27 Şubat 2011 Pazar

Wisconsin'de Sınıf Savaşı

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Şubat 2011

Başlıkta adı geçen Wisconsin, Amerika’nın Ortabatı bölgesinde bir eyalet. Nüfus açısından Amerika’nın 20. büyük eyaleti; kişi başına düşen ortalama yıllık gelir açısından 15. eyalet.

Bugünlerde Wisconsin kaynıyor; her yerde onbinlerce insanın katıldığı protesto gösterileri yapılıyor. Öğretmenler hasta olduklarını bildirerek derslere girmiyor. Bu nedenle okullar üç günlüğüne kapatıldı. Üniversite öğrencileri, kamu çalışanları, sendikalar protesto eylemlerine destek veriyor.

Bütün bu gerginliğin nedeni, eyaletin yeni valisi Scott Walker’ın bütçe açığını kapatma bahanesiyle önerdiği yasa tasarısı. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak geçen yılki ara seçime giren Walker, rakibini yüzde altı farkla yenip, 3 Ocak 2011’de görevine başladı. Başlar başlamaz da eyaletin huzuru kaçtı.

Vali Walker’ın hesabına göre, eyaletin 137 milyon dolarlık bütçe açığını kapamanın yolu, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaktan geçiyor...

Ancak Vali bunu önerirken, bir bölüm kamu çalışanını ayrı tutuyor; diyor ki, kamu güvenliğini sağlamakla görevli memurlar, örneğin polisler, bu yasa kapsamına alınmayacak. Oysa bu grup, diğer kamu çalışanlarına kıyasla en yüksek geliri elde ediyor. Ama Vali için asıl önemli olan, o grubun büyük çoğunlukla Cumhuriyetçi Parti’yi destekleme eğilimi göstermesi...

Yani sözün kısası, Walker, bütçe açığını, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ya da diğer harcama kalemlerini yeniden düzenleyerek değil, çalışanların 50 yıldır sahip olduğu toplu sözleşme hakkını çiğneyerek gidermeyi düşünüyor!

Emekçiyi sömürmek, haklarını gasp etmek gibi vahşi yöntemler kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde şaşılacak bir şey değil elbette. Ama bu çağda toplu sözleşme hakkını yok etmeyi, ancak kapitalin kölesi olmuş, emek düşmanı bir fanatik düşünebilir.

Scott Walker’ın geçmişine göz atınca kendisinin tam da bu tarife uyduğunu görüyoruz. Politik kariyerinin baş destekçileri Charles ve David Koch. Kim bunlar?

Bağımsız Mother Jones dergisinin yazdığına göre, aşırı zengin, çok muhafazakar, sendika karşıtı petrol ve gaz kodamanları. Özellikle kamu sektöründeki sendikalara karşı sürekli ve şiddetli bir şekilde saldırmayı iş edinen Americans for Prosperity, The Cato Institute, The Competitive Enterprise Institute ve The Reason Foundation gibi kurumlara milyonlarca dolar destek yapan iş adamları...

Tabii ki Koch kardeşler Scott Walker’ın seçilmesi için kabarık çekler yazmaktan da geri durmamış. Koch Industries adına kurulan siyasi faaliyet komitesi (PAC), Vali’ye tek bir seferde yapılan en yüksek ikinci bağışı (43.000 dolar) yapmış.

Ama bununla da kalınmamış ve yasanın etrafından dolanıp yardım sınırını aşmanın yolu bulunmuş. Cumhuriyetçi Valiler Birliği’ne 1 milyon dolar vermişler ki, onlar da Walker’a yardım etsin. Birlik de bu parayı alınca başlamış Walker’ın rakibine karşı TV reklamları vermeye. 3.4 milyon dolarlık karşı reklam kampanyası sonucunda Demokratik Parti adayı kaybetmiş seçimi.

Tabii şimdi Wisconsin Valisi’nin bütün bunların karşılığını vermesi bekleniyor. O da kendisine arka çıkan büyük sermayeye borcunu emekçinin hakkını satarak ödüyor. Koch gibilerse, yaptıkları yatırımın karşılığını alıyor. Bunun adı kapitalizmdir; daima emek sömürüsüne dayanır.

Geçenlerde Mısır’daki olayları yazdığım yazıda Marx’ı anıp şöyle demiştim: “Bütün yaşananlar, sınıf savaşımlarının tarihidir.

Kapitalizm var oldukça Ortadoğu’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya sınıf savaşımı devam edecek...

-

20 Şubat 2011 Pazar

"Sahte Solcu" yazıma tepkiler

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Şubat 2011

Geçenlerde yazdığım “Sahte Solcu” başlıklı yazıma çok sayıda okuyucudan yorum geldi. (Yazıyı daha önce okumamış olanlar, bu linkten okuyabilir: http://www.zulalkalkandelen.com/2011/01/sahte-solcu.html )

AKP’ye verilen “liberal sol” desteğin nedenini irdelediğim o yazıda, Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmadan söz etmiştim. Siyaset bilimci Brendan Nyhan’ın başkanlık ettiği bu araştırma, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığını; üstelik ters yönde bir etki yarattığını ortaya koyuyor.

Nyhan’ın belirttiğine göre, “yanıldığını itiraf etme düşüncesi insanlar için ürkütücü.” Böyle bir durumda, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizması devreye giriyor.

Ben, bu bilgilerden yola çıkarak, araştırmanın bulgularının AKP’ye destek veren “liberal sol” denilen kesimin siyasal davranışını açıklamakta kullanılabileceğini yazmış ve bazı yorumlar yapmıştım.

***

Yazım üzerine okurum Sayın Cumhur Mumcu’dan toplu bir gönderi olarak çok sayıda kişiye iletilen bir e-posta aldım. Sayın Mumcu’nun görüşlerini, konuyla ilgilenen okuyucularla paylaşmamın etik bir davranış olacağını düşünüyorum.

Uzunluğu nedeniyle kısaltarak vermem gerekiyor ama ana hatlarıyla şöyle diyor Cumhur Mumcu:

Öncelikle belirtelim ki, gazete yazılarının artık bilimsel araştırmalardan faydalanılarak yazılması hem gazeteciliğin hem de bizzat Sayın Zülal Kalkandelen'in adına hürmete değer bir eylem. Tanıtımın amacı, hiçbir gerçek solcunun iktidara destek vermeyeceği şeklinde veriliyor.

İktidara desteğin bireysel bir çıkış noktası olduğu düşünülürse, araştırmanın tamamı okunduğu zaman, bu sahte diye nitelenen solcuların yerine, birçok grup veya ideolojik siyasal davranış tiplerinin de konulabileceğini görmek zor değil. Yani konu sadece solcuların sahte olması değil. Yanıldığını kabul etmemek için kendini kendini kandıran milliyetçiler de olabileceği gibi, Atatürkçüler veya Zülal Kalkandelen'in ifadesiyle liberal solcular da var. Araştırma nesnel. Bir başka deyişle tüm siyasal davranış tipleri için geçerli.

Ama Sayın Kalkandelen, ondan çok öznel sonuçlar çıkarıyor. Bu tür araştırmaları bulunduğu teorik mekandan alıp bir tek zümrenin yanlışı diye pratik bir alana taşımak doğru bir düşünce değil. Bunu bir Atatürkçü olarak söylemek bana ne kadar rahatsızlık verse de, bugün eleştirdiğimiz yanlışların benzerlerinin geçmişte Atatürkçüler tarafından da yapıldığını gözlemliyoruz.


***

Bunun üzerine Sayın Mumcu’ya gönderdiğim iletide, bir bilimsel çalışmanın sonuçlarını AKP yandaşı solcular için yorumladığımı; ancak bunun, araştırmanın başka siyasi düşünceler için de uygulanamayacağı anlamına gelmediğini belirttim. Elbette aynı araştırmadan yola çıkarak diğer siyasi görüşler için de yorumlar yapılabilir ama bu benimkini geçersiz kılmaz.

Sayın Mumcu, takıldığı konunun tam da bu noktada; eleştirisinin o "de" kipinin içinde saklı olduğunu söylüyor. Çünkü yazımda, bu "de" kipini belirtecek bir sözcük olmadığı görüşünde...

Sonuç olarak, sözü geçen araştırma elbette doğrudan AKP’yi destekleyen “liberal sol” üzerinde yapılmış değildir.

Ben yazımda, siyasal davranışlar üzerindeki bilimsel bir çalışmayı kullanarak, konunun bir yönüne ışık tutan bir yorumda bulundum. Ama bu yorumu yaparken, aynı araştırmanın başka siyasi görüşlere de uygulanabileceğini ayrıca belirtmedim. Çünkü bu zaten Sayın Mumcu’nun dediği gibi açıkça belli...

Bu hafta bu konuyu yeniden gündeme getirme gereği hissettim. Çünkü herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermek istemem. Şu kesin ki, Cumhur Mumcu ile bilime saygı konusunda ortak bir tavır içindeyiz.

_

13 Şubat 2011 Pazar

Mısır'a Diyalektik Bir Bakış

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Şubat 2011

Bütün dünya haftalardır Tunus ve Mısır’da olanları izliyor. Gazetelerin köşelerinde her gün çeşitli değerlendirmeler yazılıyor. İnsanlar, Arap halklarının diktatörlere başkaldırışını konuşuyor. Gelişmelerin bölge ülkelerine ve Amerika’ya olası etkileri tartışılıyor.

Haber akışı o kadar hızlı ki, yetişmek gerçekten zor. Kimisi bütün gün interneti tarayıp çeşitli kaynakları gözden geçiriyor; kimisi de televizyonun başından kalkmadan haber kanallarına bakıyor. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor...

Aslında olanı iki cümleyle diyalektik aracılığıyla anlatmak olanaklı:

1. Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. (Karl Marx)

2. Hiçbir şey olmadan geçen yıllar vardır ve bir de içine yıllar sığan haftalar... (Lenin)

***

Son haftalarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşananlar, onlarca yıldır adeta sessiz duran halkların uyanışına sahne oldu.
Tunus’un 23 yıllık Devlet Başkanı Bin Ali devrildi. Mısır’ın 30 yıllık diktatörü Mübarek’in saltanatı kökünden sallandı. Ürdün’de Kral Abdullah korkusundan hükümeti feshetti.

Gerçekten de Lenin’in dediği gibi, bu kadar kısa zamana adeta yıllar sığdı...

Lenin’in 1917’de Rus Devrimi’nin 12. yılında yazdığı şu satırları da dikkatle okumak lazım. İnanılmaz ama Avrupa için söylediği aşağıdaki sözleri, bir ay önce fırtınadan önceki sessizliği yaşayan Arap toplumları için de söylemek olanaklıydı.

Avrupa’ya şu anda çöken ölüm sessizliği bizi yanıltmamalı. Avrupa devrime gebedir. Savaşın korkunç dehşeti, hayat pahalılığının neden olduğu perişanlık devrimci bir ruh yaratıyor. Yönetici sınıflar, burjuva ve onların uşakları, hükümetler, giderek çok büyük bir ayaklanma olmadıkça asla içinden çıkamayacakları kadar karanlık bir yola doğru sürükleniyorlar."

Bu görüşleri Marx’ın Komünist Manifesto’daki o ünlü cümlesiyle bir arada ele alırsak durum netleşiyor. Toplumların tarihi, 1848’de sınıf savaşımlarının tarihiydi. Bugün de aynısı geçerli; bütün yaşananlar sınıf savaşımlarının tarihidir.

***

Mısır’da halk neden ayaklandı? Tepkiler doğrudan kapitalizme değil, demokrasi talebiyle diktatörlüğe yöneliyor ve protestocular arasında emekçiler olsa da örgütlü değiller. Ama sorunun en önemli kaynağı yine ekonomiktir.

2007-2008 dünya gıda krizinden en çok etkilenen ülkelerden biriydi bu ülke. Halkın yüzde 40’ından fazlası, yoksulluk sınırının altında, günde 2 dolara yaşamaya mahkum. İşçilerin ayda ancak 60 dolar kazanabildiği Mısır'da, gençler arasında işsizlik yüzde 20-25’lerde.

Peki maden, doğalgaz, tarım ve turizm gibi çeşitli kaynakları olan, her gün 700 bin varil petrol üreten, petrol rezervleri 4 milyar varili aşan bir ülkede halk neden bu kadar fakir?

Mısır’da yaşanan, aşırı zengin ve dar bir yönetici sınıfın halkı sömürmesinden başka bir şey değil. Bunlara o fırsatı veren ne? Amerika’nın desteklediği Mübarek’in halka zulmeden neoliberal politikaları!

Şimdi IMF Başkanı çıkmış şöyle diyor: “IMF, Mısır’ın bozulan ekonomisini düzeltmek için yardıma hazırdır!

Ben size ne olacağını söyleyeyim: Sular biraz durulunca IMF ve Dünya Bankası devreye girecek, Mısır’a borç verecekler ve Şok Doktrini (Naomi Klein'ın ortaya koyduğu şok terapisi) yapılacak...

Tabii bunların olabilmesi için önce Mübarek’in yerine Amerika ile iyi geçinecek bir yönetimin gelmesi sağlanacak. Böylece düşen Mübarek’e bir tekme de pragmatizmiyle ünlü Amerika’dan gelirken, aşırı varlıklı sınıf aracılığıyla kontrolü elinde tutan küresel kapitalizmin çarkı işleyecek...

Bundan sonra soru şudur: Bu şartlar altında emperyalizm Mısır’dan elini çeker mi? Emekçilerin örgütlenemediği Mısır’a demokrasi gelir mi?

-

30 Ocak 2011 Pazar

Şiddet, silahla son bulur mu?

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ocak 2011

Geçenlerde Amerika’da yaşanan silahlı saldırıyı duymayan kalmamıştır herhalde. Temsilciler Meclisi Üyesi Gabrielle Giffords, Arizona eyaletinde seçmenleriyle görüştüğü sırada başından vurularak yaralandı. Olayda, aralarında Federal Yargıç John Roll ve 9 yaşındaki bir çocuğun da olduğu altı kişi yaşamını kaybetti.

Amerika’da Obama’nın ilk siyahi başkan olarak göreve başlamasından bu yana, giderek güçlenen Çay Partisi hareketi, halkı karakterleri çok belirgin iki gruba ayırdı. Sarah Palin gibi aşırı sağcı politikacıların da bu durumu oy için sömürmesi, bu ülkede siyasetin tadını iyice kaçırdı.

Arizona’daki saldırının ilk şoku atlatıldıktan sonra, çarpıcı yorumlar gelmeye devam ediyor. Örneğin, olayın gerçekleştiği Pima İdari Bölge Şerifi Clarence Dupnik, Arizona’yı “önyargı ve bağnazlığın Mekke’si” diye nitelemiş; “Burası, silah lobisinin kurbanı aşırı sağcı ve aşırı muhafazakar bir eyalettir” demiş.

The Daily Beast’in yaptığı bir listede, Arizona, silah taşıma konusunda bireylere en geniş serbestiler getiren yasaları ve kişi başına düşen ölüm oranıyla, Amerika’da insanlar için en tehlikeli ikinci eyalet. Arizona’da yaşayan bir insanın Hawaii’de yaşayan bir başkasına göre silahla öldürülme riski 5 kat daha fazla....

Neden?

Çünkü bu eyaletin yasalarına göre, bireylere silah satışında kişinin akıl sağlığı ile ilgili geçmişi soruşturulmuyor; saldırı silahları yasak değil; tek bir seferde yapılan alımlarda sınırlama yok. Üstelik geçen yıl çıkarılan bir yasayla, bireylerin, lisansları olmasa da kamuya açık yerlerde görünmeyecek şekilde silah taşımalarına izin verildi.

***

Amerika'da yıllar içinde bireysel silahlanmaya olan desteğin artmasının temel nedeni, Kongre’de son derece güçlü bağlantıları olan silah lobisi. Bu lobi öylesine güçlü ki, geçen yılın ilk dokuz ayında Kongre’de etkili olabilmek için tam 4 milyon dolar harcadı. Silahlanmanın kontrol altına alınmasını isteyenlerin aynı dönemde Kongre’deki lobi çalışmaları için harcadıkları para ise, ancak 200 bin dolar...

Eh, onca para harcanıp Kongre üyeleri istenilen pozisyona sokulunca, onların seçmenleri de önemli oranda etkileniyor. 2000’de Amerika’da silahlanma konusunda daha sıkı yasal düzenlemelere taraftar olanların oranı yüzde 62 iken, bu oran Ekim 2010'da yüzde 44’e düşmüş. 2000’de halkın yüzde 31’i "mevcut durum korunsun" derken, bu oran Ekim 2010'da yüzde 42’ye çıkmış...

Görüldüğü gibi, George W. Bush’un iktidarda olduğu 2001-2009 döneminde Amerikan toplumu bireysel silahlanmaya daha olumlu bakar hale gelmiş.

Son iki yıldır Başkan olan Obama döneminde ise, başta sözünü ettiğim etkenlerin yüzünden, Amerikan halkının aşırı sağın nefret söyleminin etkisi altında kaldığı söylenebilir.

***

Peki siz Gabrielle Giffords’a düzenlenen saldırının meydana geldiği yerde yaşıyor olsaydınız ne yapardınız?

Bir daha böyle olayların olmaması için, Kongre üyelerine baskı yapıp, bireysel silahlanmayı kolaylaştıran yasaların tekrar gözden geçirilmesini mi isterdiniz?

Yoksa milyon dolarlık silah lobisi karşısında bu çabanızın sonuç vermeyeceğini düşünüp Arizona’yı terk mi ederdiniz?

Arizona’da bunlar olmadı; aksine bu olaydan sonra silah satışları iyice hızlandı. En çok satılan silah da, 8 Ocak günü Kongre üyesi Giffords’u vuran saldırganın kullandığı Glock marka silah...

FBI’ın verdiği bilgiye göre, 10 Ocak 2011’de Arizona’daki silah satışları, bir önceki yılın aynı gününe oranla yüzde 60 daha fazla...

Herkesin silahlandığı bir toplumda şiddet son bulur mu?

Ülkemizde de silah tüccarlarının ekmeğine yağ sürülmeye çalışıldığı bir sırada bu olaydan ders almak gerek!

-

23 Ocak 2011 Pazar

Dünya tükenirken...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ocak 2011

Piyasa ekonomisi, çevre krizine bir çözüm getirmeyecek. Bu kez Nuh’un Gemisi olmayacak. Eğer var olan durumu değiştirmezsek, en kötüsüyle karşı karşıya kalacağız. Gelecek beş ya da yedi yıl içinde küresel iklim değişikliği nedeniyle 100 milyon insan mülteci durumuna düşecek ve bu da siyasi sorunlar yaratacak. Ya kendimizi koruyacağız ya da hep birlikte yok olacağız.

Bu uyarıyı yapan, Brezilya’daki Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi’nde etik, çevrebilim ve din felsefesi dersleri veren, 60’tan fazla kitabın yazarı Profesör Leonardo Boff.

Dünyanın acil sorunlarına karşı pratik çözümler üzerinde çalışanlara verilen ve alternatif Nobel olarak da bilinen The Right Livelihood Award’u (Doğru Yaşam Ödülü) 2001’de kazanan isimlerden birisi. 20 yıldır çevre hareketine çok önemli desteklerde bulunan bir bilim insanı.

Prof. Boff, Tierramerica internet portalına verdiği röportajda, dünyanın gidişatına yön veren ülkelerin, yeryüzü kaynaklarını süresiz olarak kullanabilecekleri bir kasa gibi gördüğünü söylüyor. Bu yüzden, doğadaki varlıkların haklarını tanımıyor ve onları sadece birer üretim malzemesi olarak değerlendiriyorlar.

Bu sorunu yaratan, sistemin kendisi olduğundan, her ülke aynı sistem içinde büyümek amacıyla doğayı katletmeyi sürdürürse, çözüm bulunamayacak. Çünkü zaten doğanın yenileyebileceği kaynağın % 30 fazlası tüketiliyor.

***

Peki bu durumda, Boff’un önerdiği çözüm nedir?

İnsanoğlu, doğayla olan vahşi ilişkisini değiştirecek. Gerekli fonlara ve teknolojiye sahip olan dünyada bunu yapmak için siyasi istek ve duyarlılık eksik. Bunun değişmesi için herkes işbirliğine gidecek ve doğa için el ele verecek.

Nasıl olacak bu?

Bu konuda öne çıkan bazı örnek hareketler var. Örneğin uluslararası köylü hareketi Via Campesina.

1993’te ilk kongresi düzenlenen Via Campesina, dünyada çevre bilincinin gelişmesi ve doğa katliamlarını sona erdirmek için ortak eylemler düzenliyor. Şu anda 69 ülkeden 148 örgüt bu harekete üye. Türkiye’den tek üyeleri Çiftçi-Sen; ama Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da yaygın bir dayanışma sağlamış durumdalar.

Bir diğer örnek de, Brezilya’daki Topraksız İşçiler hareketi (MST). Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketi MST’nin 23 ülkeden toplam 1.5 milyon topraksız üyesi var. Brezilya, dünyada toprakların en eşitsiz dağıtıldığı ülke; toprak sahiplerinin yüzde 1.6’sı, tarıma elverişli toprakların yüzde 46.8’ini kontrol ediyor.

MST, toplumun dikkatini toprak sorununa çekmek için yoksulları örgütlüyor. Bugüne kadar toprak işgalleriyle milyonlarca insan için toprak elde ettiler. Bu topraklarda kooperatifler, okullar ve klinikler yaptılar.

***

Bütün bu örgütlenmelerin amacı, sosyalizme doğru hareket etmek için yapısal değişiklikler yapmak. Via Campesina, MST gibi hareketler, yoksul toplum kesimleri arasında dayanışmayı güçlendirip bu yapısal değişiklikler için zemin oluşturuyor.

Prof. Boff, yaşanmakta olan sorunu bir para sorunu olarak görmüyor. Doğada denge sağlanması, ona göre insanlığın ortak görevi. Ancak bu dengenin, sorunların asıl yaratıcısı kapitalizm ile kurulmayacağı açık...

Yaşadığımız ülkede de, 6094 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle, bugüne kadar korunmuş tüm alanları hidroelektrik santrali inşaatlarına açan bir iktidar iş başında. Kültürel varlıkları, tarihi dokuları, SİT alanlarını talan eden anlayış egemen...

Ama yılmak yok. Bu aşamada herkes kendi üzerine düşeni yapıp doğa katliamına karşı çıkarsa, hepimiz için umut doğabilir.

Unutmayalım; Prof. Boff’un dediği gibi bizim için Nuh’un Gemisi yok; ya önlem alırız ya da hep birlikte yok oluruz...

-

16 Ocak 2011 Pazar

Bulunmaz Hint kumaşı gibi politikacı

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ocak 2011

Barack Obama’nın yakın ekibi, Beyaz Saray’daki iki yılın sonunda birer birer dağılıyor. Obama’nın Başdanışmanı David Axelrod, baharda 2012’deki seçim kampanyasına odaklanmak üzere Washington’dan ayrılıp Chicago’ya gidiyor. Onun yerine seçim kampanyasının direktörü David Plouffe’nin geleceği söyleniyor.

Beyaz Saray Sözcüsü Robert Gibbs, şubat ayı başında görevini bırakacağını ve dışardan siyasi danışmanlığı sürdüreceğini açıkladı. Onun yerine de yardımcılarından Bill Burton veya Josh Earnest’ın ya da Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Sözcüsü Jay Carney’in getirileceği şeklinde söylentiler dolaşıyor.

Obama’nın en yakın çalışma grubundaki en büyük değişiklik ise, Beyaz Saray Genel Sekreterliği’ne yapılacak yeni atamayla yaşandı. Rahm Emanuel’in Chicago Belediye Başkanlığı’na aday olma kararı alıp ayrılmasından sonra, bu görevi geçici olarak Pete Rouse yürütüyordu.

Geçen perşembe günü, ABD Başkanı'nın Rouse’un yerine William Daley’i atadığı haberi geldi. Anlaşılıyor ki, Obama, kasım ayındaki Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçiler lehine değişen hava ve yaklaşan başkanlık seçimi nedeniyle ekibinde önemli değişiklikler yapma gereği duyuyor.

***

Bütün bu yeni isimler arasında en çok dikkati çeken elbette William Daley. Amerikan politikasını yakından izleyenler, Beyaz Saray’daki en etkili makamlardan birisine getirilen bu isme yabancı değil.

Bill Clinton döneminde Ekonomi Bakanı’ydı kendisi. Ayrıca küresel finans hizmetleri sunan JP Morgan Chase’in Orta Batı Amerika'dan Sorumlu Yöneticisi, Boeing Co., Abbott Laboratuvarı, Boston Properties gibi dev şirketlerin yönetim kurulu üyesi...

Obama’nın Daley’i bu göreve getirmesi, iş dünyası ve Cumhuriyetçi Parti ile ilişkileri göz önünde bulundurduğu şeklinde yorumlanabilir. Daley’in geçenlerde Obama’nın onayladığı vergi paketi için Cumhuriyetçi Parti’yle uzlaşma sağlanmasında rolü olduğu da biliniyor.

William Daley’in, önceki Genel Sekreter Rahm Emanuel’le en büyük ortak yanı, Demokrat Parti’nin merkezci hareketinde yer alması. The Nation’da çıkan bir habere göre, yeni genel sekreterin geçmişi bir Demokrat için pek parlak değil...

Neden? Çünkü iletişim devi SBC için lobi faaliyetlerinde bulundu; ilaç firması Merck’in yönetim kurulunda görev yaparken sağlık reformu paketi nedeniyle Obama yönetimini sola kaymakla eleştirdi. Amerikan Sendikal Hareketi AFL-CIO’nun Başkanı John Sweeney’e göre Daley, “çalışan kesimin tam karşı tarafında yer alıyor.

***

Başından beri bütün politikasını iki parti arasında denge kurma yönünde geliştiren pragmatist bir başkan Obama. Bu şekilde Kongre’ye işlerlik kazandırabileceğini umuyor. Belki ilk başta, son yıllarda iki farklı kampa ayrılan bir ülkede böyle bir politika izlemek, en doğru yol gibi görünebilir.

Ancak Obama’nın başkanlıktaki iki yıllık performansına bakılırsa, bu yöntemle pek de kimseyi hoşnut edemediği ortada. Kongre seçimlerinin de ortaya çıkardığı gibi, Demokrat Partililer, Obama’yı karşı tarafa fazla ödün veren politikaları nedeniyle eleştiriyor; kendilerine önce “değişim” önerip, sonra hayal kırıklığı yaşattığını söylüyor. Cumhuriyetçiler ise, zaten ne yaparsa yapsın, ilk siyahi başkan Obama’yı yerden yere vurmakla meşgul...

Bu durumda bir politikacının vaat ettiği ideallere uygun politikalar üretmesi mi, yoksa karşıtlarını etkilemek için sürekli ödünler vermesi mi daha akıllıcadır?

Ben her zaman ilkinden yana oldum. Biliyorum bulunmaz Hint kumaşı gibi ama ben politikacının da olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olanını seviyorum.

-

9 Ocak 2011 Pazar

Sahte Solcu

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ocak 2011

2011, Türkiye’de genel seçim yılı. Herkesin aklında aynı sorular dolaşıyor.

İktidar değişecek mi?

AKP’nin oyları düşecek mi?

Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında ilk kez genel seçime girecek olan CHP’nin oy grafiği nasıl değişecek?

Demokratik özerklik projesi” BDP’nin oylarına nasıl yansıyacak?

Gelecek dört yıl boyunca görev yapacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin partilere göre dağılımı nasıl olacak?

Türkiye’nin siyaset sahnesini izleyip bütün bu soruların yanıtlarına dair işaretler arıyorum. Aynı zamanda son sekiz yıldır iktidarda olan AKP’nin hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği onca adaletsizliğe karşın neden hâlâ destek bulduğunu anlamaya çalışıyorum.

İleri demokrasi” getireceğini iddia ederek ülkeyi The Economist’in “melez rejimler” diye nitelediği üçüncü sınıf demokrasiler arasına yerleştiren bir partinin neden Avrupa Birliği ve Amerika tarafından onaylandığını sorguluyorum...

AB ve Amerika’nın AKP’ye verdiği desteğin nedenini anlamak zor değil. Emperyalizm, her zaman çıkarlarıyla çatışmayacak iktidarları gözetir...

***

Benim için asıl ilginç olan, AKP yıpransa da halk desteğinin bir şekilde sürmesi... Onca skandal, onca yolsuzluk ve işsizlik ortadayken bu nasıl oluyor?

Sakın Amerikalılar gibi, “It’s the economy, stupid!” (Önce ekonomi, aptal!) demeyin. Çünkü krizin yükünü emekçilere yıkmaya çalışan iktidar, günlük bir simit parası kadar zam yaptığı ücretliyi perişan etmiş, hakkını arayan işçileri biber gazıyla susturmuş, insanca yaşam isteyen emekçiyi küresel kapitalizmin çarkında ezmiştir.

Öyleyse neden ekonomi değilse nedir? Sadece sandıklarda yapılan usulsüzlükler, seçim öncesi dağıtılan kömür, erzak vs. ve para ile satın alınan oylar mı AKP’yi iktidarda tutuyor?

Dini siyasette kullandığı için dindar kesimlerin ve cemaatin doğal desteğini aldığını kabul edelim. Peki yazarıyla, gazetecisiyle, sanatçısıyla, kendini solda gören “liberal solcular” neden AKP’ye taraftar?

***

Bu konu üzerinde düşünürken Amerika’da gerçekleştirilen bilişsel bir çalışmaya rastladım. Michigan Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığı; üstelik ters yönde bir etki yarattığı ortaya çıkmış.

Özellikle siyasi partilerin yandaşları söz konusu olduğunda, yanlış bilgiye sahip kişiler, doğruları ortaya koyan haberlerle karşılaştıklarında görüşlerini çok ender olarak değiştiriyor; ayrıca o zamana kadar inandıkları düşünceler de daha çok bileniyor.

Araştırma ekibinin başındaki siyaset bilimci Brendan Nyhan, “yanıldığını itiraf etme düşüncesinin insanlar için ürkütücü olduğunu” söylüyor. Bu durumda da, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizmasının devreye girdiğini” belirtiyor.

Nyhan’ın bilimsel ifadelerle anlattığı bu durum şudur basitçe: Yanıldığını kabul etmemek için kendi kendini kandırma! Düşünceleri gerçekler doğrultusunda değil, inançlar doğrultusunda oluşturmanın sonucudur bu.

Bu bilgiler özellikle “liberal sol” denilen kesimin davranışını açıklamaya yarayabilir. Sonuçta, bir zamanlar ülkeye demokrasi getireceğine inandıkları iktidar giderek ceberrut bir hal aldı. “İleri demokrasi” vaat ederken muhalif olan herkesi tehdit eden bu iktidarı destekleyerek yanlış yaptıklarını itiraf etmemek için bir tür savunma mekanizması geliştirmiş olmalılar...

Ancak bilişsel uyumsuzluktan kaçalım derken ideolojik uyumsuzlukla karşı karşıyalar...

Çünkü hiçbir gerçek solcu bu iktidara destek vermez! Verdiğini söylüyorsa, sahte solcudur o...

-