26 Aralık 2010 Pazar

Yunan Halkı Şok Doktrin'e Tepki Veriyor

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Aralık 2010

IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn Yunanlılara, “Doktorla mücadele etmeyin” demiş. Almış yanına Başbakan Papandreu’yu, geçmiş medyanın karşısına...

Ardından şöyle devam etmiş: “Yunan toplumunda çoğu kişi, bizim kötü adam olduğumuza inanıyor. Bazı insanların neden sokakta ‘IMF evine dön’ diye bağırdığını anlıyorum. Ama inanın bana, sizin için, burada olmamız evde olmamızdan çok daha iyi. Yakında kendi başınıza devam edebileceksiniz, biz de evimize döneceğiz, en iyisi bu.

Sokakta protestocular polisle çatışırken basın toplantısında Yunanistan’ın kemer sıkma politikası konuşuluyor. Peki IMF neden orada?

Yunanistan’ın yaşadığı iflasın ardından, Avrupa Birliği, geçen mayıs ayında bu ülkeye üç yıl içinde 110 milyar Euro kredi açma kararı aldı. Bunun 30 milyarı da IMF’den geldi.

Son haftalarda IMF’nin Yunanistan’a demirlemesinin nedeni, bu borcun geri ödemeleri için yapılan pazarlık.

Yunanistan, aldığı bu krediler karşısında ne yapmayı taahhüt etmişti?

* 2014 yılına kadar bütçe açığını AB’nin izin verdiği oran olan % 3’ün altına çekmek.

* Üç yıl içinde bütçede 30 milyar Euro’luk kesintiye gitmek. Bu yüzden kamu çalışanlarının ikramiyelerini kaldırmak.

* Yıllık tatil primlerine bir tavan koyup, yüksek ücretlilerde bu primi kaldırmak.

* Kamu çalışanlarının ve emeklilerin maaşına 3 yıl boyunca zam yapmamak.

* KDV oranını yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarmak.

* Akaryakıt, alkol ve tütünden alınan vergiyi artırmak.

* “Açlık sınırında” olan dar gelirlilere bir defaya mahsus olarak 150-200 Euro’luk yardımı ödememek.

* Özel sektörde işten kovulma durumunda ödenen tazminat miktarını düşürmek.

* Emeklilik için daha önce en az 37 yıl olan sigorta primleri ödeme zorunluluğunu en az 40 yıla çıkarmak vb...

***

110 milyar doları alan Yunanistan, AB ve IMF’ye verdiği sözü yerine getirmek için bu önlemleri aldı. Medyaya yansıyan haberlere göre, bu yüzden, devlet memurlarının yıllık gelirinde 2-3 bin Euro, emeklilerin yıllık gelirinde ise 1000-1500 Euro kadar bir azalma oldu. Bunun yanı sıra, her Yunanlı ailenin harcaması da ek vergiler nedeniyle ayda 300-400 Euro arttı.

Kudurmuş kapitalizmin içine girdiği çöküş süreci, halkları ezerken sömürü düzeninin çarkları işliyor. Sosyal devleti öldüren neoliberal politikalar da bir çözümmüş gibi topluma sunuluyor.

Bütün bunların sonucunda patlama noktasına gelip isyan eden halka IMF Başkanı’nın söyledikleri çarpıcı: “Biz buraya yardıma geldik. Davet edilmediğimiz hiçbir yere gitmeyiz. Doktorla kavga etmeyin. Bazen doktorlar size sevmediğiniz ilaçları verir: ama ilaçtan hoşlanmasanız da, doktor size yardım için oradadır.

***

Hasta: Yunanistan, Doktor: IMF, İlaç: Neoliberal politikalar...

Bu yöntem bana Naomi Klein’in “Şok Doktrin” adlı kitabında anlatıklarını hatırlattı. Önce bir kriz çıkar, ardından kaos içindeki topluma çözüm niyetine birtakım planlar önerilerek sosyal devlet yok edilir.

Şimdi Yunanlı isyan etmesin de ne yapsın?

Elbette eski bir bakanın dövülmesini ve şiddeti onaylamak mümkün değildir. Ancak bütün bu olanlar karşısında protesto eylemlerinin olmamasını beklemek de hiç mümkün değildir.

Yunanistan halkı, Şok Doktrin’e tepki veriyor. Sokaklardaki eylemlerin anlamı budur.

-

19 Aralık 2010 Pazar

Bütün İktidar Hayal Gücüne!

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Aralık 2010

Üniversite öğrencileri ayakta. Fransa ve Yunanistan’ın ardından, İngiltere ve İtalya öğrenci eylemleriyle sarsılıyor. Avrupa başkentlerinden her gün protesto eylemlerine ilişkin haberler geliyor.

Son haftalarda Türkiye’de de yaşanan öğrenci olaylarını nasıl değerlendirmeli?

Acaba bu olayları Başbakan’ın dediği gibi “illegal örgütler içinde yer alan tipler” mi organize ediyor?

Yoksa TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun dediği gibi olayların arkasında Ergenekon denilen örgüt mü var?

Ya da bu olayların asıl sorumlusu, bütün dünyada olduğu gibi şirazesinden çıkan iktidarlar mı? Nasıl çıkar bir iktidar şirazesinden?

Örneğin İngiltere’de olduğu gibi, eğitim bütçesini keserken varlıklı kesimin vergisinde indirim yapar...

İtalya’da olduğu gibi, üniversitelerde bütçe kısıtlamalarının yanı sıra, özelleştirmeye de kapı aralayan yasa tasarıları getirir...

Ya da Türkiye’deki gibi, rektörlerle buluşan Başbakan’ı protesto etmek isteyen gençlere coplarla, biber gazıyla saldırı emri verir...

***

Avrupa’daki olaylar, daha çok ekonomik nedenlere dayanırken; Türkiye’de buna bir de üniversiteler üzerinde YÖK aracılığıyla kurulan iktidar baskısı ekleniyor.

İşin ekonomik temeline inecek olursak, asıl sorunun, piyasa ekonomisinin önceliklerini halkın gereksinimlerinin önüne koyan zihniyet olduğu ortaya çıkıyor.

İngiltere Başbakan Yardımcısı Nick Clegg, hükümetin öğrenci harçlarını yükselten planını desteklemekten utanç duymadığını; çünkü küresel duruma uyum gösterdiğini söylemiş.

Aslında bir itirafta bulunuyor Clegg; diyor ki, dünyaya egemen olan koşulların, yani küresel kapitalizmin gereği budur.

Kapitalizm nasıl ayakta kalacak? Yoksulun, emekçinin, dar gelirli halk kesimlerinin ihtiyaçlarından kesip zengine vererek...

Yani sosyal devleti öldürerek...

Bu konuda önemli bir bilgiye, Mustafa Sönmez’in 8 Aralık’ta Cumhuriyet’teki köşesinde rastladım. Şöyle diyor Sönmez:

Bu yılın Ocak-Ekim döneminde bütçe harcamaları 230 milyar TL’yi bulmuş. Peki nereye, ne için harcanmış bütçe? Bir kere yüzde 22’si, işçi primlerinin üstüne yatarak SGK’ye devasa açıklar verdirenleri ödüllendirircesine, sosyal güvenlik açıklarını kapatmak için harcanmış. İkinci sırada ne var? Çoğu rantiyelere, dış kreditörlere ödenen faizlere harcanmış. Ne kadar? Bütçenin yüzde 18’i. Üçüncü sırada 16 milyon öğrenci için lütfedilip ayrılan eğitim bütçesi var ki toplamı 32 milyar TL, oranı da yüzde 14. Devletin yönetimine ayrılan yüzde 14’e yakın payı da geçtikten sonra ne geliyor? Polis-mahkeme, cezaevi harcamaları… Öyle böyle değil bütçeden yaklaşık 15 milyar TL harcanmış bu baskı mekanizması için. Yani bütçenin yüzde 6.5’u…

Devletin baskı mekanizmasına 15 milyar TL harcanırken halkın sağlığı için harcanan para, bundan 3 milyar TL eksik. Yani, sağlığın, polis-hapis harcamalarının gerisinden geldiği bir ülke burası…


***

Bugün sosyal devleti yok eden baskıcı kafalar, çıkan isyanları şiddet kullanarak bastırmaya çalışıyor. Sonra da öğrencilere destek verenlere, “Bu yolla İMKB’de prim yapamazsınız” diyorlar...

Fakat öğrenciyi, emekçiyi karşısına alırken borsada prim yapmayı tercih eden iktidarların gidebileceği yerin bir sınırı vardır. Hiç güvenilir mi borsaya?.. Gün gelir bir anda çöker, olacaklar hayal gücünüzü zorlar...

Ne ilginç ki, Nick Clegg de, hükümetin öğrenci harçlarını artırma planına karşı çıkanları, “hayalciler” diye nitelemiş.

Öyleyse, ben de bu piyasacı, borsacı politikacılara 1968 Mayısı’nın en güzel sloganlarından birisini hatırlarak diyorum ki; “Bütün iktidar hayal gücüne!

-

12 Aralık 2010 Pazar

Halka Dönüş

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Aralık 2010

Soru: “Amerika’daki iki partili siyasi sistemin alternatifi nedir?

Yanıt: “Görebildiğim kadarıyla, tek umut verici alternatif internet.

Sorunun sahibi, İngiltere’de Channel 4 için yaptığı “Disinformation” adlı röportaj dizisiyle büyük ilgi çeken Richard Metzger. Yanıtı verense, yazar/felsefeci Robert Anton Wilson.

Ben bu soru-yanıtı, 2002’de New York’ta merakla alıp bir çırpıda okuduğum “Disinformation” adlı kitapta gördüm.

Yayınlandığında epey ses getiren bu kitaptaki röportajların hepsi ilginç; ama özellikle aklımda yer edenlerden birisi Wilson röportajı oldu.

İnternetin nasıl umut verici olabileceğini şöyle anlatıyor Wilson:

Bugün bütün banka, borsa işlerinizi internette yapabiliyorsunuz. Bunun gibi sonunda siyasi güç de, internetin açtığı yolu izleyip, tekrar halka dönecek. Temsili hükümet teorisi, son 200 yılın keşfidir. Hükümdarlığı babadan oğula kalıtım yoluyla elde edenlerin bir avuç eşkıya olduğu keşfedilince, ‘Öyleyse kendi eşkıyalarımızı kendimiz seçeriz, onlar da bizi temsil eder’ dediler. Fakat seçilenler bizi değil, seçilmelerini finanse edenleri temsil ediyor.

Eskiden bizi temsil edecek olanlara ihtiyaç olduğu düşünülürdü; çünkü hepimiz birden fikirlerimizi aktarmak için Washington’a gidemezdik. Ama internet üzerinde kendimizi temsil edebiliriz. Ben Senatör Dianne Feinstein’ın orada oturup beni temsil ettiğini iddia etmesindense, bilgisayarım aracılığıyla kendimi temsil etmeyi yeğlerim. O, beni ancak kaçışan bir ceylanı temsil eden aç bir aslan kadar temsil eder.


***

İnternetin gücünün nereye varabileceğini Wilson yaklaşık 10 yıl önce anlamış. Bugün hâlâ yaşanmakta olan dijital devrimi, sosyal medyayı küçümseyenler olduğunu gördükçe, aklıma onun sözleri geliyor.

Kanımca, son Wikileaks olayını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Koltukları işgal edenler, Wikileaks’in yayınladığı belgelerin resmi görüş olmadığını, ciddiye alınmaması gerektiğini söyleye dursun, bu olay internetin gücünü bir kez daha tartışılmaz biçimde kanıtladı.

Wikileaks’in gazetecilik açısından ortaya çıkardığı en çarpıcı nokta şudur: Geleneksel gazetecilikte gazetecilerin siyasi güç sahipleriyle yakın ilişkiler içinde olması her zaman önemsenir. Oysa siyasi gücün kirli çamaşırlarını ortaya döken Wikileaks için bunun tam tersi söz konusu...

Gerçekleri ortaya çıkarıp kamu hizmeti sunan gazeteciler, bu görevi yaparken kimi temsil eder? Aslında yanıtı açık bir sorudur bu. Bir iletişim fakültesi öğrencisine sorsanız, idealist bir yaklaşımla, “halk” yanıtını verir.

Ne yazık ki, ülkemizde son yıllarda yaşanan siyasi baskı, meslekte aşırı yozlaşmaya neden oldu. Bu yüzden, iktidarın çıkarlarını savunan “yandaş medya” görülmedik ölçüde yaygınlaştı ve sorunun yanıtı da “patron ve iktidar” olarak değişti.

Ama bu noktadan sonra, gazeteciler şunun farkına varmalıdır ki, internet hayatımızı kökünden değiştirecek yenilikleri getirdi. Eskisi gibi, sadece iktidarın ağzından çıkan lafları yazmakla gazetecilik yapmak olanaklı değildir.

Gerçekler, bugün geleneksel medya olmadan da ortaya çıkarılabilir. Duyarlı her yurttaş, yaşadıklarını, tanık olduğu olayları internette diğerleriyle paylaşıp kendisini temsil edebilir.

Wilson’ın siyaset için söylediklerinden esinlenirsek; insanlar kendi cam fanuslarında oturup iktidarın çıkarına yazıp çizenleri okumaktansa, geçer bilgisayarının başına kendi haberini kendisi yazar. Ancak gazecilerin görevi bitmez; yazılanların doğruluğunu araştırmak yine onlara ait olacaktır.

Demek ki, artık dalkavukluk tarihe gömülmeli; gazetecilik de siyaset de, yeniden halka, gücünü aldığı asıl kaynağa dönmeli.

_

5 Aralık 2010 Pazar

Veri gazeteciliği

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Aralık 2010

Son yıllarda dijital medyada yaşanan değişimler, gazetecilik üzerinde büyük bir tartışma başlattı. Bir yandan gazetelerin kağıt baskı olarak ömürlerinin kısa bir süre sonra biteceği konuşuluyor; diğer yandan gazeteciliğin tanımının değiştiği söyleniyor...

Gazeteciliğin gelecekte ağırlıklı olarak dijital medyaya kayacağı artık görünen bir gerçek. Ancak mesleğin tanımı hakkında ifade edilen görüşlerin bir bölümüne katılmıyorum.

Örneğin gazeteciliğin geleceğini “gonzo gazetecilik/yazarlıkta” görmüyorum...

Kısaca, yazarın, çok daha öznel bir şekilde, doğruluk/sahicilik esasına bağlı kalma endişesi taşımadan, başlangıçtaki ana temadan uzaklaşarak işlediği; hayali kahramanlarla süsleyerek, abartılı bir dille kaleme aldığı yazılar bunlar...

Bu tür yazıları eğlendirici bulanlar var. O nedenle mutlaka her zaman belli bir okuyucu kitlesi olacaktır. Fakat gazeteciliğin geleceğini buna bağlamak, “O tür yazmayanlar tasfiye olacaktır” demek, deyim yerindeyse isabetsiz bir atıştır.

Gazeteler, her şeyden önce insanların doğruya ulaşma ihtiyacını karşılamak için var. “Ama internet, sosyal medya öyle gelişti ki, bilgiye çok daha önce ulaşmak mümkün. Neden eskimiş habere yer veren gazeteyi okusun?” diyorsanız, doğru soru budur.

***

Bu soruya en son yanıt Tim Berners-Lee’den geldi. Kendisi, “Web’in babası” diye tanınıyor; dünya çapında ağ (World Wide Web) olarak tanımlanan bilgi paylaşım sistemini kuran bilgisayar profesörü.

Demiş ki Berners-Lee: “Veri analizi, gazeteciliğin geleceğidir.

Ve şöyle devam etmiş: Gazeteciler, eskiden beri haberleri barlarda dönen sohbetlerden çıkarır. Bazı durumlarda yine bu yöntem kullanılacak olsa da, artık geleceği belirleyecek esas yöntem, veri analizidir. Gazeteci, öncelikle verileri anlayabilecek eğitime sahip olacak, sonra onları irdeleyecek ve en sonunda da ülkede olup bitenleri halka doğruluğu kuşku götürmez şekilde aktaracak.

Tim Berners-Lee’nin bu sözleri, hükümetleri asıl denetleyecek olanın gazeteler aracılığıyla halk olacağını gösteriyor. Eğer gazeteler, asıl işlevlerini yerine getirir ve olan biteni verilere dayanarak açıklarsa, iktidarın halk tarafından doğru değerlendirilmesi olanaklı hale gelir.

Bugün Türkiye gibi medyası iktidar baskısıyla güdümlenmiş ülkelerde demokrasinin işlemeyişinin en temel nedenlerinden birisidir bu.

Tim Berners-Lee’nin sözleri, gazeteciliğin geleceği üzerine yapılan tartışmalara yeni bir boyut katarken, “analizlere dayanan ciddi yazıların artık ilgi görmediği" şeklindeki görüşleri de çürütüyor.

***

Veri gazeteciğilinin işlemesi için gerekli üç şart var.

1-Gerçekleri ortaya koyacak gazeteleri çıkarmaya azimli ve iktidar baskısına direnebilecek medya sahipleri olmalı.

2-Veri analizi yapabilecek gazeteciler yetiştirilmeli.

3-Resmi kurumların gazetecilere doğru veriler aktarması gerekli.

Büyük ulusal medyanın iktidar korkusuyla hükümet broşürü çıkaran yayınlara döndüğü ortada. Resmi kurumların verilerinin doğruluğu da tartışılır.

Bu sıkıntıların dışında, verileri değerlendirebilecek uzman gazeteci sorunu da var. Bugün gazetecilik eğitimi veren fakültelerde eğitimin yeterli olduğunu kim söyleyebilir?

Oysa dünyada bu ihtiyacın farkında olanlar harekete geçmiş durumda. Örneğin The Guardian’ın haberine göre, Londra Kent Üniversitesi, gazetecilik bölümünün ders programına “data journalism” (veri gazeteciliği) eklenmiş.

Ne diyelim; darısı bizim üniversitelerin de başına...

Ama elbette önce medya üzerindeki iktidar baskısından kurtulmak lazım.

O konuda var mı yaratıcı ve etkili bir önerisi olan?

-

28 Kasım 2010 Pazar

Büyük bir laf mı, ufak bir eylem mi?

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 28 Kasım 2010

Bayram haftasını Amsterdam’da geçirme şansım oldu. İçinden kanallar geçen bu güzel kent, ilk göreni hemen etkileyecek birçok özelliğe sahip.

Arabaya karşı egemenliğini ilan eden bisiklet, geceleri sokakları saran romantik ışıklar, köprüler, kışın bile cıvıl cıvıl meydanlar, kanallar boyunca dizilen birbirinden güzel binalar... Hepsi Amsterdam’a ayrı bir kişilik kazandırıyor.

Ama işin gerçeği, bu kentte beni en çok bir sergi etkiledi. Bir öğleden sonra ünlü Direniş Müzesi’ne (Verzetsmuseum) gittim. Daha kapıdan içeri girer girmez siyah duvar üzerinde büyük beyaz puntolarla yazılan şu sözler dikkatimi çekti:

Direniş, büyük laflarla değil, ufak eylemlerle başlar. Kendinize sorduğunuz bir sorudur direnişi başlatan. Ve ardından o soruyu bir başkasına sorarsınız.

Hollandalı gazeteci, yazar ve şair Remco Campert’e ait bu satırlar...

2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Hollanda’da yaşanan korkunç yılları anlatan bir sergi var müzede. Yahudilerin teker teker yakalanıp kamplarda katledildiği dönem, defalarca filmlerde anlatıldı. Dolayısıyla fazlasıyla işlenmiş bir konu.

Ancak Direniş Müzesi’ndeki sergi, 1940-45 döneminden kalma eşyalar ve çeşitli belgelerle Nazi işkencesini ayrıntısıyla ortaya koyuyor.

Bir koridordan diğerine geçerken sanki bir zaman tüneline girip o yıllara gitmiş gibi oluyorsunuz. İçinizde bir ürperti hissediyor, insanlık adına utanıyor, gördüklerinizin yaşanmış olduğu gerçeğiyle bir kez daha sarsılıyorsunuz...

***

Serginin özellikle bir bölümü gazeteciler açısından çok ilginç. Nazi işgali sırasında Hollanda Direniş Hareketi’nin ana unsurlarından birisi olan, izinsiz yayınlanan gazetelerin öyküsü anlatılıyor bu bölümde.

İşgalin devam ettiği süre içinde, Alman propagandasına karşı halka moral verip direnişi sürdürmek amacıyla 1300 kadar yeraltı gazete faaliyet göstermiş. Bunlar arasında, yerel haberleri yansıtanların yanı sıra, çeşitli siyasi ve dini gruplara ait olanlar da var.

Baskı ve dağıtım sırasında yaşanan sıkıntılar, direnişe destek verenlerin her türlü tehlikeyi göze almasıyla aşılmış.

Gazete kağıtları gizli yerlere saklanmış, taşınması zor ağır baskı kalıplarının yerine mukavvadan kalıplar yapılıp gazetelerin birkaç farklı yerde basılması sağlanmış. 1943’te baş gösteren kağıt sıkıntısı yüzünden basılacak her türlü malzeme için izin alınması gerekince, kağıtlar çalınarak bulunmuş.

***

Bütün bu zorluklar aşılmış. Ancak bir olay var ki, insanın kanını donduruyor...

Wim Speelman adlı bir öğrenci, Vrij Nederland ve Trouw adlı iki gazetenin çıkarılmasını örgütleyenlerden biridir. Alman İstihbarat Servisi tarafından da kimliği bilinmektedir.

Almanlar, 1944 yılında Speelman’a bir teklif yapar. Trouw’un yayınını durdurursa, gazetenin ölüme mahkum edilen 23 çalışanının hayatının bağışlanacağı söylenir. Ancak bunun için bir belge imzalayacaktır...

Speelman, bunun, Trouw’un direnişe teşvik ettiği Hollandalıların sırtına bıçak saplamak olacağını düşünür ve “Devam edeceğiz” der...

23 idam gerçekleşir; altı ay sonra da Speelman tutuklanıp öldürülür...

Müzeyi gezdiğim günden beri bu olayı düşünüyorum. Kendisini direnişe böylesine adamış bir gazetecinin o kararı alırken içinde bulunduğu atmosferi düşünüyorum...

Remco Campert’in sözlerinden esinlenirsek, Nazi kamplarında milyonlarca insanın katledildiği bir dönemde, direnişi örgütlemek için gazete çıkarmak ufak bir eylem midir?

Ya da 23 kişinin ölümünü engelleyebilecekken “devam” demek, çok büyük bir laf mıdır?..

-

22 Kasım 2010 Pazartesi

İşkence var, suçlu yok...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Kasım 2010

Dünya gündemini izleyenler hatırlar; 2009’da medyada bir haber yankılanmıştı. CIA’nin Bush döneminde mahkumlara “waterboarding” (basınçlı su ile sorgulama) yöntemi uyguladığı ortaya çıkmıştı.

Su işkencesi” de denilen bu yöntem, uzmanlara göre ciğerlere ve beyne zarar veriyor, psikolojik bozukluklara yol açıyor. Bu nedenle insan hakları savunucuları şiddetle karşı çıkıyor.

Obama, geçen yıl işkence olduğunu kabul ettiği bu uygulamayla ilgili gizli devlet belgelerini açıklayınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Hatta Başkan Cumhuriyetçiler tarafından CIA’nin gücünü azaltmakla suçlanmıştı.

Bush iktidarındaki işkencelerden dolayı uygulamaya adı karışanların cezalandırılması gündeme gelince, Obama çark etmiş, “İntikamı bırakalım, geleceğe bakalım” türünden laflar etmişti.

Ona göre; işkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçevede uygulayan kurum görevlileri cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren çerçeveyi belirleyenleri kapsamalıydı.

Peki kimdi o çerçeveyi belirleyenler? O dönemin Adalet Bakanı John Ashcroft, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Başkan Bush değil mi?

CIA yetkilileri ve o dönemde görev yapanlar suçu birbirlerine yüklemeye çalışırken, 2008’de bir soruşturma başladı.

Dönemin Adalet Bakanı Mukasey, işkenceleri belgeleyen 92 video kasetin, 2005 yılında CIA tarafından imha edilişini soruşturması için federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.

Ve geçen hafta Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, üç yıla yakın bir süredir süren bu soruşturmanın sonucu belli oldu...

Durham, o kasetleri imha eden CIA görevlileri hakkında işlem yapılmasına gerek görmemiş. Çünkü bu emri o görevlilere doğrudan CIA Operasyon Direktörü Jose Rodriguez Jr. vermiş...

Öyleyse, yasaları çiğneyen odur; onu yargılayın diyorsunuz. Bu kez de CIA’den şu açıklama geliyor: O kasetleri iyi niyetle imha ettik. Ebu Garib hapishanesinde olanları gösteren fotoğraflara duyulan büyük öfkeden sonra, video kasetlerin ortaya çıkması, soruşturmacıların kimliklerini açığa çıkarabilir ve onların hayatını riske atabilirdi...

***

Bütün bunlar olurken, Bush o işkenceleri savunmaya devam ediyor. Anılarını anlattığı yeni kitabı “Decision Points”de, Guantanamo’da mahkumlara iyi yemek verildiğini, onlara DVD'leri ve kütüphanesi bulunan “temiz ve güvenli” bir barınak sağlandığını iddia ediyor! Ona göre “waterboarding” işkence değilmiş... Keşke başka şekilde bilgiye ulaşabilselermiş ama bu yöntemle birçok bilgi elde edilmiş...

Bunları söyleyene sormazlar mı; o zaman neden durmadan bütün ülkeleri insan haklarına uymaya çağırıyorsunuz diye?

Madem onlar güvenlikleri için savaş suçunu bile meşrulaştırıyor, o halde başkaları da bunu yaptığında ses çıkarmamaları beklenir. Tehlike de burda...

Bu mantıkla nereye varır dünyanın sonu? Amerikalı yetkililer, devamlı olarak İran’ın nükleer programının güvenlik tehdidi yarattığını söylüyor. Bu durumda İran’ın tepesine atom bombası indirip “Ne yapalım; güvenliğimiz söz konusuydu” mu denilecek?

Doğrusu atom bombası atmak yapmadıkları şey değil; deneyimleri de var. Sonra da aradan zaman geçince özür dilerler; olur biter...

Yasalara uymayanların başkalarına uy demeye hakkı var mıdır? Amerika, “Dünyanın Ağası” da olsa, ona bunu hatırlatan çıkmaz mı?

Birleşmiş Milletler ne der mesela? Irak’a kimseyi takmadan saldıran ABD emperyalizmi karşısında ezilen bu örgütün saygınlığı kalmış mıdır ki konuşsun?..

-

14 Kasım 2010 Pazar

Pohpohlanma

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Kasım 2010

Bizim gazetelerde rastlamadım ama geçenlerde George W. Bush’la ilgili ilginç bir haber yansıdı dış basına. “Pohpohlanmayı özledim. Air Force 1’ı, başkomutan olmayı özledim” demiş eski ABD Başkanı...

Bu hafta yayımlanan “Decision Points” adlı biyografisini tanıtmak için gezmeye başladı kendisi. Gittiği yerlerde konuşuyor ve kitabı çok satsın diye ilgi çekici laflar ediyor. Pohpohlanmayı özlediğini de Teksas Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada itiraf etmiş.

Bu sözler üzerine salonu dolduran 2000 kişi Bush’u ayakta alkışlamış. Ben haberi okurken, özellikle “pohpohlanma” kısmına takıldım. İlk anda içten bir itiraf gibi gözükse de, aslında rahatsız edici bir gerçek bu...

***

Şöyle diyor sözlük: “Pohpohlama: Bir kimseyi, yüzüne karşı dalkavukça, aşırı biçimde övmek.” (Arkadaş Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu)

Burada, “dalkavukça” ve “aşırı biçimde övmek” ifadeleri kilit noktadır. Elbette bir insanı beğenirseniz övebilirsiniz; ama aşırı ve gereksiz övgü, dalkavukluğa girer. İktidara dalkavukluk etmekse, çıkar için fırsat kollama amacına yöneliktir ki, bu çok daha mide bulandırıcı...

Pohpohlanan Bush’un, yapılanın dalkavukluk olduğunu bilmesine karşın özlediğini itiraf etmesi ise, bana göre tiksindirici. Ancak şaşırtıcı değil...

2001-2009 arasında Amerika’yı yöneten bu adam, gelmiş geçmiş en kötü başkan diye nitelenip ülke tarihine geçti. Büyük ekonomik kriz onun iktidarında patladı; Amerikan emperyalizmi onun döneminde azıp Ortadoğu’yu bir kez daha kana buladı.

Eh, Bush’un pohpohlanmaya ihtiyacı olmayacak da kimin olacak? Doğrular değil, dalkavukların yalanlarıydı onun ihtiyacı...

Ve şimdi hâlâ o korkunç kararları almasına neden olan yalanları özlüyor.

Farkında bile değil ki, yalanlardır insanı gerçeklerden koparan. Politikacılara en büyük kötülüğü yapanlar da, onlara sadece duymak istediklerini söyleyen yalakalardır...

Ayrıca hiçbir iktidar sonsuz değildir. Gün gelir devran değişir; baştakiler ayak olur. İktidardakiler, oturdukları koltuktan bir gün mutlaka iner. Yumuşak iniş yapabilmek için de, otururken koltuğu fazla yükseğe kaldırmamak; örneğin halka “Ananı da al da git!” dememek gerekir.

***


Konuşması sırasında bir anısını da anlatmış Bush. Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra köpeği Barney’i Teksas’taki çiftliğinin çevresinde gezdirmeye çıkmış. “Başkanlığım sona erdikten sadece on gün sonra, elimde bir torbayla sekiz yıldır yapmaktan kaçındığım bir işi yapar buldum kendimi” demiş.

Ders alınacak bir durum... Köpeğinin kakasını yerden toplamak için Beyaz Saray’dan ayrılmayı beklemese, şimdi bu basit olay onu bu kadar etkilemezdi.

Beyaz Saray’a Bush’tan sonra yerleşen Obama, köpeği Bo ile sık sık bahçede yürüyüşe çıkıyor. Bo'nun kakasını kendisi mi topluyor yoksa Beyaz Saray görevlilerine mi toplatıyor bilmiyorum...

Ama Bush gibi pohpohlanmayı sevmiyordur umarım. Akıllıysa, kendisine gerçekleri iletecek dürüst bir ekip kurmuştur. Neden ara seçimde böyle ağır bir yenilgi aldığını, niçin düş kırıklığı yaşattığını ancak böyle anlayabilir.

Başkan olduğu ilk günlerde Blackberry kullanmaya devam etmekte ısrarcı olmuştu Obama. Halkın gündeminden uzak kalmayı istemediğini söylüyordu. Sonuçta kendisine özel kriptolu, yalnızca on kişinin numarasını bildiği bir Blackberry verildi.

Bir politikacının yalanları duymak yerine, sosyal medyada gezinerek politikaları hakkında yazılanları doğrudan okuması çok daha mantıklı değil mi?

Bırakın Bush pohpohlanmayı özlesin; akıllı politikacı, sarayvari havuzlu villasına kapanıp dalkavukları dinleyen değil, sokağın sesine kulak verendir.

-