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en başarılı uygulamasıdır. Eğer hür basın istiyorsak, "senin gazetecin / benim gazetecim" ayrışmasını bir yana bırakıp, işini yapan bir gazetecinin yazdıklarından dolayı hapse atılmamasını hep birlikte savunmak zorundayız.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Mart 2011
Bir hareketi, bir örgütü zayıflatmak istiyorsanız, uygulayacağınız en etkili yöntem o hareketin/örgütün üyeleri arasına nifak sokup bölünmelerini sağlamaktır. Sömürünün sürdürülebilmesi için, zulme karşı çıkan grubun dağıtılarak parçalanması mantığına dayanır.
Bunu söyleyerek yeni bir yol keşfetmiş değilim elbette. Herkesin bildiği bir yöntemdir; yıllardır da birçok alanda uygulanır.
Böl-yönet politikasının dünya çapında en başarılı uygulayıcısı, kuşkusuz Amerika’dır. Vietnam’dan bu yana Amerika’nın ajandasından hiç eksik olmadı bu yöntem. En son Irak’ı parçaladılar; şimdi bazıları Obama geldi Amerika Irak’tan çıkıyor diye sevine dursun, onlar çoktan Irak’ı böldü ve yönetiyor.
Böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en etkin örneği ise, sendikacılık alanında görülür. Çalışanların, işçilerin haklarını korumak amacıyla kurulan sendikalar, bir türlü bir araya gelemez bizim ülkemizde.
Farklı iş kollarında kurulsalar da temel amaçları emekçileri korumaktır. Ama her yıl hükümetle pazarlıklar sürerken bir bakarsınız yine yan yana değiller. Birisi gitmiş patronun dizinin dibine tünemiş, onun iki dudağının arasından çıkacak lafa bağlamış kaderini. Emekçinin hakkını korur görünürken, gerçekte devlet eliyle kurdurulan ve asıl işlevi sınıfsal birliği bölmek olan sarı sendikadır o.
Sendikacılığı baltalama işindeki başarı, Türkiye’de bazılarına ciddi bir esin kaynağı yaratmış durumda. Örneğin bunun medyadaki uygulamaları uzun zamandır devam ediyor. Ancak son sekiz yıllık dönem, bu “başarının” zirve yaptığı yıllar oldu.
Türk medyasında öteden beri var olan sağ-sol, dinci-laik kamplaşmasına yeni boyutlar eklendi. Artık tartışılan sağ ya da sol görüşün argümanları değil iktidar karşısındaki tavrınız: Ya iktidar yanlısısınız ya darbeci...
İş öyle bir aşamaya geldi ki, bundan üç yıl önce (21 Mart 2008) Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk, gece yarısı evi basılıp gözaltına alındığında medyadan bütünlüklü bir tepki gelmedi. Oysa 83 yaşındaki gazeteci İlhan Selçuk da kanlı bir terör örgütüne üye olmakla suçlanmış, kendi gazetesini bombalattığı iddia edilmişti...
O zaman basında bu kan dondurucu iddialara alkış tutanlar oldu. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın’la ilgili süreçler de aynı şekilde işledi. Kimisi olanlardan kaygı duyduğunu söyledi, kimisi “Onlar zaten darbeci!” diye yargısız infaza başladı.
Ancak son operasyonda Nedim Şener ve Ahmet Şık göz altına alınınca medyadan toplu bir tepki geldi. O güne kadar basın üzerindeki baskıya susanlardan bir kısmı “Yeter artık!” dedi. Hep birlikte basın özgürlüğü için Taksim’de yürüdük. Çok farklı düşünceden medya mensupları bir aradaydı.
Ertesi gün gazetelere baktım; gazeteciler kendileri için böyle hayati bir eylemi nasıl yansıtmışlar diye merak ettim. Merkez medya dahil bazısı küçük bazısı büyük görmüştü haberi. İktidar yanlısı Yeni Şafak, Zaman, Bugün, Takvim, Star, Yeni Akit ve Milli Gazete dışında hepsi kapaktan girmişti haberi.
Yani bir kısım gazeteci, Türkiye’de basın üzerindeki baskıya karşı gazetecilerin yaptığı ortak eylemi kapaktan verecek kadar önemli bulmamıştı. Amerikan Büyükelçisi’nin bile endişelendiğini açıkladığı durum onları endişelendirmiyor demek ki...
Bu yaşananlar, böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en başarılı uygulamasıdır. Eğer hür basın istiyorsak, "senin gazetecin / benim gazetecim" ayrışmasını bir yana bırakıp, işini yapan bir gazetecinin yazdıklarından dolayı hapse atılmamasını hep birlikte savunmak zorundayız.
-
Etiketler:
Ahmet Şık,
Amerika,
Barack Obama,
basın özgürlüğü,
emekçi hakları,
Irak,
İlhan Selçuk,
medya,
Mustafa Balbay,
Nedim Şener,
sendika,
Soner Yalçın,
Tuncay Özkan
6 Mart 2011 Pazar
ABD Başkanı'nın Sputnik Anı
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Mart 2011
Dünyada bugün yaşanan çatışmaların, savaşların ardında iki büyük neden olduğunu artık herkes biliyor: Yeryüzünde giderek azalan petrol ve su. Günümüzde emperyalizmin temel amaçlarından birisi, yaşamsal önem taşıyan bu iki akışkan maddeyi kontrol etmek.
Bu yüzden insanlar doğayı katlediyor, canlı türlerini yok ediyor; hem ölüyor hem de öldürüyor...
Amerika’nın Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da başlattığı petrol operasyonu, en son Irak’taki vahşete yol açtı. Milyonlarca insan hayatını kaybetti, evsiz barksız kalıp yerini yurdunu terk etti.
Amerika’da mantıklı düşünenen insanlar, uzun süredir petrol bağımlılığının azaltılması gerektiğini; aksi halde emperyal emellerin sonunun gelmeyeceğini söylüyor. Obama yönetimi iş başına geldiğinden beri, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı merak konusuydu.
ABD Başkanı, Ocak ayında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında, sanayicileri temiz enerjiye yatırım yapmaya çağırdı. Nedenini de şöyle açıkladı:
“Yarım yüzyıl önce Sovyetler uzaya Sputnik uydusunu gönderip bizi bu yarışta geçtiğinde, onları Ay'da nasıl yeneceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Ama daha iyi bir araştırma ve eğitim sürecinden sonra, sadece onları alt etmekle kalmadık, yeni sanayiler ve milyonlarca yeni iş yaratan bir keşif dalgası yaşadık. Şimdi de bu bizim Sputnik anımız. İki yıl önce, uzay yarışından bu yana görmediğimiz gelişme düzeyine erişmeliyiz. Biyomedikal araştırma, bilgi teknolojileri ve özellikle temiz enerji alanında yapılacak yatırım, hem güvenliğimizi artıracak, hem gezegenimizi koruyacak hem de insanlarımız için yeni işler yaratacak.”
***
Obama bu konuşmayı yaptıktan sonra, bu amaca hizmet edecek bir bütçe hazırlayıp Kongre’ye gönderdi. Beyaz Saray’ın planına göre, 2035 yılına kadar Amerika’nın kullandığı elektriğin yüzde sekseninin temiz enerji kaynaklarından sağlanması gerekiyor.
“Nükleer enerji, temiz kömür ve doğal gazın yanında rüzgar ve güneş enerjisi de kullanılmalı” diyor Obama. Bu nedenle de, petrol şirketlerine yapılan 46 milyar dolarlık federal yardımı kesmeyi ve çevreci yasaları genişleterek vergileri artırmayı planlıyor.
Ne var ki, yeni tasarı petrol endüstrisi devlerini epey rahatsız etti... Exxon Mobil, Chevron ve Koch Industries gibi dev firmaların da aralarında olduğu 450 petrol ve gaz şirketini temsil eden Amerikan Petrol Enstitüsü (API), derhal karşı atağa geçti ve mayıs ayından itibaren siyasi parti adaylarına bağışta bulunacaklarını açıkladı.
Amerika’da siyasi kampanyalarda dönen paranın büyük bölümü zaten petrol şirketlerinden geliyor. Ancak bu zamana kadar, API, lobi çalışmaları için para desteği sağlıyordu. Oysa yeni karara göre, doğrudan siyasi parti adaylarına bağış yapma kararı alındı.
Enstitünün Hükümetle İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Martin Durbin, “Sonuçta bizim görevimiz politik süreci etkilemek” diyor.
Böylece Amerikan siyaseti petrol endüstrisine dayalı bir Siyasi Faaliyet Komitesi (Political Action Committee-PAC) daha edinmiş oldu. Amerika’nın buna ihtiyacı var mıydı? Hayır.
Geçen yıl Kongre ve Beyaz Saray’daki lobi çalışmaları için 7.3 milyar dolar harcayan bu grup, bakalım bu yıl kaç milyar dolar daha saçarak iyice zehirleyecek Amerikan siyasetini?
Diyorum ki; Amerikalı politikacılar önce şu göstermelik “dünyaya demokrasi taşıma şovuna” ara verse, sonra da enerjilerini Amerika’daki korporatokrasi/plütokrasiyi dizginleyip demokrasiyi kendi ülkelerinde kurmak için harcasa daha iyi olmaz mı?
Kanımca, bir başkanın Amerikan siyaset sahnesindeki Sputnik anı, bunu yapabildiği andır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Mart 2011
Dünyada bugün yaşanan çatışmaların, savaşların ardında iki büyük neden olduğunu artık herkes biliyor: Yeryüzünde giderek azalan petrol ve su. Günümüzde emperyalizmin temel amaçlarından birisi, yaşamsal önem taşıyan bu iki akışkan maddeyi kontrol etmek.
Bu yüzden insanlar doğayı katlediyor, canlı türlerini yok ediyor; hem ölüyor hem de öldürüyor...
Amerika’nın Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da başlattığı petrol operasyonu, en son Irak’taki vahşete yol açtı. Milyonlarca insan hayatını kaybetti, evsiz barksız kalıp yerini yurdunu terk etti.
Amerika’da mantıklı düşünenen insanlar, uzun süredir petrol bağımlılığının azaltılması gerektiğini; aksi halde emperyal emellerin sonunun gelmeyeceğini söylüyor. Obama yönetimi iş başına geldiğinden beri, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı merak konusuydu.
ABD Başkanı, Ocak ayında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında, sanayicileri temiz enerjiye yatırım yapmaya çağırdı. Nedenini de şöyle açıkladı:
“Yarım yüzyıl önce Sovyetler uzaya Sputnik uydusunu gönderip bizi bu yarışta geçtiğinde, onları Ay'da nasıl yeneceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Ama daha iyi bir araştırma ve eğitim sürecinden sonra, sadece onları alt etmekle kalmadık, yeni sanayiler ve milyonlarca yeni iş yaratan bir keşif dalgası yaşadık. Şimdi de bu bizim Sputnik anımız. İki yıl önce, uzay yarışından bu yana görmediğimiz gelişme düzeyine erişmeliyiz. Biyomedikal araştırma, bilgi teknolojileri ve özellikle temiz enerji alanında yapılacak yatırım, hem güvenliğimizi artıracak, hem gezegenimizi koruyacak hem de insanlarımız için yeni işler yaratacak.”
***
Obama bu konuşmayı yaptıktan sonra, bu amaca hizmet edecek bir bütçe hazırlayıp Kongre’ye gönderdi. Beyaz Saray’ın planına göre, 2035 yılına kadar Amerika’nın kullandığı elektriğin yüzde sekseninin temiz enerji kaynaklarından sağlanması gerekiyor.
“Nükleer enerji, temiz kömür ve doğal gazın yanında rüzgar ve güneş enerjisi de kullanılmalı” diyor Obama. Bu nedenle de, petrol şirketlerine yapılan 46 milyar dolarlık federal yardımı kesmeyi ve çevreci yasaları genişleterek vergileri artırmayı planlıyor.
Ne var ki, yeni tasarı petrol endüstrisi devlerini epey rahatsız etti... Exxon Mobil, Chevron ve Koch Industries gibi dev firmaların da aralarında olduğu 450 petrol ve gaz şirketini temsil eden Amerikan Petrol Enstitüsü (API), derhal karşı atağa geçti ve mayıs ayından itibaren siyasi parti adaylarına bağışta bulunacaklarını açıkladı.
Amerika’da siyasi kampanyalarda dönen paranın büyük bölümü zaten petrol şirketlerinden geliyor. Ancak bu zamana kadar, API, lobi çalışmaları için para desteği sağlıyordu. Oysa yeni karara göre, doğrudan siyasi parti adaylarına bağış yapma kararı alındı.
Enstitünün Hükümetle İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Martin Durbin, “Sonuçta bizim görevimiz politik süreci etkilemek” diyor.
Böylece Amerikan siyaseti petrol endüstrisine dayalı bir Siyasi Faaliyet Komitesi (Political Action Committee-PAC) daha edinmiş oldu. Amerika’nın buna ihtiyacı var mıydı? Hayır.
Geçen yıl Kongre ve Beyaz Saray’daki lobi çalışmaları için 7.3 milyar dolar harcayan bu grup, bakalım bu yıl kaç milyar dolar daha saçarak iyice zehirleyecek Amerikan siyasetini?
Diyorum ki; Amerikalı politikacılar önce şu göstermelik “dünyaya demokrasi taşıma şovuna” ara verse, sonra da enerjilerini Amerika’daki korporatokrasi/plütokrasiyi dizginleyip demokrasiyi kendi ülkelerinde kurmak için harcasa daha iyi olmaz mı?
Kanımca, bir başkanın Amerikan siyaset sahnesindeki Sputnik anı, bunu yapabildiği andır.
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
demokrasi,
emperyalizm,
Irak,
Ortadoğu,
petrol,
temiz enerji
27 Şubat 2011 Pazar
Wisconsin'de Sınıf Savaşı
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Şubat 2011
Başlıkta adı geçen Wisconsin, Amerika’nın Ortabatı bölgesinde bir eyalet. Nüfus açısından Amerika’nın 20. büyük eyaleti; kişi başına düşen ortalama yıllık gelir açısından 15. eyalet.
Bugünlerde Wisconsin kaynıyor; her yerde onbinlerce insanın katıldığı protesto gösterileri yapılıyor. Öğretmenler hasta olduklarını bildirerek derslere girmiyor. Bu nedenle okullar üç günlüğüne kapatıldı. Üniversite öğrencileri, kamu çalışanları, sendikalar protesto eylemlerine destek veriyor.
Bütün bu gerginliğin nedeni, eyaletin yeni valisi Scott Walker’ın bütçe açığını kapatma bahanesiyle önerdiği yasa tasarısı. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak geçen yılki ara seçime giren Walker, rakibini yüzde altı farkla yenip, 3 Ocak 2011’de görevine başladı. Başlar başlamaz da eyaletin huzuru kaçtı.
Vali Walker’ın hesabına göre, eyaletin 137 milyon dolarlık bütçe açığını kapamanın yolu, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaktan geçiyor...
Ancak Vali bunu önerirken, bir bölüm kamu çalışanını ayrı tutuyor; diyor ki, kamu güvenliğini sağlamakla görevli memurlar, örneğin polisler, bu yasa kapsamına alınmayacak. Oysa bu grup, diğer kamu çalışanlarına kıyasla en yüksek geliri elde ediyor. Ama Vali için asıl önemli olan, o grubun büyük çoğunlukla Cumhuriyetçi Parti’yi destekleme eğilimi göstermesi...
Yani sözün kısası, Walker, bütçe açığını, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ya da diğer harcama kalemlerini yeniden düzenleyerek değil, çalışanların 50 yıldır sahip olduğu toplu sözleşme hakkını çiğneyerek gidermeyi düşünüyor!
Emekçiyi sömürmek, haklarını gasp etmek gibi vahşi yöntemler kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde şaşılacak bir şey değil elbette. Ama bu çağda toplu sözleşme hakkını yok etmeyi, ancak kapitalin kölesi olmuş, emek düşmanı bir fanatik düşünebilir.
Scott Walker’ın geçmişine göz atınca kendisinin tam da bu tarife uyduğunu görüyoruz. Politik kariyerinin baş destekçileri Charles ve David Koch. Kim bunlar?
Bağımsız Mother Jones dergisinin yazdığına göre, aşırı zengin, çok muhafazakar, sendika karşıtı petrol ve gaz kodamanları. Özellikle kamu sektöründeki sendikalara karşı sürekli ve şiddetli bir şekilde saldırmayı iş edinen Americans for Prosperity, The Cato Institute, The Competitive Enterprise Institute ve The Reason Foundation gibi kurumlara milyonlarca dolar destek yapan iş adamları...
Tabii ki Koch kardeşler Scott Walker’ın seçilmesi için kabarık çekler yazmaktan da geri durmamış. Koch Industries adına kurulan siyasi faaliyet komitesi (PAC), Vali’ye tek bir seferde yapılan en yüksek ikinci bağışı (43.000 dolar) yapmış.
Ama bununla da kalınmamış ve yasanın etrafından dolanıp yardım sınırını aşmanın yolu bulunmuş. Cumhuriyetçi Valiler Birliği’ne 1 milyon dolar vermişler ki, onlar da Walker’a yardım etsin. Birlik de bu parayı alınca başlamış Walker’ın rakibine karşı TV reklamları vermeye. 3.4 milyon dolarlık karşı reklam kampanyası sonucunda Demokratik Parti adayı kaybetmiş seçimi.
Tabii şimdi Wisconsin Valisi’nin bütün bunların karşılığını vermesi bekleniyor. O da kendisine arka çıkan büyük sermayeye borcunu emekçinin hakkını satarak ödüyor. Koch gibilerse, yaptıkları yatırımın karşılığını alıyor. Bunun adı kapitalizmdir; daima emek sömürüsüne dayanır.
Geçenlerde Mısır’daki olayları yazdığım yazıda Marx’ı anıp şöyle demiştim: “Bütün yaşananlar, sınıf savaşımlarının tarihidir.”
Kapitalizm var oldukça Ortadoğu’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya sınıf savaşımı devam edecek...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Şubat 2011
Başlıkta adı geçen Wisconsin, Amerika’nın Ortabatı bölgesinde bir eyalet. Nüfus açısından Amerika’nın 20. büyük eyaleti; kişi başına düşen ortalama yıllık gelir açısından 15. eyalet.
Bugünlerde Wisconsin kaynıyor; her yerde onbinlerce insanın katıldığı protesto gösterileri yapılıyor. Öğretmenler hasta olduklarını bildirerek derslere girmiyor. Bu nedenle okullar üç günlüğüne kapatıldı. Üniversite öğrencileri, kamu çalışanları, sendikalar protesto eylemlerine destek veriyor.
Bütün bu gerginliğin nedeni, eyaletin yeni valisi Scott Walker’ın bütçe açığını kapatma bahanesiyle önerdiği yasa tasarısı. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak geçen yılki ara seçime giren Walker, rakibini yüzde altı farkla yenip, 3 Ocak 2011’de görevine başladı. Başlar başlamaz da eyaletin huzuru kaçtı.
Vali Walker’ın hesabına göre, eyaletin 137 milyon dolarlık bütçe açığını kapamanın yolu, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaktan geçiyor...
Ancak Vali bunu önerirken, bir bölüm kamu çalışanını ayrı tutuyor; diyor ki, kamu güvenliğini sağlamakla görevli memurlar, örneğin polisler, bu yasa kapsamına alınmayacak. Oysa bu grup, diğer kamu çalışanlarına kıyasla en yüksek geliri elde ediyor. Ama Vali için asıl önemli olan, o grubun büyük çoğunlukla Cumhuriyetçi Parti’yi destekleme eğilimi göstermesi...
Yani sözün kısası, Walker, bütçe açığını, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ya da diğer harcama kalemlerini yeniden düzenleyerek değil, çalışanların 50 yıldır sahip olduğu toplu sözleşme hakkını çiğneyerek gidermeyi düşünüyor!
Emekçiyi sömürmek, haklarını gasp etmek gibi vahşi yöntemler kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde şaşılacak bir şey değil elbette. Ama bu çağda toplu sözleşme hakkını yok etmeyi, ancak kapitalin kölesi olmuş, emek düşmanı bir fanatik düşünebilir.
Scott Walker’ın geçmişine göz atınca kendisinin tam da bu tarife uyduğunu görüyoruz. Politik kariyerinin baş destekçileri Charles ve David Koch. Kim bunlar?
Bağımsız Mother Jones dergisinin yazdığına göre, aşırı zengin, çok muhafazakar, sendika karşıtı petrol ve gaz kodamanları. Özellikle kamu sektöründeki sendikalara karşı sürekli ve şiddetli bir şekilde saldırmayı iş edinen Americans for Prosperity, The Cato Institute, The Competitive Enterprise Institute ve The Reason Foundation gibi kurumlara milyonlarca dolar destek yapan iş adamları...
Tabii ki Koch kardeşler Scott Walker’ın seçilmesi için kabarık çekler yazmaktan da geri durmamış. Koch Industries adına kurulan siyasi faaliyet komitesi (PAC), Vali’ye tek bir seferde yapılan en yüksek ikinci bağışı (43.000 dolar) yapmış.
Ama bununla da kalınmamış ve yasanın etrafından dolanıp yardım sınırını aşmanın yolu bulunmuş. Cumhuriyetçi Valiler Birliği’ne 1 milyon dolar vermişler ki, onlar da Walker’a yardım etsin. Birlik de bu parayı alınca başlamış Walker’ın rakibine karşı TV reklamları vermeye. 3.4 milyon dolarlık karşı reklam kampanyası sonucunda Demokratik Parti adayı kaybetmiş seçimi.
Tabii şimdi Wisconsin Valisi’nin bütün bunların karşılığını vermesi bekleniyor. O da kendisine arka çıkan büyük sermayeye borcunu emekçinin hakkını satarak ödüyor. Koch gibilerse, yaptıkları yatırımın karşılığını alıyor. Bunun adı kapitalizmdir; daima emek sömürüsüne dayanır.
Geçenlerde Mısır’daki olayları yazdığım yazıda Marx’ı anıp şöyle demiştim: “Bütün yaşananlar, sınıf savaşımlarının tarihidir.”
Kapitalizm var oldukça Ortadoğu’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya sınıf savaşımı devam edecek...
-
Etiketler:
Amerika,
emek,
emek sömürüsü,
emekçi hakları,
kapitalizm,
Karl Marx,
Scott Walker,
sınıf farkı
20 Şubat 2011 Pazar
"Sahte Solcu" yazıma tepkiler
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Şubat 2011
Geçenlerde yazdığım “Sahte Solcu” başlıklı yazıma çok sayıda okuyucudan yorum geldi. (Yazıyı daha önce okumamış olanlar, bu linkten okuyabilir: http://www.zulalkalkandelen.com/2011/01/sahte-solcu.html )
AKP’ye verilen “liberal sol” desteğin nedenini irdelediğim o yazıda, Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmadan söz etmiştim. Siyaset bilimci Brendan Nyhan’ın başkanlık ettiği bu araştırma, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığını; üstelik ters yönde bir etki yarattığını ortaya koyuyor.
Nyhan’ın belirttiğine göre, “yanıldığını itiraf etme düşüncesi insanlar için ürkütücü.” Böyle bir durumda, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizması devreye giriyor.”
Ben, bu bilgilerden yola çıkarak, araştırmanın bulgularının AKP’ye destek veren “liberal sol” denilen kesimin siyasal davranışını açıklamakta kullanılabileceğini yazmış ve bazı yorumlar yapmıştım.
***
Yazım üzerine okurum Sayın Cumhur Mumcu’dan toplu bir gönderi olarak çok sayıda kişiye iletilen bir e-posta aldım. Sayın Mumcu’nun görüşlerini, konuyla ilgilenen okuyucularla paylaşmamın etik bir davranış olacağını düşünüyorum.
Uzunluğu nedeniyle kısaltarak vermem gerekiyor ama ana hatlarıyla şöyle diyor Cumhur Mumcu:
“Öncelikle belirtelim ki, gazete yazılarının artık bilimsel araştırmalardan faydalanılarak yazılması hem gazeteciliğin hem de bizzat Sayın Zülal Kalkandelen'in adına hürmete değer bir eylem. Tanıtımın amacı, hiçbir gerçek solcunun iktidara destek vermeyeceği şeklinde veriliyor.
İktidara desteğin bireysel bir çıkış noktası olduğu düşünülürse, araştırmanın tamamı okunduğu zaman, bu sahte diye nitelenen solcuların yerine, birçok grup veya ideolojik siyasal davranış tiplerinin de konulabileceğini görmek zor değil. Yani konu sadece solcuların sahte olması değil. Yanıldığını kabul etmemek için kendini kendini kandıran milliyetçiler de olabileceği gibi, Atatürkçüler veya Zülal Kalkandelen'in ifadesiyle liberal solcular da var. Araştırma nesnel. Bir başka deyişle tüm siyasal davranış tipleri için geçerli.
Ama Sayın Kalkandelen, ondan çok öznel sonuçlar çıkarıyor. Bu tür araştırmaları bulunduğu teorik mekandan alıp bir tek zümrenin yanlışı diye pratik bir alana taşımak doğru bir düşünce değil. Bunu bir Atatürkçü olarak söylemek bana ne kadar rahatsızlık verse de, bugün eleştirdiğimiz yanlışların benzerlerinin geçmişte Atatürkçüler tarafından da yapıldığını gözlemliyoruz.”
***
Bunun üzerine Sayın Mumcu’ya gönderdiğim iletide, bir bilimsel çalışmanın sonuçlarını AKP yandaşı solcular için yorumladığımı; ancak bunun, araştırmanın başka siyasi düşünceler için de uygulanamayacağı anlamına gelmediğini belirttim. Elbette aynı araştırmadan yola çıkarak diğer siyasi görüşler için de yorumlar yapılabilir ama bu benimkini geçersiz kılmaz.
Sayın Mumcu, takıldığı konunun tam da bu noktada; eleştirisinin o "de" kipinin içinde saklı olduğunu söylüyor. Çünkü yazımda, bu "de" kipini belirtecek bir sözcük olmadığı görüşünde...
Sonuç olarak, sözü geçen araştırma elbette doğrudan AKP’yi destekleyen “liberal sol” üzerinde yapılmış değildir.
Ben yazımda, siyasal davranışlar üzerindeki bilimsel bir çalışmayı kullanarak, konunun bir yönüne ışık tutan bir yorumda bulundum. Ama bu yorumu yaparken, aynı araştırmanın başka siyasi görüşlere de uygulanabileceğini ayrıca belirtmedim. Çünkü bu zaten Sayın Mumcu’nun dediği gibi açıkça belli...
Bu hafta bu konuyu yeniden gündeme getirme gereği hissettim. Çünkü herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermek istemem. Şu kesin ki, Cumhur Mumcu ile bilime saygı konusunda ortak bir tavır içindeyiz.
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Şubat 2011
Geçenlerde yazdığım “Sahte Solcu” başlıklı yazıma çok sayıda okuyucudan yorum geldi. (Yazıyı daha önce okumamış olanlar, bu linkten okuyabilir: http://www.zulalkalkandelen.com/2011/01/sahte-solcu.html )
AKP’ye verilen “liberal sol” desteğin nedenini irdelediğim o yazıda, Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmadan söz etmiştim. Siyaset bilimci Brendan Nyhan’ın başkanlık ettiği bu araştırma, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığını; üstelik ters yönde bir etki yarattığını ortaya koyuyor.
Nyhan’ın belirttiğine göre, “yanıldığını itiraf etme düşüncesi insanlar için ürkütücü.” Böyle bir durumda, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizması devreye giriyor.”
Ben, bu bilgilerden yola çıkarak, araştırmanın bulgularının AKP’ye destek veren “liberal sol” denilen kesimin siyasal davranışını açıklamakta kullanılabileceğini yazmış ve bazı yorumlar yapmıştım.
***
Yazım üzerine okurum Sayın Cumhur Mumcu’dan toplu bir gönderi olarak çok sayıda kişiye iletilen bir e-posta aldım. Sayın Mumcu’nun görüşlerini, konuyla ilgilenen okuyucularla paylaşmamın etik bir davranış olacağını düşünüyorum.
Uzunluğu nedeniyle kısaltarak vermem gerekiyor ama ana hatlarıyla şöyle diyor Cumhur Mumcu:
“Öncelikle belirtelim ki, gazete yazılarının artık bilimsel araştırmalardan faydalanılarak yazılması hem gazeteciliğin hem de bizzat Sayın Zülal Kalkandelen'in adına hürmete değer bir eylem. Tanıtımın amacı, hiçbir gerçek solcunun iktidara destek vermeyeceği şeklinde veriliyor.
İktidara desteğin bireysel bir çıkış noktası olduğu düşünülürse, araştırmanın tamamı okunduğu zaman, bu sahte diye nitelenen solcuların yerine, birçok grup veya ideolojik siyasal davranış tiplerinin de konulabileceğini görmek zor değil. Yani konu sadece solcuların sahte olması değil. Yanıldığını kabul etmemek için kendini kendini kandıran milliyetçiler de olabileceği gibi, Atatürkçüler veya Zülal Kalkandelen'in ifadesiyle liberal solcular da var. Araştırma nesnel. Bir başka deyişle tüm siyasal davranış tipleri için geçerli.
Ama Sayın Kalkandelen, ondan çok öznel sonuçlar çıkarıyor. Bu tür araştırmaları bulunduğu teorik mekandan alıp bir tek zümrenin yanlışı diye pratik bir alana taşımak doğru bir düşünce değil. Bunu bir Atatürkçü olarak söylemek bana ne kadar rahatsızlık verse de, bugün eleştirdiğimiz yanlışların benzerlerinin geçmişte Atatürkçüler tarafından da yapıldığını gözlemliyoruz.”
***
Bunun üzerine Sayın Mumcu’ya gönderdiğim iletide, bir bilimsel çalışmanın sonuçlarını AKP yandaşı solcular için yorumladığımı; ancak bunun, araştırmanın başka siyasi düşünceler için de uygulanamayacağı anlamına gelmediğini belirttim. Elbette aynı araştırmadan yola çıkarak diğer siyasi görüşler için de yorumlar yapılabilir ama bu benimkini geçersiz kılmaz.
Sayın Mumcu, takıldığı konunun tam da bu noktada; eleştirisinin o "de" kipinin içinde saklı olduğunu söylüyor. Çünkü yazımda, bu "de" kipini belirtecek bir sözcük olmadığı görüşünde...
Sonuç olarak, sözü geçen araştırma elbette doğrudan AKP’yi destekleyen “liberal sol” üzerinde yapılmış değildir.
Ben yazımda, siyasal davranışlar üzerindeki bilimsel bir çalışmayı kullanarak, konunun bir yönüne ışık tutan bir yorumda bulundum. Ama bu yorumu yaparken, aynı araştırmanın başka siyasi görüşlere de uygulanabileceğini ayrıca belirtmedim. Çünkü bu zaten Sayın Mumcu’nun dediği gibi açıkça belli...
Bu hafta bu konuyu yeniden gündeme getirme gereği hissettim. Çünkü herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermek istemem. Şu kesin ki, Cumhur Mumcu ile bilime saygı konusunda ortak bir tavır içindeyiz.
_
Etiketler:
AKP,
bilim,
Brendan Nyhan,
liberal sol,
politik tavır
13 Şubat 2011 Pazar
Mısır'a Diyalektik Bir Bakış
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Şubat 2011
Bütün dünya haftalardır Tunus ve Mısır’da olanları izliyor. Gazetelerin köşelerinde her gün çeşitli değerlendirmeler yazılıyor. İnsanlar, Arap halklarının diktatörlere başkaldırışını konuşuyor. Gelişmelerin bölge ülkelerine ve Amerika’ya olası etkileri tartışılıyor.
Haber akışı o kadar hızlı ki, yetişmek gerçekten zor. Kimisi bütün gün interneti tarayıp çeşitli kaynakları gözden geçiriyor; kimisi de televizyonun başından kalkmadan haber kanallarına bakıyor. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor...
Aslında olanı iki cümleyle diyalektik aracılığıyla anlatmak olanaklı:
1. Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. (Karl Marx)
2. Hiçbir şey olmadan geçen yıllar vardır ve bir de içine yıllar sığan haftalar... (Lenin)
***
Son haftalarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşananlar, onlarca yıldır adeta sessiz duran halkların uyanışına sahne oldu.
Tunus’un 23 yıllık Devlet Başkanı Bin Ali devrildi. Mısır’ın 30 yıllık diktatörü Mübarek’in saltanatı kökünden sallandı. Ürdün’de Kral Abdullah korkusundan hükümeti feshetti.
Gerçekten de Lenin’in dediği gibi, bu kadar kısa zamana adeta yıllar sığdı...
Lenin’in 1917’de Rus Devrimi’nin 12. yılında yazdığı şu satırları da dikkatle okumak lazım. İnanılmaz ama Avrupa için söylediği aşağıdaki sözleri, bir ay önce fırtınadan önceki sessizliği yaşayan Arap toplumları için de söylemek olanaklıydı.
“Avrupa’ya şu anda çöken ölüm sessizliği bizi yanıltmamalı. Avrupa devrime gebedir. Savaşın korkunç dehşeti, hayat pahalılığının neden olduğu perişanlık devrimci bir ruh yaratıyor. Yönetici sınıflar, burjuva ve onların uşakları, hükümetler, giderek çok büyük bir ayaklanma olmadıkça asla içinden çıkamayacakları kadar karanlık bir yola doğru sürükleniyorlar."
Bu görüşleri Marx’ın Komünist Manifesto’daki o ünlü cümlesiyle bir arada ele alırsak durum netleşiyor. Toplumların tarihi, 1848’de sınıf savaşımlarının tarihiydi. Bugün de aynısı geçerli; bütün yaşananlar sınıf savaşımlarının tarihidir.
***
Mısır’da halk neden ayaklandı? Tepkiler doğrudan kapitalizme değil, demokrasi talebiyle diktatörlüğe yöneliyor ve protestocular arasında emekçiler olsa da örgütlü değiller. Ama sorunun en önemli kaynağı yine ekonomiktir.
2007-2008 dünya gıda krizinden en çok etkilenen ülkelerden biriydi bu ülke. Halkın yüzde 40’ından fazlası, yoksulluk sınırının altında, günde 2 dolara yaşamaya mahkum. İşçilerin ayda ancak 60 dolar kazanabildiği Mısır'da, gençler arasında işsizlik yüzde 20-25’lerde.
Peki maden, doğalgaz, tarım ve turizm gibi çeşitli kaynakları olan, her gün 700 bin varil petrol üreten, petrol rezervleri 4 milyar varili aşan bir ülkede halk neden bu kadar fakir?
Mısır’da yaşanan, aşırı zengin ve dar bir yönetici sınıfın halkı sömürmesinden başka bir şey değil. Bunlara o fırsatı veren ne? Amerika’nın desteklediği Mübarek’in halka zulmeden neoliberal politikaları!
Şimdi IMF Başkanı çıkmış şöyle diyor: “IMF, Mısır’ın bozulan ekonomisini düzeltmek için yardıma hazırdır!”
Ben size ne olacağını söyleyeyim: Sular biraz durulunca IMF ve Dünya Bankası devreye girecek, Mısır’a borç verecekler ve Şok Doktrini (Naomi Klein'ın ortaya koyduğu şok terapisi) yapılacak...
Tabii bunların olabilmesi için önce Mübarek’in yerine Amerika ile iyi geçinecek bir yönetimin gelmesi sağlanacak. Böylece düşen Mübarek’e bir tekme de pragmatizmiyle ünlü Amerika’dan gelirken, aşırı varlıklı sınıf aracılığıyla kontrolü elinde tutan küresel kapitalizmin çarkı işleyecek...
Bundan sonra soru şudur: Bu şartlar altında emperyalizm Mısır’dan elini çeker mi? Emekçilerin örgütlenemediği Mısır’a demokrasi gelir mi?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Şubat 2011
Bütün dünya haftalardır Tunus ve Mısır’da olanları izliyor. Gazetelerin köşelerinde her gün çeşitli değerlendirmeler yazılıyor. İnsanlar, Arap halklarının diktatörlere başkaldırışını konuşuyor. Gelişmelerin bölge ülkelerine ve Amerika’ya olası etkileri tartışılıyor.
Haber akışı o kadar hızlı ki, yetişmek gerçekten zor. Kimisi bütün gün interneti tarayıp çeşitli kaynakları gözden geçiriyor; kimisi de televizyonun başından kalkmadan haber kanallarına bakıyor. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor...
Aslında olanı iki cümleyle diyalektik aracılığıyla anlatmak olanaklı:
1. Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. (Karl Marx)
2. Hiçbir şey olmadan geçen yıllar vardır ve bir de içine yıllar sığan haftalar... (Lenin)
***
Son haftalarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşananlar, onlarca yıldır adeta sessiz duran halkların uyanışına sahne oldu.
Tunus’un 23 yıllık Devlet Başkanı Bin Ali devrildi. Mısır’ın 30 yıllık diktatörü Mübarek’in saltanatı kökünden sallandı. Ürdün’de Kral Abdullah korkusundan hükümeti feshetti.
Gerçekten de Lenin’in dediği gibi, bu kadar kısa zamana adeta yıllar sığdı...
Lenin’in 1917’de Rus Devrimi’nin 12. yılında yazdığı şu satırları da dikkatle okumak lazım. İnanılmaz ama Avrupa için söylediği aşağıdaki sözleri, bir ay önce fırtınadan önceki sessizliği yaşayan Arap toplumları için de söylemek olanaklıydı.
“Avrupa’ya şu anda çöken ölüm sessizliği bizi yanıltmamalı. Avrupa devrime gebedir. Savaşın korkunç dehşeti, hayat pahalılığının neden olduğu perişanlık devrimci bir ruh yaratıyor. Yönetici sınıflar, burjuva ve onların uşakları, hükümetler, giderek çok büyük bir ayaklanma olmadıkça asla içinden çıkamayacakları kadar karanlık bir yola doğru sürükleniyorlar."
Bu görüşleri Marx’ın Komünist Manifesto’daki o ünlü cümlesiyle bir arada ele alırsak durum netleşiyor. Toplumların tarihi, 1848’de sınıf savaşımlarının tarihiydi. Bugün de aynısı geçerli; bütün yaşananlar sınıf savaşımlarının tarihidir.
***
Mısır’da halk neden ayaklandı? Tepkiler doğrudan kapitalizme değil, demokrasi talebiyle diktatörlüğe yöneliyor ve protestocular arasında emekçiler olsa da örgütlü değiller. Ama sorunun en önemli kaynağı yine ekonomiktir.
2007-2008 dünya gıda krizinden en çok etkilenen ülkelerden biriydi bu ülke. Halkın yüzde 40’ından fazlası, yoksulluk sınırının altında, günde 2 dolara yaşamaya mahkum. İşçilerin ayda ancak 60 dolar kazanabildiği Mısır'da, gençler arasında işsizlik yüzde 20-25’lerde.
Peki maden, doğalgaz, tarım ve turizm gibi çeşitli kaynakları olan, her gün 700 bin varil petrol üreten, petrol rezervleri 4 milyar varili aşan bir ülkede halk neden bu kadar fakir?
Mısır’da yaşanan, aşırı zengin ve dar bir yönetici sınıfın halkı sömürmesinden başka bir şey değil. Bunlara o fırsatı veren ne? Amerika’nın desteklediği Mübarek’in halka zulmeden neoliberal politikaları!
Şimdi IMF Başkanı çıkmış şöyle diyor: “IMF, Mısır’ın bozulan ekonomisini düzeltmek için yardıma hazırdır!”
Ben size ne olacağını söyleyeyim: Sular biraz durulunca IMF ve Dünya Bankası devreye girecek, Mısır’a borç verecekler ve Şok Doktrini (Naomi Klein'ın ortaya koyduğu şok terapisi) yapılacak...
Tabii bunların olabilmesi için önce Mübarek’in yerine Amerika ile iyi geçinecek bir yönetimin gelmesi sağlanacak. Böylece düşen Mübarek’e bir tekme de pragmatizmiyle ünlü Amerika’dan gelirken, aşırı varlıklı sınıf aracılığıyla kontrolü elinde tutan küresel kapitalizmin çarkı işleyecek...
Bundan sonra soru şudur: Bu şartlar altında emperyalizm Mısır’dan elini çeker mi? Emekçilerin örgütlenemediği Mısır’a demokrasi gelir mi?
-
Etiketler:
Amerika,
Dünya Bankası,
emek sömürüsü,
emperyalizm,
Hüsnü Mübarek,
IMF,
kapitalizm,
Karl Marx,
komünizm,
küresel mali kriz,
küreselleşme,
Lenin,
Mısır,
sınıf farkı,
Tunus