28 Kasım 2010 Pazar

Büyük bir laf mı, ufak bir eylem mi?

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 28 Kasım 2010

Bayram haftasını Amsterdam’da geçirme şansım oldu. İçinden kanallar geçen bu güzel kent, ilk göreni hemen etkileyecek birçok özelliğe sahip.

Arabaya karşı egemenliğini ilan eden bisiklet, geceleri sokakları saran romantik ışıklar, köprüler, kışın bile cıvıl cıvıl meydanlar, kanallar boyunca dizilen birbirinden güzel binalar... Hepsi Amsterdam’a ayrı bir kişilik kazandırıyor.

Ama işin gerçeği, bu kentte beni en çok bir sergi etkiledi. Bir öğleden sonra ünlü Direniş Müzesi’ne (Verzetsmuseum) gittim. Daha kapıdan içeri girer girmez siyah duvar üzerinde büyük beyaz puntolarla yazılan şu sözler dikkatimi çekti:

Direniş, büyük laflarla değil, ufak eylemlerle başlar. Kendinize sorduğunuz bir sorudur direnişi başlatan. Ve ardından o soruyu bir başkasına sorarsınız.

Hollandalı gazeteci, yazar ve şair Remco Campert’e ait bu satırlar...

2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Hollanda’da yaşanan korkunç yılları anlatan bir sergi var müzede. Yahudilerin teker teker yakalanıp kamplarda katledildiği dönem, defalarca filmlerde anlatıldı. Dolayısıyla fazlasıyla işlenmiş bir konu.

Ancak Direniş Müzesi’ndeki sergi, 1940-45 döneminden kalma eşyalar ve çeşitli belgelerle Nazi işkencesini ayrıntısıyla ortaya koyuyor.

Bir koridordan diğerine geçerken sanki bir zaman tüneline girip o yıllara gitmiş gibi oluyorsunuz. İçinizde bir ürperti hissediyor, insanlık adına utanıyor, gördüklerinizin yaşanmış olduğu gerçeğiyle bir kez daha sarsılıyorsunuz...

***

Serginin özellikle bir bölümü gazeteciler açısından çok ilginç. Nazi işgali sırasında Hollanda Direniş Hareketi’nin ana unsurlarından birisi olan, izinsiz yayınlanan gazetelerin öyküsü anlatılıyor bu bölümde.

İşgalin devam ettiği süre içinde, Alman propagandasına karşı halka moral verip direnişi sürdürmek amacıyla 1300 kadar yeraltı gazete faaliyet göstermiş. Bunlar arasında, yerel haberleri yansıtanların yanı sıra, çeşitli siyasi ve dini gruplara ait olanlar da var.

Baskı ve dağıtım sırasında yaşanan sıkıntılar, direnişe destek verenlerin her türlü tehlikeyi göze almasıyla aşılmış.

Gazete kağıtları gizli yerlere saklanmış, taşınması zor ağır baskı kalıplarının yerine mukavvadan kalıplar yapılıp gazetelerin birkaç farklı yerde basılması sağlanmış. 1943’te baş gösteren kağıt sıkıntısı yüzünden basılacak her türlü malzeme için izin alınması gerekince, kağıtlar çalınarak bulunmuş.

***

Bütün bu zorluklar aşılmış. Ancak bir olay var ki, insanın kanını donduruyor...

Wim Speelman adlı bir öğrenci, Vrij Nederland ve Trouw adlı iki gazetenin çıkarılmasını örgütleyenlerden biridir. Alman İstihbarat Servisi tarafından da kimliği bilinmektedir.

Almanlar, 1944 yılında Speelman’a bir teklif yapar. Trouw’un yayınını durdurursa, gazetenin ölüme mahkum edilen 23 çalışanının hayatının bağışlanacağı söylenir. Ancak bunun için bir belge imzalayacaktır...

Speelman, bunun, Trouw’un direnişe teşvik ettiği Hollandalıların sırtına bıçak saplamak olacağını düşünür ve “Devam edeceğiz” der...

23 idam gerçekleşir; altı ay sonra da Speelman tutuklanıp öldürülür...

Müzeyi gezdiğim günden beri bu olayı düşünüyorum. Kendisini direnişe böylesine adamış bir gazetecinin o kararı alırken içinde bulunduğu atmosferi düşünüyorum...

Remco Campert’in sözlerinden esinlenirsek, Nazi kamplarında milyonlarca insanın katledildiği bir dönemde, direnişi örgütlemek için gazete çıkarmak ufak bir eylem midir?

Ya da 23 kişinin ölümünü engelleyebilecekken “devam” demek, çok büyük bir laf mıdır?..

-

22 Kasım 2010 Pazartesi

İşkence var, suçlu yok...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Kasım 2010

Dünya gündemini izleyenler hatırlar; 2009’da medyada bir haber yankılanmıştı. CIA’nin Bush döneminde mahkumlara “waterboarding” (basınçlı su ile sorgulama) yöntemi uyguladığı ortaya çıkmıştı.

Su işkencesi” de denilen bu yöntem, uzmanlara göre ciğerlere ve beyne zarar veriyor, psikolojik bozukluklara yol açıyor. Bu nedenle insan hakları savunucuları şiddetle karşı çıkıyor.

Obama, geçen yıl işkence olduğunu kabul ettiği bu uygulamayla ilgili gizli devlet belgelerini açıklayınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Hatta Başkan Cumhuriyetçiler tarafından CIA’nin gücünü azaltmakla suçlanmıştı.

Bush iktidarındaki işkencelerden dolayı uygulamaya adı karışanların cezalandırılması gündeme gelince, Obama çark etmiş, “İntikamı bırakalım, geleceğe bakalım” türünden laflar etmişti.

Ona göre; işkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçevede uygulayan kurum görevlileri cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren çerçeveyi belirleyenleri kapsamalıydı.

Peki kimdi o çerçeveyi belirleyenler? O dönemin Adalet Bakanı John Ashcroft, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Başkan Bush değil mi?

CIA yetkilileri ve o dönemde görev yapanlar suçu birbirlerine yüklemeye çalışırken, 2008’de bir soruşturma başladı.

Dönemin Adalet Bakanı Mukasey, işkenceleri belgeleyen 92 video kasetin, 2005 yılında CIA tarafından imha edilişini soruşturması için federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.

Ve geçen hafta Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, üç yıla yakın bir süredir süren bu soruşturmanın sonucu belli oldu...

Durham, o kasetleri imha eden CIA görevlileri hakkında işlem yapılmasına gerek görmemiş. Çünkü bu emri o görevlilere doğrudan CIA Operasyon Direktörü Jose Rodriguez Jr. vermiş...

Öyleyse, yasaları çiğneyen odur; onu yargılayın diyorsunuz. Bu kez de CIA’den şu açıklama geliyor: O kasetleri iyi niyetle imha ettik. Ebu Garib hapishanesinde olanları gösteren fotoğraflara duyulan büyük öfkeden sonra, video kasetlerin ortaya çıkması, soruşturmacıların kimliklerini açığa çıkarabilir ve onların hayatını riske atabilirdi...

***

Bütün bunlar olurken, Bush o işkenceleri savunmaya devam ediyor. Anılarını anlattığı yeni kitabı “Decision Points”de, Guantanamo’da mahkumlara iyi yemek verildiğini, onlara DVD'leri ve kütüphanesi bulunan “temiz ve güvenli” bir barınak sağlandığını iddia ediyor! Ona göre “waterboarding” işkence değilmiş... Keşke başka şekilde bilgiye ulaşabilselermiş ama bu yöntemle birçok bilgi elde edilmiş...

Bunları söyleyene sormazlar mı; o zaman neden durmadan bütün ülkeleri insan haklarına uymaya çağırıyorsunuz diye?

Madem onlar güvenlikleri için savaş suçunu bile meşrulaştırıyor, o halde başkaları da bunu yaptığında ses çıkarmamaları beklenir. Tehlike de burda...

Bu mantıkla nereye varır dünyanın sonu? Amerikalı yetkililer, devamlı olarak İran’ın nükleer programının güvenlik tehdidi yarattığını söylüyor. Bu durumda İran’ın tepesine atom bombası indirip “Ne yapalım; güvenliğimiz söz konusuydu” mu denilecek?

Doğrusu atom bombası atmak yapmadıkları şey değil; deneyimleri de var. Sonra da aradan zaman geçince özür dilerler; olur biter...

Yasalara uymayanların başkalarına uy demeye hakkı var mıdır? Amerika, “Dünyanın Ağası” da olsa, ona bunu hatırlatan çıkmaz mı?

Birleşmiş Milletler ne der mesela? Irak’a kimseyi takmadan saldıran ABD emperyalizmi karşısında ezilen bu örgütün saygınlığı kalmış mıdır ki konuşsun?..

-

14 Kasım 2010 Pazar

Pohpohlanma

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Kasım 2010

Bizim gazetelerde rastlamadım ama geçenlerde George W. Bush’la ilgili ilginç bir haber yansıdı dış basına. “Pohpohlanmayı özledim. Air Force 1’ı, başkomutan olmayı özledim” demiş eski ABD Başkanı...

Bu hafta yayımlanan “Decision Points” adlı biyografisini tanıtmak için gezmeye başladı kendisi. Gittiği yerlerde konuşuyor ve kitabı çok satsın diye ilgi çekici laflar ediyor. Pohpohlanmayı özlediğini de Teksas Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada itiraf etmiş.

Bu sözler üzerine salonu dolduran 2000 kişi Bush’u ayakta alkışlamış. Ben haberi okurken, özellikle “pohpohlanma” kısmına takıldım. İlk anda içten bir itiraf gibi gözükse de, aslında rahatsız edici bir gerçek bu...

***

Şöyle diyor sözlük: “Pohpohlama: Bir kimseyi, yüzüne karşı dalkavukça, aşırı biçimde övmek.” (Arkadaş Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu)

Burada, “dalkavukça” ve “aşırı biçimde övmek” ifadeleri kilit noktadır. Elbette bir insanı beğenirseniz övebilirsiniz; ama aşırı ve gereksiz övgü, dalkavukluğa girer. İktidara dalkavukluk etmekse, çıkar için fırsat kollama amacına yöneliktir ki, bu çok daha mide bulandırıcı...

Pohpohlanan Bush’un, yapılanın dalkavukluk olduğunu bilmesine karşın özlediğini itiraf etmesi ise, bana göre tiksindirici. Ancak şaşırtıcı değil...

2001-2009 arasında Amerika’yı yöneten bu adam, gelmiş geçmiş en kötü başkan diye nitelenip ülke tarihine geçti. Büyük ekonomik kriz onun iktidarında patladı; Amerikan emperyalizmi onun döneminde azıp Ortadoğu’yu bir kez daha kana buladı.

Eh, Bush’un pohpohlanmaya ihtiyacı olmayacak da kimin olacak? Doğrular değil, dalkavukların yalanlarıydı onun ihtiyacı...

Ve şimdi hâlâ o korkunç kararları almasına neden olan yalanları özlüyor.

Farkında bile değil ki, yalanlardır insanı gerçeklerden koparan. Politikacılara en büyük kötülüğü yapanlar da, onlara sadece duymak istediklerini söyleyen yalakalardır...

Ayrıca hiçbir iktidar sonsuz değildir. Gün gelir devran değişir; baştakiler ayak olur. İktidardakiler, oturdukları koltuktan bir gün mutlaka iner. Yumuşak iniş yapabilmek için de, otururken koltuğu fazla yükseğe kaldırmamak; örneğin halka “Ananı da al da git!” dememek gerekir.

***


Konuşması sırasında bir anısını da anlatmış Bush. Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra köpeği Barney’i Teksas’taki çiftliğinin çevresinde gezdirmeye çıkmış. “Başkanlığım sona erdikten sadece on gün sonra, elimde bir torbayla sekiz yıldır yapmaktan kaçındığım bir işi yapar buldum kendimi” demiş.

Ders alınacak bir durum... Köpeğinin kakasını yerden toplamak için Beyaz Saray’dan ayrılmayı beklemese, şimdi bu basit olay onu bu kadar etkilemezdi.

Beyaz Saray’a Bush’tan sonra yerleşen Obama, köpeği Bo ile sık sık bahçede yürüyüşe çıkıyor. Bo'nun kakasını kendisi mi topluyor yoksa Beyaz Saray görevlilerine mi toplatıyor bilmiyorum...

Ama Bush gibi pohpohlanmayı sevmiyordur umarım. Akıllıysa, kendisine gerçekleri iletecek dürüst bir ekip kurmuştur. Neden ara seçimde böyle ağır bir yenilgi aldığını, niçin düş kırıklığı yaşattığını ancak böyle anlayabilir.

Başkan olduğu ilk günlerde Blackberry kullanmaya devam etmekte ısrarcı olmuştu Obama. Halkın gündeminden uzak kalmayı istemediğini söylüyordu. Sonuçta kendisine özel kriptolu, yalnızca on kişinin numarasını bildiği bir Blackberry verildi.

Bir politikacının yalanları duymak yerine, sosyal medyada gezinerek politikaları hakkında yazılanları doğrudan okuması çok daha mantıklı değil mi?

Bırakın Bush pohpohlanmayı özlesin; akıllı politikacı, sarayvari havuzlu villasına kapanıp dalkavukları dinleyen değil, sokağın sesine kulak verendir.

-

7 Kasım 2010 Pazar

Sol, solu tartışırken...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Kasım 2010

10 Ekim tarihinde bu köşede “Başka bir komünizm mümkün!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Prof. David Harvey’in yeni kitabı “The Enigma of Capital”da savunduğu görüşlerden söz eden bu yazıma çok sayıda okurdan yanıt geldi.

Bunlardan bazıları, sosyalistlerin ve komünistlerin, 1990’larda yaşanan travmadan sonra, yeni bir yol çizmeye hâlâ ne kadar ihtiyaç duyduğunun kanıtı gibiydi. Örneğin yazar Tuncer Cücenoğlu, yazım için “Böyle bir yazı ve yorumu bekliyordum yıllardır köşe yazarlarımızdan” diyordu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bütün fatura komünizme kesildi. Bu sistemin artık tarihin karanlık dehlizlerine gömüldüğü söylendi. Gerçekten öyle miydi? Harvey, “başka bir komünizm” ifadesiyle ne demek istiyordu?

10 Ekim’deki yazımı şöyle bitirmiştim: “Başka bir düzen kurulabilir. Ama bu asla Sovyetler Birliği’nde örneği görülen türden baskıcı bir rejim değildir; hümanizm yönü öne çıkan, paylaşımcı, sömürüye karşı duran bir düzendir. Harvey’in dediği gibi başka bir komünizm mümkündür.”

Yazar Esat Yavuztürk buna karşı çıkıyor ve diyor ki: “Komünizmin özü, hümanizm, hakça bölüşümdür. Sovyetler bunu baskı ile kabul ettirmeye çalıştı ama geri tepti. Unutmayalım; zorla güzellik olmaz! Hakiki komünizm için insanın hümanist fikri benimsemesi gerekir. Kasıt buysa, ‘başka komünizm’ demek bence yanlış olur. ‘Komünizm, insanların olgunlaşması ile gelebilir’ denirse daha doğru olur.

Prof. Harvey, Amerika’da komünizmden öcü gibi korkan bir halka bu sistemle ilgili gerçekleri anlatmaya çalışıyor. Terminolojiye takılmamak gerektiğini de o nedenle özellikle belirtiyor. Aslında dikkat çektiği nokta aynıdır; insanı ön plana alan, hümanist bir sistem olmalı diyor.

***

Nasıl kurulacak bu sistem? Küreselleşmenin ezip geçtiği halklar sömürüden nasıl kurtulacak?

Bu konuda hukukçu Mehmet Cerit’in önerileri var. Türkiye için yazdığı “Demokratik Toplumcu Denge Programı” önerisinde bunları ayrıntısıyla anlatıyor. Üretim araçlarının ağırlıklı kesiminin az sayıdaki kişilerin elinde toplanmış olmasının sömürüye neden olduğunu söylüyor. Bu sömürme gücünü zararsız hale getirmek için önerdiği üç temel yol var:

1-Kapitalist sermayeye peşkeş çekilen KİT’lerin yeniden oluşturulması

2-Sermayesi bireylere ait Ulusal Halk Anonim Ortaklıkları kurulması

3-Emperyalizmin uluslararası boyutunu engellemek için “Antiemperyalist Devletler Topluluğu” kurulması.


***

Peki uluslararası alanda böyle bir birlik kurulması fikri yeni midir?

Bunun yanıtını Dr. Nejat Tarakçı mesajında şöyle veriyor:

Harvey, aslında Atatürk’ün 1923’lerde önerdiği hümanist bir dünya ekonomik sistemini öneriyor. Atatürk, 1920’de, ‘Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet ve kaynaklarından kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle yükümlüdürler’ demiştir.”

Bugün petrol ve doğal kaynaklar yüzünden yaşanan utanç verici savaşları düşününce nasıl da tokat gibi çarpıyor bu sözler insanın yüzüne...

Okuyuculardan gelen bu değerli katkıların ışığında son söz olarak şunları söylemek isterim: Solun önceliği insandır. Sovyetler örneği, ne yazık ki Marx ve Engels’in çizdiği çerçevenin dışına çıkmış, baskı kurmuş ve başarısız olmuştur. İkincisi, sol mutlaka emperyalizm karşıtıdır.

Komünizm gerçek anlamıyla uygulanmamış olduğundan ölmüş değildir. “Küreselleşme uyumlu liberal sol” karşısında teslimiyete yer yoktur.

Bunca insanı ezip geçen bir sistem sermaye gücüyle egemen olduysa, etkin bir gerçek sol örgütlenme halkın gücünü şaha kaldıramaz mı?

-

31 Ekim 2010 Pazar

Zehirli Süt

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Ekim 2010

“Kongre üyeleri Kongre salonunda partiye göre değil, ana destekçilerine göre otursaydı, nasıl bir tablo olurdu?”

Bu soruyu Mother Jones dergisinin ekim sayısında gazeteci Dave Gilson sordu; yanıtı Steve Brodner’ın çizdiği tablolarda gördük. “Who Owns Congress?” başlıklı makale, Amerika’da 2 Kasım’da yapılacak ara seçimin içyüzünü ortaya seriyor.

Tabloları bu yazıda göstermek olanaklı değil ama ben işin özünü açıklamaya çalışayım. 100 üyeli Senato’da sektörlere göre şirketlerin desteklediği adayların sayısı şöyle:

Finans, sigortacılık ve emlak : 57 / Avukatlık ve lobi firmaları: 25 / Sağlık sektörü: 5 / Tarım sektörü: 3 / Sendikalar: 2 / Enerji ve doğal kaynaklar: 2 / Birden fazla alanda çeşitli işler yürüten firmalar: 2 / İletişim ve elektronik: 1 / Şirket desteği almayan aday sayısı: 3

Demek ki Senato, finans kurumları, avukatlık firmaları ve ilaç şirketlerinden gelen büyük sermayenin güdümünde...

Gelelim iki sandalyenin boş olduğu 435 üyeli Temsilciler Meclisi’ne (TM)...

Burada durum şu: Sendikalar: 159 / Finans, sigortacılık ve emlak: 159 / Sağlık sektörü: 26 / Tarım sektörü: 23 / Avukatlık ve lobi firmaları: 20 / Birden fazla alanda çeşitli işler yürüten firmalar: 18 / Enerji ve doğal kaynaklar: 10 / Savunma sanayii: 7 / Ulaşım: 6 / İletişim ve elektronik: 4 / İnşaat: 1

Demek ki, TM’de büyük sermaye ve sendikalar karşı karşıya... Ancak bu yarışın eşit olmadığını anlamak için bir bilgiye daha gereksinimimiz var. Onu da gördükten sonra manzara daha netleşiyor.

Finans, sigortacılık ve emlak sektörlerinin 1989-2010 arasında Kongre seçimleri için adaylara yaptığı toplam bağış 2.4 milyar dolar! Sendikaların yaptığı bağışsa bunun üçte biri, 699 milyon dolar...

Bu iki grubun yarışı, TM’de eşit üyeyle sonuçlanırken, Senato’da açık farkla büyük sermayenin üstünlüğü gözüküyor.

***

Amerika’yı yakından tanıyanlar, bu manzaraya alışkındır. Çünkü bu ülkede siyaset, adayların para için rekabet ettiği bir alandır. Seçilebilme olasılığı kampanyaya yapılan bağışlarla paralel gittiğinden, adayların para toplama konusunda yetenekli olması gerekir.

2010 ara seçiminin bir önemli özelliği daha var. Bu yıl ocak ayında Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin almış olduğu karara göre, artık ticari şirketlerin ve sendikaların, siyasi görüşlerini açıklamak üzere, kampanyalara yapacağı bağışın bir sınırı yok...

Oysa o güne kadar geçerli olan yasaya göre, siyasi partiler ve adaylar, oluşturulan Siyasi Faaliyet Komiteleri (PAC) aracılığıyla yardım topluyorlardı. Birden fazla adaya destek veren bir PAC, bir bireyden yılda en fazla 5 bin dolar bağış alabiliyor; bir adayın kampanyasına en fazla 5 bin dolar, bir ulusal parti komitesine ise en çok 15 bin dolar bağışta bulunabiliyordu.

Şimdi bu kısıtlamalar kalktığına göre, ticari şirketlerin Kongre’de çıkarlarını koruyacak olan adayın kampanyasına ve partiye para akıtmaları kaçınılmazdır. Yüksek Mahkeme’nin “ifade özgürlüğü” adına verdiği karar, aslında Amerikan demokrasisini kökünden dinamitledi. Sınırsız maddi gücü olan ticari şirketler ile belli bir bütçeyi aşamayan sendikaların yarışı artık çok daha vahşi olacaktır.

2 Kasım’da sonuç ne olursa olsun; Kongre’de ister Demokratlar kazansın ister Cumhuriyetçiler, gerçek şudur ki, Amerika’yı ve dünyayı dev şirketler yani küresel sermaye yönetiyor.

2008 seçiminde Barack Obama’ya en yüksek bağışı kim sağladı biliyor musunuz? Amerikan hükümetinin batmasın diye milyarlarca dolar yardım ettiği dev yatırım bankası Goldman Sachs...

Kaliforniya Eyalet Meclisi Eski Sözcüsü Jesse Unruh’ın 1966 yılında söylediği “Para siyasetin anne sütüdür” sözü ünlüdür.

Nasıl sütse zehir saçıyor...

-

24 Ekim 2010 Pazar

Bir Toplantı Birçok Soru

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Ekim 2010

Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıdan aklımda bazı sorularla ayrıldım. Bu soruları sizlerle paylaşırken, belki tartışmaya katılıp katkıda bulunanlar olur diye ümit ediyorum.

Richard Dawkins, yeni kitabı “The Greatest Show on Earth”ün New York'taki tanıtımı için, tüm öğrencileri tamamen burslu okuyan, ünlü yüksek eğitim kurumu Cooper Union’da bir konuşma yaptı.

Dawkins’in toplantısının yapılacağı binaya vardığımda, çok uzun bir kuyrukla karşılaştım. Kuyrukta bekleyenlere bedava bir kitap dağıtıyordu birileri. Elime tutuşturulan kitabın kapağına baktım; Charles Darwin’in “The Origin of Species” adlı eserinin 150. yıl özel baskısı yazıyordu. Ama kapağını açıp okumaya başladığımda anlaşıldı ki, dağıtılan şey, Evrim Teorisi’ni yerden yere vuran bir yayınmış! Bridge Logos adlı bir Hıristiyan örgütü finanse etmiş kitabı...

***

Richard Dawkins’i tanıtmaya gerek var mı bilmiyorum ama tanımayanlar için şunu söyleyebiliriz. Kendisi, Oxford Üniversitesi’nde çalışan bir etoloji (doğal ortamdaki hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalı) profesörü. Evrim Teorisi’nin hem de ateizmin en ateşli savunucularından birisi. Yazdığı kitaplar ve verdiği konferanslarla dünya çapında tanınan, hem övgü alan hem de tepki çeken bir bilim insanı.

Cooper Union’da konuşmasını yapmak üzere kürsüye geldiğinde aldığı alkışa tanık olsaydınız, onun adını daha önce hiç duymamış olsanız bile söyleyeceklerini merak ederdiniz.

Son derece sakin bir ses tonuyla, Evrim Teorisi’nin neden gerçekleri yansıttığını anlattı Dawkins. Bazen ayrıntılı bilimsel bilgiler içerse de, çok ilgi çekici bir konuşmaydı. Sıra soru-cevap kısmına geldiğinde, mikrofonun önünde uzayıp gitti kuyruk.

Dawkins, her soruya anlaşılabilir ve yeterli yanıtlar verdi. Ama bir soru vardı ki, eminim sosyologların bu konuda söyleyecek sözü vardır. Soru şuydu: “Neden Avrupa’da din insanların hayatında daha az yer tutarken, Amerika’da bu kadar başat bir rol oynuyor?

Dawkins’e göre, diğer bölgelere kıyasla özellikle Kuzey Avrupa’da dinin etkisi azalırken, Amerika’da iki nedenden dolayı artmış durumda. Birincisi; din, devlet çatısı altında olunca sıkıcı bir hale geliyor. Amerika’da ise, din işleri devlet yapısı içinde örgütlenmediğinden farklı kiliseler var. Bunun sonucunda her kesimden insanı çekmek isteyen kiliselerin rekabeti, konuyu daha ilginç bir hale getiriyor.

İkincisi; Amerika, bir göçmenler ülkesi. Başka bir gelecek kurmak için doğduğu topraklardan kopup gelenlerin geçmişle bağlarını sürdürme ve belli bir grubun desteğini alma ihtiyacı var. Manevi destek arayışının Amerikan toplumunda daha fazla olmasının bir nedeni de bu...

***

Dawkins’in Amerika için yaptığı bu açıklamaya karşı çıkan da olabilir katkı yapan da. Ancak merak ettiğim şu: Bu iki kriter, Türkiye gibi bir ülke için geçersiz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu. Üstelik, bütçesi ve kadrosuyla, birçok bakanlığı geride bırakan dev bir kurum.

Ayrıca, Türkiye bir göçmen ülkesi değil; aksine vatandaşlarını dışarıya göçmen olarak gönderen bir ülke.

Bu durumda acaba neden araştırmalarda dünyanın en dindar ülkelerinden birisi Türkiye çıkıyor? Neden Eurobarometer’in 32 Avrupa ülkesi arasında yaptığı araştırmada Evrim Teorisi’nin doğruluğuna inananların oranı en az Türkiye’de çıkıyor? (% 27).

Neden Amerika’da ve Türkiye’de, ilk insanların dinozorlarla aynı dönemde yaşadığına inanan büyük bir kesim var? En önemli sorun eğitimsizlik elbette. Ama Amerika ile Türkiye gibi çok farklı iki ülkenin, böyle bir konuda aynı eğilimi göstermesi ilginç değil mi?

-

17 Ekim 2010 Pazar

Ötekileştirmeye Karşı Müzik

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ekim 2010

Son dönemde yurtiçinde ve yurtdışında gittiğim birçok konserde dikkat çekici ortak bir özellik var. Dünyada giderek artan kültürler ve dinler arası çatışma, aklı başında herkes gibi sağduyulu müzisyenleri de endişelendiriyor. Toplumu aydınlatma sorumluluğunu hisseden duyarlı müzisyenler, insanlığa yol gösterme adına konserleri çok etkili birer gösteriye dönüştürüyor.

Bu yöntem elbette yeni bir şey değil. Kitlelere hitap eden konserler, festivaller her zaman mesaj verme aracı olmuştur. Ancak son yıllarda konserlerde verilen mesajlarda hep şu öne çıkıyor: Sizden farklı olanı ötekileştirmeyin!

Geçen hafta New York Madison Square Garden’da (MSG) gittiğim iki büyük konserde de aynı tema işlendi. Bunlardan ilki, efsane progresif rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “The Wall Live” konseriydi. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici savaş karşıtı gösteriydi bu!

Rock tarihinin en önemli albümlerinden 1979 tarihli “The Wall”un 30 yıl aradan sonra yeniden tümüyle canlı çalınışı, müthiş sahne tasarımı ve müziğin kuşaklar boyunca insanları aynı heyecanla etkileyişi eşsiz bir deneyimdi.

Konser hakkındaki izlenimlerimi Cumhuriyet’in Kültür sayfasına yazdığım yazıda aktardığım için burada ayrıntılandırmayacağım. Ancak belirtmek istediğim önemli bir nokta var.

Bugün 66 yaşında olan Waters, genç bir rock müzisyeniyken yaşadığı kişisel bunalımdan yola çıkarak oluşturduğu albüm konseptini, bu turnede tüm insanlığı ilgilendirecek evrensel bir boyuta taşımış.

30 yıl önce korkuları yüzünden kendisi ve dış dünya ile arasına kurduğu hayali duvarın benzerini, günümüzde insanların kendilerine benzemeyen herkese karşı kurduğunu söylüyor Waters. Din, etnik köken, ekonomik ve ideolojik temelli çatışmaların, her toplumda sadece ötekileştirmeyi kışkırttığını ve bu yüzden savaşların sonunun gelmediğini söylüyor.

Bu düşüncesini insanlara aktarmak için de konserde çok etkili bir yöntem kullanıyor. “Goodbye Blue Sky” çalarken, duvar şeklindeki dev ekranda bombardıman uçağı B-52’lerden bomba yerine bazı semboller atıldığını görüyorsunuz.

Bunlar arasında, haç, orak çekiç, Mercedes ve Shell logoları, dolar işareti, ay ve yıldızın yanı sıra, Museviliğin sembolü olarak bilinen “Davud’un Yıldızı” da var. Beyaz fonda birbiri ardına kentlerin üzerine atılan kırmızı renkli bu semboller, bir süre sonra her yeri kırmızıya boyuyor.

Bu görüntülerden hoşlanmayanlar oldu elbette. Örneğin ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik), Roger Waters’ı anti-semitist olmakla suçladı. Waters ise, yanıt olarak, bu sembollerde gizli bir amaç olmadığını, asla belli bir grup insanı hedeflemediğini söyledi.

***

MSG’da aynı hafta gittiğim ikinci konser Gorillaz’ındı. Farklı türde müzikleri, çeşitli etnik kökenden müzisyenlerle yorumlayarak bir anlamda müzik aracılığıyla sahnede evrensel bir birlik kurdu Gorillaz. Lübnanlı müzisyenlerle İngilizleri, Amerikalıları aynı sahnede buluşturup, “White Flag” adlı şarkıda beyaz bayrak salladılar.

Aşırı sağın Müslüman nüfusa karşı ırkçı söylemlerinin arttığı bir dönemde Amerika’da müzisyenlerin barış ve hoşgörü söylemleri çok önemli. Milyonlarca genç hayranı olan bu gruplar, kanımca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilecek önemde işler yapıyorlar.

Belki belli bir yaşın üzerindeki insanların düşüncelerini değiştirmek zor; ama dünyanın geleceğini kuracak genç beyinleri sağduyuya davet etmek mümkün. Keşke politikacılar da bu müzisyenler kadar sorumluluk sahibi olabilse...

-