© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Eylül 2010
Amerika’da kasım ayında yapılacak ara seçimlere beş hafta kala siyaset sahnesi iyice kızıştı. Ara seçimler, bu ülkede dört yıl için seçilen başkanın göreve başlamasından iki yıl sonra yapılıyor. Böylece, 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi'nin (TM) bütün üyeleri, 100 sandalyeli Senato’nun üçte biri ve bazı valiler yenileniyor.
Bu yıl, 2 Kasım’da gerçekleşecek ara seçim, Başkan Obama ve Demokratlar için bir tür güven oylaması anlamını taşırken, Cumhuriyetçiler için de 2012 başkanlık seçimi için bir işaret olarak yorumlanıyor.
Ülkede yaşanan ağır ekonomik krizin etkilerinin hâlâ sürmesi, işsizlik, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaşadığı sıkıntıların aşılamaması ve bunu izleyen iflaslar, Obama’ya yöneltilen eleştirinin dozunu artırmış durumda...
Bununla birlikte Afganistan’da süren savaş, Obama’nın bu konuda Bush dönemi politikalarını izleyen tutumu, Amerikan halkında, özellikle Demokrat seçmende yılgınlık yaratıyor.
Öyle görünüyor ki, büyük umutlarla iş başına gelen, kurtarıcı gözüyle bakılan Obama, aradan geçen iki yılda beklentileri büyük ölçüde karşılayamadı. Bunu, her seçim öncesinde olduğu gibi, ardı ardına açıklanan kamuoyu araştırmalarından da anlamak mümkün.
***
Son olarak açıklanan araştırmalardan birisi, George Washington Üniversitesi’nin Politico gazetesi için yaptığı çalışmaydı.
Buna göre halkın çoğunluğu, gelecek seçimde Cumhuriyetçilerin hem Senato’da hem de TM'de çoğunluğu ele geçireceğine inanıyor. Bu düşüncede olanların oranı, diğerlerine göre yüzde 9 oranında fazla. Kararsızların oranı ise, yüzde 17-19 arasında...
Associated Press-GfK araştırması ise, ülkenin gidişatı ve Obama’nın başkan olarak gösterdiği performansa odaklanmış. Bulunan sonuçlara göre, seçmenlerin yüzde 57’si ülkenin gidişatından memnun değil. (Bu oran, ocak ayında yüzde 50’ydi.) Obama’nın performansından memnun olmayanların oranı yüzde 50. (Bu oran, ocak ayında yüzde 42’ydi.)
Seçmenlerin yüzde 40’ının kendisini “Tea Party Movement” (aşırı sağcı kanadın başlattığı Çay Partisi Hareketi) destekçisi olarak tanımlaması da ilginç bir bulgu. Bu hareketin destekçilerinin çok büyük oranda Cumhuriyetçi Parti adaylarına oy vereceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Ancak Amerika’da tabandan gelişen statüko karşıtı bir hareket gibi gösterilen Çay Partisi Hareketi’nin şu ana kadar ön seçimlerde kazandığı başarılara da temkinli yaklaşmak lazım. CBS News/ New York Times için 10-14 Eylül tarihleri arasında yapılan bir araştırmaya göre, bu hareketi onaylamadığını söyleyenlerin oranı yüzde 63...
Bir diğer ilginç sonuç da, Amerikan halkının Kongre üyelerinden memnun olmaması... Demokrat üyelerden memnun olmadığını söyleyenler yüzde 58’ken, Cumhuriyetçilerden memnun olmayanlar yüzde 68... Anlaşılan Amerikan Kongresi’ne yönelik çok büyük bir memnuniyetsizlik söz konusu.
***
Cumhuriyetçilerin bu seçimlerde TM'de üstünlüğü sağlaması için 39, Senato’da öne geçmek içinse 10 koltuğu daha kazanmaları gerekiyor. Ülkedeki siyasi atmosfere ve kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, Cumhuriyetçiler şu anda bu hedefi gerçekleştirmeye yakın gözüküyor.
Beş hafta siyasette az zaman değil... Bakalım Obama ve Demokratlar bu durumu değiştirebilecek mi?
Aksi halde Başkan’ı zor günler bekliyor; kalan iki yılını Cumhuriyetçilerin egemenliğindeki Kongre ile mücadele etmekle geçirecek demektir...
Belki de Amerikan halkı bu olasılık yüzünden 2 Kasım’da sandığa gitme konusunda çok kararlı gözüküyor. (Bu oran, Cumhuriyetçilerde yüzde 95, Demokratlarda yüzde 85.)
Belli ki, Amerika’da kasım seçimleri oldukça çekişmeli geçecek.
-
27 Eylül 2010 Pazartesi
19 Eylül 2010 Pazar
Sol değil, onlar döndü!
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Eylül 2010
Referandum öncesinde Habertürk TV’de Başbakan’la yapılan söyleşiler, Türk medya tarihine geçti. Ama olumlu bir örnek olarak değil; bir gazetecinin iktidar karşısında nasıl diz çöktüğünü göstermesi bakımından olumsuz bir örnek olarak geçti. Üzerinde de çok yazılıp çizildi. Ben sadece söyleşinin bir yönüne dikkat çekeceğim...
Şöyle bir diyalog geçiyor Yiğit Bulut ile Başbakan arasında...
Y.B.: "Ben dışardan gelsem sizi sol politikacı sanırım. Çünkü anlattığınız bütün politikalar aşağıdaki sınıfların yukarıya doğru evrimleşmesine katkıda bulunacak politikalar."
RTE: "Bunu sol olarak değerlendirmeyin de, biz biliyorsunuz Türkiye'de siyasetin merkezine geldik. Geldik yerleştik. Biz aslında sosyal adaletli bir politikayı istiyoruz."
İktidar yandaşlığında çığır açılan bir andı bu... Düşünün; haklarını arayan işçileri terörist diye damgalayan, üzerlerine kış günü tazyikli su ve gaz bombası atan bir iktidarın lideri “sol politikacıya” benzetiliyor...
Uluslararası sermayenin desteğiyle işbaşına gelen, işçilerin haklarını vermek şöyle dursun gasp eden, kamu emekçisine grevsiz toplusözleşme öneren, sendika seçimlerine müdahale edip iktidar yanlısı işbirlikçileri göreve getiren, en büyük kamusal değerleri özelleştirme adı altında uluslararası sermayeye peşkeş çeken bir iktidar “sol” gösterilme aymazlığına düşülüyor...
***
AKP iktidarı ve sosyal adalet arasındaki ilişkiyi -daha doğrusu ilişkisizliği- tek bir örnekle açıklayabilirim.
Son aylarda devlet hastanelerinde epeyce zaman geçirdim. Ne oluyor biliyor musunuz?
Paranız varsa kıdemli doktorlara ulaşabiliyor, yoksa poliklinikte saatlerce bekleyip uzman doktorları görüyorsunuz. Sonra doktorun istediği testleri yaptırabilmek için yine vezneye gidiyorsunuz. Bir dar gelirlinin ödemesinin mümkün olmadığı kadar yüksek meblağlar tutuyor bunlar.
Testleriniz daha önce çıksın istiyorsanız, ek ücret yatırıyorsunuz. Sırada önünüzde duran sigortalı emekçinin parası olmadığı için boynunu büküp testleri iptal ettirişini izliyorsunuz...
Sonra yazılan ilaçları almak için eczaneye gidiyorsunuz; sigortanız da olsa “katkı payı” adı altında yüklü miktarda para veriyorsunuz.
Kısacası, paranız yeterse tedavi oluyorsunuz; daha çok varsa daha iyi ve hızlı oluyorsunuz. Bunların yaşandığı bir ülkede iktidardaki parti, sosyal adaletli bir politika izlediğini iddia edemez!
Sosyal adaletin ilk ve en temel şartı, sağlıkta eşitlik ilkesidir. Sağlık hizmetlerinin eşit, nitelikli ve herkesin ulaşabileceği bir şekilde sunumudur bu. Bunun sağlanması, insan haklarına saygılı, demokratik ülkelerde devletin sorumluluğundadır.
Hadi diyelim politikacılar gerçekleri çarpıtmaya alışkın... Ya sağlıkta eşitlik ilkesini sermayenin çıkarı için ortadan kaldıran bir iktidarı “sol” diye niteleyen “gazeteciye” ne demeli? O noktada artık onun “gazeteciliği” tartışılmaz mı?
***
Bir de yeri gelmişken, neden sağ politikacıları sürekli sol gösterme gayreti var merak ediyorum...
Sol onlara göre bu kadar iyiyse, neden sağdalar? Neden liboşlaşan eski solcular, kendilerini “liberal sol” diye tanımlayarak sol yelpazenin içinde görünmeye çalışıyor? “Artık sağdayım” demek ağırlarına mı gidiyor, yoksa onlara göre de sağ iyi değil mi?
Sağ politikaları savunuyorsanız, durduğunuz yeri kabul etmek daha dürüst bir tavır olmaz mı? Siz döndünüz diye sol politikalar da mı dönmeli? Sömürüyü, kapitalizmi kucaklamak için “yeni sol”, “liberal sol” gibi isimler uydurmak zorunda mısınız?
Sosyal adalet sorununu iktidar açıklasın; bu sorular, kendisi bile cesaret etmezken Başbakan’ı “sol” diye niteleme aymazlığına düşenlere...
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Eylül 2010
Referandum öncesinde Habertürk TV’de Başbakan’la yapılan söyleşiler, Türk medya tarihine geçti. Ama olumlu bir örnek olarak değil; bir gazetecinin iktidar karşısında nasıl diz çöktüğünü göstermesi bakımından olumsuz bir örnek olarak geçti. Üzerinde de çok yazılıp çizildi. Ben sadece söyleşinin bir yönüne dikkat çekeceğim...
Şöyle bir diyalog geçiyor Yiğit Bulut ile Başbakan arasında...
Y.B.: "Ben dışardan gelsem sizi sol politikacı sanırım. Çünkü anlattığınız bütün politikalar aşağıdaki sınıfların yukarıya doğru evrimleşmesine katkıda bulunacak politikalar."
RTE: "Bunu sol olarak değerlendirmeyin de, biz biliyorsunuz Türkiye'de siyasetin merkezine geldik. Geldik yerleştik. Biz aslında sosyal adaletli bir politikayı istiyoruz."
İktidar yandaşlığında çığır açılan bir andı bu... Düşünün; haklarını arayan işçileri terörist diye damgalayan, üzerlerine kış günü tazyikli su ve gaz bombası atan bir iktidarın lideri “sol politikacıya” benzetiliyor...
Uluslararası sermayenin desteğiyle işbaşına gelen, işçilerin haklarını vermek şöyle dursun gasp eden, kamu emekçisine grevsiz toplusözleşme öneren, sendika seçimlerine müdahale edip iktidar yanlısı işbirlikçileri göreve getiren, en büyük kamusal değerleri özelleştirme adı altında uluslararası sermayeye peşkeş çeken bir iktidar “sol” gösterilme aymazlığına düşülüyor...
***
AKP iktidarı ve sosyal adalet arasındaki ilişkiyi -daha doğrusu ilişkisizliği- tek bir örnekle açıklayabilirim.
Son aylarda devlet hastanelerinde epeyce zaman geçirdim. Ne oluyor biliyor musunuz?
Paranız varsa kıdemli doktorlara ulaşabiliyor, yoksa poliklinikte saatlerce bekleyip uzman doktorları görüyorsunuz. Sonra doktorun istediği testleri yaptırabilmek için yine vezneye gidiyorsunuz. Bir dar gelirlinin ödemesinin mümkün olmadığı kadar yüksek meblağlar tutuyor bunlar.
Testleriniz daha önce çıksın istiyorsanız, ek ücret yatırıyorsunuz. Sırada önünüzde duran sigortalı emekçinin parası olmadığı için boynunu büküp testleri iptal ettirişini izliyorsunuz...
Sonra yazılan ilaçları almak için eczaneye gidiyorsunuz; sigortanız da olsa “katkı payı” adı altında yüklü miktarda para veriyorsunuz.
Kısacası, paranız yeterse tedavi oluyorsunuz; daha çok varsa daha iyi ve hızlı oluyorsunuz. Bunların yaşandığı bir ülkede iktidardaki parti, sosyal adaletli bir politika izlediğini iddia edemez!
Sosyal adaletin ilk ve en temel şartı, sağlıkta eşitlik ilkesidir. Sağlık hizmetlerinin eşit, nitelikli ve herkesin ulaşabileceği bir şekilde sunumudur bu. Bunun sağlanması, insan haklarına saygılı, demokratik ülkelerde devletin sorumluluğundadır.
Hadi diyelim politikacılar gerçekleri çarpıtmaya alışkın... Ya sağlıkta eşitlik ilkesini sermayenin çıkarı için ortadan kaldıran bir iktidarı “sol” diye niteleyen “gazeteciye” ne demeli? O noktada artık onun “gazeteciliği” tartışılmaz mı?
***
Bir de yeri gelmişken, neden sağ politikacıları sürekli sol gösterme gayreti var merak ediyorum...
Sol onlara göre bu kadar iyiyse, neden sağdalar? Neden liboşlaşan eski solcular, kendilerini “liberal sol” diye tanımlayarak sol yelpazenin içinde görünmeye çalışıyor? “Artık sağdayım” demek ağırlarına mı gidiyor, yoksa onlara göre de sağ iyi değil mi?
Sağ politikaları savunuyorsanız, durduğunuz yeri kabul etmek daha dürüst bir tavır olmaz mı? Siz döndünüz diye sol politikalar da mı dönmeli? Sömürüyü, kapitalizmi kucaklamak için “yeni sol”, “liberal sol” gibi isimler uydurmak zorunda mısınız?
Sosyal adalet sorununu iktidar açıklasın; bu sorular, kendisi bile cesaret etmezken Başbakan’ı “sol” diye niteleme aymazlığına düşenlere...
_
13 Eylül 2010 Pazartesi
“Mission Accomplished”
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Eylül 2010
Obama, eylül başında yaptığı bir konuşmayla, Irak’taki Amerikan askerlerinin savaş operasyonlarının sona erdiğini açıkladı. İnandınız mı?
7 Mart seçimlerinden bu yana yeni hükümet kurulamadığı için hâlâ Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki, “Bugün Irak egemen ve bağımsızdır” dedi. İnandınız mı?
Bağdat’a giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Basının artan şiddetten söz etmesine rağmen gerçek şu ki, her şey çok daha farklı, daha güvenli” dedi. İnandınız mı?
Bu soruları soruyorum. Çünkü ben hiçbirine inanmadım...
Nasıl 7 yıl önce Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia eden Amerikalı politikacılara inanmadıysam; nasıl Irak işgalinin 40. gününde bir savaş gemisinin üzerine çıkıp, “Mission Accomplished” (Görev yerine getirildi) yazılı pankartın önünde “savaşın bittiğini” ilan eden Bush’a inanmadıysam, onlara da öyle inanmıyorum...
Çünkü bu üçü de, bugün Irak’ta oynanan oyunu sürdüren aktörler arasında...
Öyle olmasa Obama, Irak’taki asker sayısı 50 bine indi diye savaş operasyonları bitti diyebilir miydi? Her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ülkede işgalci devletin askerlerinin çatışmalara dahil olmayacağına kim inanır?
Herkes bu aldatmacaya kansa bile, kendilerini sürekli kanlı çatışmaların içinde bulan o 50 bin asker buna inanır mı? Hele kendi komutanları, Irak'taki terör olaylarını gerekçe gösterip oradaki varlıklarının uzayabileceğini söylerken...
***
İşgalci asker sayısının azalmasını “Irak’ın egemen bir devlet olduğu” şeklinde yorumlayan Maliki ise, kendi sözlerine kendisi de inanmıyordur herhalde... Belki de bu açıklamasıyla ABD’yi memnun edip kukla bir başbakan olmanın gereğini yerine getiriyordur...
Ya da rakibi İyad Allavi, son seçimde meclise iki milletvekili daha fazla sokmuş olsa da, Amerika’nın kendisinin başbakan kalması için gösterdiği büyük çabaya karşı minnetini göstermeye çalışıyordur...
Maliki’nin sözleri gerçekten trajikomik... Evet, Irak ile Amerika arasında imzalanan güvenlik anlaşmasına göre, askerlerin Irak’ı terk etmesinden sonra ABD’nin operasyon izni yok.
Ancak Beyaz Saray, bunu aşmanın yolunu buldu...
Amerikan askerleri 2011 yılı sonunda Irak’tan tamamen çekilse bile, onların yerini şu anda sayıları 7 bin olan özel güvenlikçiler alacak ve zaman içinde bu sayı daha da artacak. ABD, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirmek için paralı asker sayısını artırıyor, savaşı özelleştiriyor....
***
Gelelim Biden’a... Irak’la ilgili sözleri söylerken geniş güvenlik çemberi altındaki resmi bir binadaydı herhalde... Oralardan durum sakin görünüyor olmalı...
Yoksa son bir ayda 100'den fazla asker ve polis, 400 civarında Iraklının saldırılarda öldüğü yalan mıydı? Bağdat morgunda kimlikleri tespit edilmemiş 20 bin civarında cesedin bulunduğunu yazan The New York Times uydurma haber mi yapmıştı?
Olan şu ki; Obama, Maliki ve Biden, tüm dünyaya Irak’ta işler yolunda mesajı veriyor. Çünkü kasım ayındaki ara seçimden önce Obama’nın buna ihtiyacı var. Savaştan bunalmış, ekonomik açıdan toparlanamamış bir topluma bu mesajı vermek zorunda...
Ancak gerçek şudur: Irak’ta paylaşım gerçekleşmiş, dünyanın ikinci büyük petrol rezervini elinde tutan bu ülke artık Amerika’nın kontrolüne girmiştir. Gelirinin yüzde 95’inden fazlasını petrol ihracından elde eden Irak, global petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamak durumunda kalmıştır.
Artık Obama ve Biden, gönül rahatlığıyla “Mission Accomplished” diyebilir. Global kapitalizm, 21. yüzyılın emperyal güçleriyle el ele görevi yerine getirmiştir...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Eylül 2010
Obama, eylül başında yaptığı bir konuşmayla, Irak’taki Amerikan askerlerinin savaş operasyonlarının sona erdiğini açıkladı. İnandınız mı?
7 Mart seçimlerinden bu yana yeni hükümet kurulamadığı için hâlâ Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki, “Bugün Irak egemen ve bağımsızdır” dedi. İnandınız mı?
Bağdat’a giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Basının artan şiddetten söz etmesine rağmen gerçek şu ki, her şey çok daha farklı, daha güvenli” dedi. İnandınız mı?
Bu soruları soruyorum. Çünkü ben hiçbirine inanmadım...
Nasıl 7 yıl önce Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia eden Amerikalı politikacılara inanmadıysam; nasıl Irak işgalinin 40. gününde bir savaş gemisinin üzerine çıkıp, “Mission Accomplished” (Görev yerine getirildi) yazılı pankartın önünde “savaşın bittiğini” ilan eden Bush’a inanmadıysam, onlara da öyle inanmıyorum...
Çünkü bu üçü de, bugün Irak’ta oynanan oyunu sürdüren aktörler arasında...
Öyle olmasa Obama, Irak’taki asker sayısı 50 bine indi diye savaş operasyonları bitti diyebilir miydi? Her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ülkede işgalci devletin askerlerinin çatışmalara dahil olmayacağına kim inanır?
Herkes bu aldatmacaya kansa bile, kendilerini sürekli kanlı çatışmaların içinde bulan o 50 bin asker buna inanır mı? Hele kendi komutanları, Irak'taki terör olaylarını gerekçe gösterip oradaki varlıklarının uzayabileceğini söylerken...
***
İşgalci asker sayısının azalmasını “Irak’ın egemen bir devlet olduğu” şeklinde yorumlayan Maliki ise, kendi sözlerine kendisi de inanmıyordur herhalde... Belki de bu açıklamasıyla ABD’yi memnun edip kukla bir başbakan olmanın gereğini yerine getiriyordur...
Ya da rakibi İyad Allavi, son seçimde meclise iki milletvekili daha fazla sokmuş olsa da, Amerika’nın kendisinin başbakan kalması için gösterdiği büyük çabaya karşı minnetini göstermeye çalışıyordur...
Maliki’nin sözleri gerçekten trajikomik... Evet, Irak ile Amerika arasında imzalanan güvenlik anlaşmasına göre, askerlerin Irak’ı terk etmesinden sonra ABD’nin operasyon izni yok.
Ancak Beyaz Saray, bunu aşmanın yolunu buldu...
Amerikan askerleri 2011 yılı sonunda Irak’tan tamamen çekilse bile, onların yerini şu anda sayıları 7 bin olan özel güvenlikçiler alacak ve zaman içinde bu sayı daha da artacak. ABD, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirmek için paralı asker sayısını artırıyor, savaşı özelleştiriyor....
***
Gelelim Biden’a... Irak’la ilgili sözleri söylerken geniş güvenlik çemberi altındaki resmi bir binadaydı herhalde... Oralardan durum sakin görünüyor olmalı...
Yoksa son bir ayda 100'den fazla asker ve polis, 400 civarında Iraklının saldırılarda öldüğü yalan mıydı? Bağdat morgunda kimlikleri tespit edilmemiş 20 bin civarında cesedin bulunduğunu yazan The New York Times uydurma haber mi yapmıştı?
Olan şu ki; Obama, Maliki ve Biden, tüm dünyaya Irak’ta işler yolunda mesajı veriyor. Çünkü kasım ayındaki ara seçimden önce Obama’nın buna ihtiyacı var. Savaştan bunalmış, ekonomik açıdan toparlanamamış bir topluma bu mesajı vermek zorunda...
Ancak gerçek şudur: Irak’ta paylaşım gerçekleşmiş, dünyanın ikinci büyük petrol rezervini elinde tutan bu ülke artık Amerika’nın kontrolüne girmiştir. Gelirinin yüzde 95’inden fazlasını petrol ihracından elde eden Irak, global petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamak durumunda kalmıştır.
Artık Obama ve Biden, gönül rahatlığıyla “Mission Accomplished” diyebilir. Global kapitalizm, 21. yüzyılın emperyal güçleriyle el ele görevi yerine getirmiştir...
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
emperyalizm,
George W. Bush,
Irak,
İyad Allavi,
Joe Biden,
kapitalizm,
Nuri el Maliki
5 Eylül 2010 Pazar
Wyclef Jean ve Haiti
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Eylül 2010
Wyclef Jean’ı tanır mısınız?
Dünyanın en yoksul ülkelerinden Haiti’de doğmuş, küçük yaşlardan itibaren Amerika’da yetişmiş, 38 yaşında bir şarkıcı...
90’larda başarı kazanan The Fugees adlı hip-hop grubunun üyesi...
Bu ünlü müzisyen, bir süre önce, Haiti’de 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde devlet başkanlığına adaylığını koydu. Ancak seçim komisyonu adaylık için gerekli şartları tam olarak taşımadığı gerekçesiyle adaylığı onaylamadı.
Ben, hep sanatçıların politikayla ilgilenmelerinden yana oldum. Çünkü ben de, Charles de Gaulle gibi politikanın politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğuna inanıyorum.
Ama Wyclef Jean, adaylık niyetini ilk açıkladığı günden bu yana bunun Haiti için çok kötü bir fikir olduğunu düşündüm. “Neden? O da sanatçı değil mi?” diye sorabilirsiniz. Öyle... Fakat Wyclef Jean’ı değersizleştiren nedenler var.
Kendisi, Haiti’nin seçimle gelen ilk devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’ye karşı 1991 ve 2004’te Amerika öncülüğünde yapılan darbeleri desteklemiş bir sanatçı...
Görevde olduğu süre içinde asgari ücreti yükselten ve halk arasında çok sevilen Aristide, kamu arazilerini yabancılara peşkeş çekmek isteyen güçlere savaş açmıştı.
Tabii bu durum, varlıklı elit kesimin ve başta Amerika olmak üzere ülkede çıkarları bulunan uluslararası güçlerin hiç hoşuna gitmedi. Sonuçta Aristide direnince, darbelerle görevden alınıp Güney Afrika’da yaşamak zorunda bırakıldı.
Bunlar olurken Wycelf Jean sustu. Susmakla da kalmadı; Aristide ve onun öncülüğünde kurulan Haiti’nin en büyük sol partisi Fanmi Lavalas’ın karşısında yer aldı.
Şimdi ise, ocak ayındaki depremde 300 bin kişinin hayatını kaybettiği, sokaklarında milyonlarca evsiz insanın yaşadığı, işsizlikten kırılan bir ülkede çıkmış halka “Korkmayın, ben popülist değilim kapitalistim” diyor...
Sanki halk, 200 yıldır yabancı devletler eliyle kendisini sömüren özel sektörün palazlanmasına ihtiyaç duyuyormuş gibi,,, Sanki halkın yiyecek, temiz su, ilaç, barınak gibi acil gereksinimlerini karşılayacak olan kapitalist sermayeymiş gibi...
Bush döneminde Wyclef’in amcası Haiti’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanırken, kendisi de üst düzey Amerikalılarla dostluğu iyice geliştirdi.
Ama sadece Colin Powell, Bill Clinton gibi isimlerle yakınlaşmadı, Amerika’nın Aristide yerine getirdiği şimdiki Devlet Başkanı Rene Preval ile de çok samimi oldu. O kadar ki, Preval tarafından Haiti’nin İyi Niyet Elçisi olarak atandı.
Ne var ki Preval, yasal olarak iki dönemden fazla görev yapamıyor. Bu durumda Haiti üzerinde çeşitli hesapları olan yabancı devletlerin aklına devlet başkanlığı için Wyclef Jean geldi...
Büyük bir umutla devlet başkanlığına adaylığı açıklandı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve adaylığı kabul edilmedi... Bakalım bu işin içinden nasıl çıkacak Amerika?
***
Wyclef Jean olayı bana bir kez daha şunu düşündürdü: Sanatçıdan sanatçıya fark var. Kimisi canı pahasına baskıya direnip halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur; daima bilimin, sanatın aydınlatıcı ışığını yansıtır topluma.... Kimisi de kendi çıkarları için ya da korkusundan sırnaşır iktidara....
Diyeceğim o ki; her sanatçı aydın değildir. Çünkü gerçek bir aydın, çıkarı için kalemini, sanatını, kişiliğini asla satmaz, avanta için iktidara dalkavukluk yapmaz, ülkesinin değerleri yabancılara peşkeş çekilirken susmaz!
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Eylül 2010
Wyclef Jean’ı tanır mısınız?
Dünyanın en yoksul ülkelerinden Haiti’de doğmuş, küçük yaşlardan itibaren Amerika’da yetişmiş, 38 yaşında bir şarkıcı...
90’larda başarı kazanan The Fugees adlı hip-hop grubunun üyesi...
Bu ünlü müzisyen, bir süre önce, Haiti’de 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde devlet başkanlığına adaylığını koydu. Ancak seçim komisyonu adaylık için gerekli şartları tam olarak taşımadığı gerekçesiyle adaylığı onaylamadı.
Ben, hep sanatçıların politikayla ilgilenmelerinden yana oldum. Çünkü ben de, Charles de Gaulle gibi politikanın politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğuna inanıyorum.
Ama Wyclef Jean, adaylık niyetini ilk açıkladığı günden bu yana bunun Haiti için çok kötü bir fikir olduğunu düşündüm. “Neden? O da sanatçı değil mi?” diye sorabilirsiniz. Öyle... Fakat Wyclef Jean’ı değersizleştiren nedenler var.
Kendisi, Haiti’nin seçimle gelen ilk devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’ye karşı 1991 ve 2004’te Amerika öncülüğünde yapılan darbeleri desteklemiş bir sanatçı...
Görevde olduğu süre içinde asgari ücreti yükselten ve halk arasında çok sevilen Aristide, kamu arazilerini yabancılara peşkeş çekmek isteyen güçlere savaş açmıştı.
Tabii bu durum, varlıklı elit kesimin ve başta Amerika olmak üzere ülkede çıkarları bulunan uluslararası güçlerin hiç hoşuna gitmedi. Sonuçta Aristide direnince, darbelerle görevden alınıp Güney Afrika’da yaşamak zorunda bırakıldı.
Bunlar olurken Wycelf Jean sustu. Susmakla da kalmadı; Aristide ve onun öncülüğünde kurulan Haiti’nin en büyük sol partisi Fanmi Lavalas’ın karşısında yer aldı.
Şimdi ise, ocak ayındaki depremde 300 bin kişinin hayatını kaybettiği, sokaklarında milyonlarca evsiz insanın yaşadığı, işsizlikten kırılan bir ülkede çıkmış halka “Korkmayın, ben popülist değilim kapitalistim” diyor...
Sanki halk, 200 yıldır yabancı devletler eliyle kendisini sömüren özel sektörün palazlanmasına ihtiyaç duyuyormuş gibi,,, Sanki halkın yiyecek, temiz su, ilaç, barınak gibi acil gereksinimlerini karşılayacak olan kapitalist sermayeymiş gibi...
Bush döneminde Wyclef’in amcası Haiti’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanırken, kendisi de üst düzey Amerikalılarla dostluğu iyice geliştirdi.
Ama sadece Colin Powell, Bill Clinton gibi isimlerle yakınlaşmadı, Amerika’nın Aristide yerine getirdiği şimdiki Devlet Başkanı Rene Preval ile de çok samimi oldu. O kadar ki, Preval tarafından Haiti’nin İyi Niyet Elçisi olarak atandı.
Ne var ki Preval, yasal olarak iki dönemden fazla görev yapamıyor. Bu durumda Haiti üzerinde çeşitli hesapları olan yabancı devletlerin aklına devlet başkanlığı için Wyclef Jean geldi...
Büyük bir umutla devlet başkanlığına adaylığı açıklandı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve adaylığı kabul edilmedi... Bakalım bu işin içinden nasıl çıkacak Amerika?
***
Wyclef Jean olayı bana bir kez daha şunu düşündürdü: Sanatçıdan sanatçıya fark var. Kimisi canı pahasına baskıya direnip halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur; daima bilimin, sanatın aydınlatıcı ışığını yansıtır topluma.... Kimisi de kendi çıkarları için ya da korkusundan sırnaşır iktidara....
Diyeceğim o ki; her sanatçı aydın değildir. Çünkü gerçek bir aydın, çıkarı için kalemini, sanatını, kişiliğini asla satmaz, avanta için iktidara dalkavukluk yapmaz, ülkesinin değerleri yabancılara peşkeş çekilirken susmaz!
-
Etiketler:
Amerika,
aydın,
Bill Clinton,
Charles de Gaulle,
Colin Powell,
George W. Bush,
Haiti,
Jean Bertrand Aristide,
Rene Preval,
sanat,
Wyclef Jean
30 Ağustos 2010 Pazartesi
Sit-com'da rol almak
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Ağustos 2010
Bir süredir basının gündemine giren bir kavram var. Adına “sit-com gazeteciliği” diyorlar.
Bu tür gazeteciliği savunanlar, bunu ciddi gazeteciliğin tersi olarak düşünüyor. Dijital devrimin yaşandığı medyada artık eski tür ciddi gazetecilik ilgi görmüyor, okuyucu daha eğlenceli yorumlara yöneliyormuş...
“Nasıl oluyor bu eğlenceli sit-com yazıları? Mizahtan farkı ne?” diye sorabilirsiniz. Bu, çok haklı bir soru. Çünkü elbette mizahın yazıya kattığı eğlence unsuru ile sit-com’un önerdiği eğlence unsuru arasında fark var.
Ben, yazıyı daha keyifli bir hale getiren mizah öğesini kullanan yazarları zevkle takip eden biri olarak, sit-com gazeteciliği denen bu tarzdan hiçbir zevk almıyorum.
Bana göre sit-com gazeteciliği, yazının merkezine kendisini koyan, bir megaloman gibi sürekli kendisinden söz eden, eğlenceli olma adına haberi ikinci plana atan ve sonuçta cemiyet hayatındaki “celebrity” denilen insanlar gibi her hareketleriyle kendileri haber olan gazetecilerin yaptığı iştir.
***
Medyadaki durum öyle bir hal aldı ki, eğer siz de bu sit-com’da rol almak istiyorsanız, önce ünlü olmanız gerekiyor. O ünü, artık savunulduğu gibi ciddi yazılarla kazanmak olanaklı değilse, o zaman başka yollara başvurmanız gerekebilir. Örneğin şunları yapabilirsiniz:
-Seks hayatınızı ayrıntılarıyla anlatabilirsiniz.
-Dergilere çıplak pozlar verebilirsiniz.
-Yazılarınıza kocaman mayolu fotoğraflarınız eşlik edebilir.
-Röportaj yaptığınız kişilerle yatakta, masada sevişirmiş gibi fotoğraflar çektirebilirsiniz.
-Aile üyeleriniz sanki tüm ülke için çok önemliymiş gibi sürekli onlardan söz edebilirsiniz.
-Moda çekimleri yapabilirsiniz.
-Köşenizden ünlü birilerine hakaret ederek ilgi çekebilirsiniz.
-Şirketlerin sizi götürdüğü bedava gezileri ballandıra ballandıra anlatabilirsiniz. Hem reklam yapmış olursunuz, hem de herkes yaşadığınız hayata özenip sizi mitleştirir.
-Hıncal Uluç’la polemiğe girebilirsiniz. Mutlaka işe yarar.
-Bunları yaparsanız, gazeteniz de yazılarınızı kapaktan dev puntolarla anonslar, yazılarınıza geniş yer ayırır.
***
Bunları gerçekleştirmiyorsanız, ciddi gazetecilik yaparak sit-com’da rol alamazsınız. Ancak “celebrity” konumuna gelmiş olanların hakkıdır bu...
“Ama ben gazetecilik yapmak istiyorum. Bu önerdiklerinizin hiçbiri gazetecilik değil ki!” diyorsanız, işiniz zor...
İşin ilginci, medyanın kendi içinde bu tür gazeteciliği şiddetle destekleyenler var. Demek ki, ciddi gazetecilik yapmak yerine bu tür şaklabanlıklar yapmayı kendileri de kabul ediyorlar ki, bunu savunuyorlar. Üstelik böyle davranan herkesi de, “Müthiş cesaretli! Bravo!” diyerek alkışlıyorlar.
Bu durumda benim bir önerim var. İletişim fakültelerinin gazetecilik bölümlerine anayasa, hukuk, istatistik, iktisat vs. gibi derslerin yanına bir de “Sit-com Yöntemleri” adı altında bir ders konulsun.
Madem artık sit-com gazeteciliği yapmayanın yazıları okunmuyor, demek ki bu ders zorunlu olmalı ve ondan geçerli not alamayan sınıfta kalmalı.
Böyle bir dersi okutacak öğretim görevlisi de bulunmadığından, sit-com gazetecileri üniversitelerde bu dersi okutma görevini de üstlenir. Okuldan mezun olan sit-com gazetecileri, böylece medyada kendi hayatlarını sergileme yolunda eşsiz bir eğitimden geçerler.
Peki sonuçta ne olur? Sit-com gazeteciliğine meraklı olanlar yeni yazarları heyecanla karşılarken tiraj da artabilir.
Ama aklı başında yazılar okumak için gazeteyi alan ciddi okurlar kaçmaz mı? Bu ülkede aklı başında insan hiç mi yok?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Ağustos 2010
Bir süredir basının gündemine giren bir kavram var. Adına “sit-com gazeteciliği” diyorlar.
Bu tür gazeteciliği savunanlar, bunu ciddi gazeteciliğin tersi olarak düşünüyor. Dijital devrimin yaşandığı medyada artık eski tür ciddi gazetecilik ilgi görmüyor, okuyucu daha eğlenceli yorumlara yöneliyormuş...
“Nasıl oluyor bu eğlenceli sit-com yazıları? Mizahtan farkı ne?” diye sorabilirsiniz. Bu, çok haklı bir soru. Çünkü elbette mizahın yazıya kattığı eğlence unsuru ile sit-com’un önerdiği eğlence unsuru arasında fark var.
Ben, yazıyı daha keyifli bir hale getiren mizah öğesini kullanan yazarları zevkle takip eden biri olarak, sit-com gazeteciliği denen bu tarzdan hiçbir zevk almıyorum.
Bana göre sit-com gazeteciliği, yazının merkezine kendisini koyan, bir megaloman gibi sürekli kendisinden söz eden, eğlenceli olma adına haberi ikinci plana atan ve sonuçta cemiyet hayatındaki “celebrity” denilen insanlar gibi her hareketleriyle kendileri haber olan gazetecilerin yaptığı iştir.
***
Medyadaki durum öyle bir hal aldı ki, eğer siz de bu sit-com’da rol almak istiyorsanız, önce ünlü olmanız gerekiyor. O ünü, artık savunulduğu gibi ciddi yazılarla kazanmak olanaklı değilse, o zaman başka yollara başvurmanız gerekebilir. Örneğin şunları yapabilirsiniz:
-Seks hayatınızı ayrıntılarıyla anlatabilirsiniz.
-Dergilere çıplak pozlar verebilirsiniz.
-Yazılarınıza kocaman mayolu fotoğraflarınız eşlik edebilir.
-Röportaj yaptığınız kişilerle yatakta, masada sevişirmiş gibi fotoğraflar çektirebilirsiniz.
-Aile üyeleriniz sanki tüm ülke için çok önemliymiş gibi sürekli onlardan söz edebilirsiniz.
-Moda çekimleri yapabilirsiniz.
-Köşenizden ünlü birilerine hakaret ederek ilgi çekebilirsiniz.
-Şirketlerin sizi götürdüğü bedava gezileri ballandıra ballandıra anlatabilirsiniz. Hem reklam yapmış olursunuz, hem de herkes yaşadığınız hayata özenip sizi mitleştirir.
-Hıncal Uluç’la polemiğe girebilirsiniz. Mutlaka işe yarar.
-Bunları yaparsanız, gazeteniz de yazılarınızı kapaktan dev puntolarla anonslar, yazılarınıza geniş yer ayırır.
***
Bunları gerçekleştirmiyorsanız, ciddi gazetecilik yaparak sit-com’da rol alamazsınız. Ancak “celebrity” konumuna gelmiş olanların hakkıdır bu...
“Ama ben gazetecilik yapmak istiyorum. Bu önerdiklerinizin hiçbiri gazetecilik değil ki!” diyorsanız, işiniz zor...
İşin ilginci, medyanın kendi içinde bu tür gazeteciliği şiddetle destekleyenler var. Demek ki, ciddi gazetecilik yapmak yerine bu tür şaklabanlıklar yapmayı kendileri de kabul ediyorlar ki, bunu savunuyorlar. Üstelik böyle davranan herkesi de, “Müthiş cesaretli! Bravo!” diyerek alkışlıyorlar.
Bu durumda benim bir önerim var. İletişim fakültelerinin gazetecilik bölümlerine anayasa, hukuk, istatistik, iktisat vs. gibi derslerin yanına bir de “Sit-com Yöntemleri” adı altında bir ders konulsun.
Madem artık sit-com gazeteciliği yapmayanın yazıları okunmuyor, demek ki bu ders zorunlu olmalı ve ondan geçerli not alamayan sınıfta kalmalı.
Böyle bir dersi okutacak öğretim görevlisi de bulunmadığından, sit-com gazetecileri üniversitelerde bu dersi okutma görevini de üstlenir. Okuldan mezun olan sit-com gazetecileri, böylece medyada kendi hayatlarını sergileme yolunda eşsiz bir eğitimden geçerler.
Peki sonuçta ne olur? Sit-com gazeteciliğine meraklı olanlar yeni yazarları heyecanla karşılarken tiraj da artabilir.
Ama aklı başında yazılar okumak için gazeteyi alan ciddi okurlar kaçmaz mı? Bu ülkede aklı başında insan hiç mi yok?
-
Etiketler:
gazetecilik,
medya,
sit-com gazetecilği,
Türkiye
22 Ağustos 2010 Pazar
Suçlu fanatizmdir!
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Ağustos 2010
11 Eylül terör saldırılarının 9. yıldönümüne üç hafta kala Amerika’da ciddi bir tartışma yaşanıyor. Çünkü Ground Zero'ya (Sıfır Noktası-saldırıdan önce İkiz Kuleler'in yer aldığı bölge) iki blok uzaklıktaki bir alanda cami yapılması gündemde...
The Cordoba Initiative adlı kuruluş, bir süre önce o bölgede bir İslami kültür merkezi inşa etmek için girişimde bulundu. Anlaşıldığı üzere, Park51 adını alacak bu merkezin içinde caminin yanı sıra, saldırılarda ölenler için yapılacak bir anıt da bulunacak. Yetkililere göre amaç, “ılımlı Müslümanlar için bir eğitim ve kültür merkezi yapmak.”
Kent yönetimi konuyu dini özgürlük ve özel mülk edinme hakkı çerçevesinde değerlendirip merkezin yapımına destek verince olanlar oldu. İlk önce dinci sağ kanattan müthiş ırkçı tepkiler yağdı. Bunun 11 Eylül’de ölenlere hakaret olduğu, “İslam’ın fethettiği topraklarda cami yapıldığı” söylendi.
Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelenlerinden Sarah Palin, Twitter sayfasından şu yorumda bulundu: “Bu, gereksiz bir provokasyondur; kalbe inen hançerdir.”
Medyada ise, birçok Amerikalı’nın “düşmanın bu merkezi sembolik bir zafer olarak göreceği” endişesini taşıdığı yönünde haberler çıktı.
Tabii bu durumla en çok dalga geçen, yine The Daily Show'un sunucusu Jon Stewart oldu. Şovunda, "Cami yapmak için Ground Zero'dan kaç blok ara verilirse uygun olur?" diye sordu. Ardından ekrana ünlü TV şahsiyetlerinin yanıtları geldi: 5, 10, 15...
***
Ama bütün tepkiler arasında bir tanesi var ki, gelmiş geçmiş en büyük provokasyonlar tarihine geçecek türden...
Fox News’daki “Red Eye” programının sunucusu Greg Gutfeld, yapılacak caminin yanına bir gay barı açacağını duyurdu. Gece ve gündüz sürekli açık kalacak bu bar, sadece Batılı erkeklere değil, Müslüman gaylere de hizmet verecekmiş...
Gutfeld, blogunda şöyle yazıyor:
“Müslüman yatırımcılar, Ground Zero'nun yanında cami yapma fikrinin, Müslümanlarla diğer inançlara mensup olanların ilişkilerini güçlendirme amacını taşıdığını söylüyor. Ben, bir Amerikalı olarak, onların cami yapma hakları olduğuna inanıyorum. Sonuçta arsayı alıp yasalara göre davranıyorlar. Onları kim durdurabilir ki? Benim de, toplumsal yakınlık sağlamak için aynı şekilde davranmaya karar vermemin nedeni bu. Bildiğiniz gibi, Müslümanlık eşcinselliğe hoş bakmıyor. İslam dünyasındaki eşcinsel düşmanlığını azaltmak amacıyla barı açıyorum.”
***
Ortalık bu kadar hassas bir konuda böyle karışınca, bir politikacı ne yapar? Bazıları Sarah Palin gibi bu durumdan faydalanmak için kışkırtıcı açıklamalarla ateşin üzerine benzin döker.
Bazısı da, ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik) gibi, “Bu haklarla değil, neyin hakça olduğuyla ilgili” diyerek tartışmayı kızıştırır.
Kimisi de Obama gibi önce “Müslümanlar da, bu ülkede yaşayan herkes gibi, dinlerini özgürce yaşama hakkına sahiptir" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışır; sonra da tepkiler üzerine, "Yer seçiminin doğru olduğunu söylemedim" der.
***
11 Eylül’ü New York’ta bizzat yaşamış biri olarak halkın o olayla ilgili duygularını çok iyi biliyorum. Hangi ülkenin vatandaşı olduğunuz önemli değil; insanlıktan nasibini almış herkes, o vahşeti nefretle kınar. Aradan geçen zamana karşın, Amerikan halkının bu konuda hâlâ çok hassas olması da doğal...
Ancak hatalı olan şu: 11 Eylül saldırıları, Müslüman dünyayla Batı arasında savaş başlatmak için birilerince planlandı. Bu vahim saldırının suçu, topluca bir dine inananlara yüklenilemez...
Suçlu, bu katliamı gerçekleştirenlerdir. Suçlu fanatizmdir!
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Ağustos 2010
11 Eylül terör saldırılarının 9. yıldönümüne üç hafta kala Amerika’da ciddi bir tartışma yaşanıyor. Çünkü Ground Zero'ya (Sıfır Noktası-saldırıdan önce İkiz Kuleler'in yer aldığı bölge) iki blok uzaklıktaki bir alanda cami yapılması gündemde...
The Cordoba Initiative adlı kuruluş, bir süre önce o bölgede bir İslami kültür merkezi inşa etmek için girişimde bulundu. Anlaşıldığı üzere, Park51 adını alacak bu merkezin içinde caminin yanı sıra, saldırılarda ölenler için yapılacak bir anıt da bulunacak. Yetkililere göre amaç, “ılımlı Müslümanlar için bir eğitim ve kültür merkezi yapmak.”
Kent yönetimi konuyu dini özgürlük ve özel mülk edinme hakkı çerçevesinde değerlendirip merkezin yapımına destek verince olanlar oldu. İlk önce dinci sağ kanattan müthiş ırkçı tepkiler yağdı. Bunun 11 Eylül’de ölenlere hakaret olduğu, “İslam’ın fethettiği topraklarda cami yapıldığı” söylendi.
Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelenlerinden Sarah Palin, Twitter sayfasından şu yorumda bulundu: “Bu, gereksiz bir provokasyondur; kalbe inen hançerdir.”
Medyada ise, birçok Amerikalı’nın “düşmanın bu merkezi sembolik bir zafer olarak göreceği” endişesini taşıdığı yönünde haberler çıktı.
Tabii bu durumla en çok dalga geçen, yine The Daily Show'un sunucusu Jon Stewart oldu. Şovunda, "Cami yapmak için Ground Zero'dan kaç blok ara verilirse uygun olur?" diye sordu. Ardından ekrana ünlü TV şahsiyetlerinin yanıtları geldi: 5, 10, 15...
***
Ama bütün tepkiler arasında bir tanesi var ki, gelmiş geçmiş en büyük provokasyonlar tarihine geçecek türden...
Fox News’daki “Red Eye” programının sunucusu Greg Gutfeld, yapılacak caminin yanına bir gay barı açacağını duyurdu. Gece ve gündüz sürekli açık kalacak bu bar, sadece Batılı erkeklere değil, Müslüman gaylere de hizmet verecekmiş...
Gutfeld, blogunda şöyle yazıyor:
“Müslüman yatırımcılar, Ground Zero'nun yanında cami yapma fikrinin, Müslümanlarla diğer inançlara mensup olanların ilişkilerini güçlendirme amacını taşıdığını söylüyor. Ben, bir Amerikalı olarak, onların cami yapma hakları olduğuna inanıyorum. Sonuçta arsayı alıp yasalara göre davranıyorlar. Onları kim durdurabilir ki? Benim de, toplumsal yakınlık sağlamak için aynı şekilde davranmaya karar vermemin nedeni bu. Bildiğiniz gibi, Müslümanlık eşcinselliğe hoş bakmıyor. İslam dünyasındaki eşcinsel düşmanlığını azaltmak amacıyla barı açıyorum.”
***
Ortalık bu kadar hassas bir konuda böyle karışınca, bir politikacı ne yapar? Bazıları Sarah Palin gibi bu durumdan faydalanmak için kışkırtıcı açıklamalarla ateşin üzerine benzin döker.
Bazısı da, ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik) gibi, “Bu haklarla değil, neyin hakça olduğuyla ilgili” diyerek tartışmayı kızıştırır.
Kimisi de Obama gibi önce “Müslümanlar da, bu ülkede yaşayan herkes gibi, dinlerini özgürce yaşama hakkına sahiptir" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışır; sonra da tepkiler üzerine, "Yer seçiminin doğru olduğunu söylemedim" der.
***
11 Eylül’ü New York’ta bizzat yaşamış biri olarak halkın o olayla ilgili duygularını çok iyi biliyorum. Hangi ülkenin vatandaşı olduğunuz önemli değil; insanlıktan nasibini almış herkes, o vahşeti nefretle kınar. Aradan geçen zamana karşın, Amerikan halkının bu konuda hâlâ çok hassas olması da doğal...
Ancak hatalı olan şu: 11 Eylül saldırıları, Müslüman dünyayla Batı arasında savaş başlatmak için birilerince planlandı. Bu vahim saldırının suçu, topluca bir dine inananlara yüklenilemez...
Suçlu, bu katliamı gerçekleştirenlerdir. Suçlu fanatizmdir!
-
Etiketler:
11 Eylül,
Amerika,
Barack Obama,
dinci sağ,
fanatizm,
Jon Stewart,
Müslümanlık,
Sarah Palin
15 Ağustos 2010 Pazar
Ne istiyorlar kadınlardan?
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Ağustos 2010
***Amerika’nın Fox News kanalında “Fox and Friends” adlı programa konuk olan yazar Marc Rudov: “Barlarda kadınlara özel indirim yapılan ‘Ladies’ Night’ günahkarlıktır; çünkü erkek kadın flörtü yasal fahişeliktir!”
***Van’ın Saray İlçesi’nde yaşayan Faruk Pilatin, geçen yıl dövüp kulağını kestiği eşini bu defa öldüresiye dövdü.
***Malezyalı üç kadın ülkede uygulanan İslami yasalara göre, evlilik öncesi seks nedeniyle kırbaç cezası aldı. Aynı ceza, bir başka Malezyalı kadına içki içtiği gerekçesiyle verildi.
***Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’nun “Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış Raporu”nun Direktörü Yrd. Doç Dr. Ayşen Candaş: “Türkiye’de bazı gruplar eşitsizliğin hem sosyoekonomik hem de ayrımcılık türlerinden payını sonuna kadar alıyor. Ve hangi konuya bakarsanız bakın, kadınların durumu korkunç...”
***BM Türkiye Temsilciliği, Türkiye'de kadınların yüzde 42'sinin eşlerinden fiziksel ve cinsel şiddet gördüğünü bildirdi. Erkeklerin iş gücüne katılma oranı yüzde 70,5 iken, kadınlar için bu oran tahminen yüzde 26 olarak belirlendi ve bu rakamın, yüzde 52,6 olan küresel ortalamanın altında kaldığına işaret edildi.
***ABD'nin Boston Üniversitesi’nde akademik çalışmalarda bulunan Jenny White, “Türkiye, çok az insanın yüksek eğitim aldığı, tutuculuğun çok fazla olduğu bir ülke. Genelde bir kadının evlendiği zaman çalışmayı kesmesi ya da çalışmayı aklından bile geçirmemesi bekleniyor” dedi.
***Bangladeş’in Brahmanbaria bölgesinde tecavüze uğrayan 16 yaşındaki genç kız, hamile kaldığı gerekçesiyle 101 kırbaç cezasına çarptırıldı.
***Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanlığı yapan, “şeyhülislam seçilen”, üç eşli Ali Yüksel, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlığına atandı.
***T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sivil toplum örgütlerinin kadın temsilcileriyle yaptığı toplantıda “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” dedi.
***
Yukarda alıntıladığım haberler, 2010 yılına ait... Bu durumda, 21. yüzyılda insanoğlunun cinsiyet ayrımcılığını aşmakta başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz?
Kadın, çalışma hayatına katıldığından bu yana, Batı dünyasında Doğu’ya göre çok daha ileri bir konuma geldi. Tabii zaman zaman Fox News’daki gibi gelişmemiş beyinlerden çıkan sözlere de rastlanmıyor değil... Ancak karşılaştırma yapıldığında Doğu’nun geri kalmışlığı çok çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor.
Bunun ekonomik, sosyal, kültürel nedenlerinin yanında dini nedenleri de var.
Yobazların kendince yorumlayıp bambaşka nitelikler kazandırdığı dinsel kurallar var...
İlerlemeye ve gelişime karşı duran kafalar var...
Kadını eve hapsedip köle gibi kullanmak isteyenler var...
Kadının bedenini metalaştırıp aklını küçümseyenler var...
Erkek egemen toplumun ilkelliğinden nemalananlar var...
Kadını küşümsemekle kendini yücelttiğini sananlar var...
***
Peki, bunların olduğu yerde eşitlik olur mu?
Kadının halinin içler acısı olduğu bir toplumda hâlâ çıkıp cinsiyet ayrımcılığı yapma aymazlığını gösterenlere sormak istiyorum; ne istiyorsunuz kadınlardan?!
Dövülüyor, horlanıyor, tecavüz ediliyor, katlediliyor, yok sayılıyor ve özgürlükleri ellerinden alınıyor! Daha fazla ne istiyorsunuz?
Bunca yıldır süren bu haksızlıklara karşı yılmayıp mücadeleye devam etmeleri mi korkutuyor sizi?
Birden herkesin kadın-erkek eşitliğine inanacağından mı çekiniyorsunuz ki, durmadan “eşitlik yoktur” görüşünü işliyorsunuz?
Neden eşitlik düşüncesi sizi bu kadar korkutuyor?
Ne istiyorsunuz kadınlardan?!
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Ağustos 2010
***Amerika’nın Fox News kanalında “Fox and Friends” adlı programa konuk olan yazar Marc Rudov: “Barlarda kadınlara özel indirim yapılan ‘Ladies’ Night’ günahkarlıktır; çünkü erkek kadın flörtü yasal fahişeliktir!”
***Van’ın Saray İlçesi’nde yaşayan Faruk Pilatin, geçen yıl dövüp kulağını kestiği eşini bu defa öldüresiye dövdü.
***Malezyalı üç kadın ülkede uygulanan İslami yasalara göre, evlilik öncesi seks nedeniyle kırbaç cezası aldı. Aynı ceza, bir başka Malezyalı kadına içki içtiği gerekçesiyle verildi.
***Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’nun “Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış Raporu”nun Direktörü Yrd. Doç Dr. Ayşen Candaş: “Türkiye’de bazı gruplar eşitsizliğin hem sosyoekonomik hem de ayrımcılık türlerinden payını sonuna kadar alıyor. Ve hangi konuya bakarsanız bakın, kadınların durumu korkunç...”
***BM Türkiye Temsilciliği, Türkiye'de kadınların yüzde 42'sinin eşlerinden fiziksel ve cinsel şiddet gördüğünü bildirdi. Erkeklerin iş gücüne katılma oranı yüzde 70,5 iken, kadınlar için bu oran tahminen yüzde 26 olarak belirlendi ve bu rakamın, yüzde 52,6 olan küresel ortalamanın altında kaldığına işaret edildi.
***ABD'nin Boston Üniversitesi’nde akademik çalışmalarda bulunan Jenny White, “Türkiye, çok az insanın yüksek eğitim aldığı, tutuculuğun çok fazla olduğu bir ülke. Genelde bir kadının evlendiği zaman çalışmayı kesmesi ya da çalışmayı aklından bile geçirmemesi bekleniyor” dedi.
***Bangladeş’in Brahmanbaria bölgesinde tecavüze uğrayan 16 yaşındaki genç kız, hamile kaldığı gerekçesiyle 101 kırbaç cezasına çarptırıldı.
***Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanlığı yapan, “şeyhülislam seçilen”, üç eşli Ali Yüksel, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlığına atandı.
***T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sivil toplum örgütlerinin kadın temsilcileriyle yaptığı toplantıda “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” dedi.
***
Yukarda alıntıladığım haberler, 2010 yılına ait... Bu durumda, 21. yüzyılda insanoğlunun cinsiyet ayrımcılığını aşmakta başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz?
Kadın, çalışma hayatına katıldığından bu yana, Batı dünyasında Doğu’ya göre çok daha ileri bir konuma geldi. Tabii zaman zaman Fox News’daki gibi gelişmemiş beyinlerden çıkan sözlere de rastlanmıyor değil... Ancak karşılaştırma yapıldığında Doğu’nun geri kalmışlığı çok çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor.
Bunun ekonomik, sosyal, kültürel nedenlerinin yanında dini nedenleri de var.
Yobazların kendince yorumlayıp bambaşka nitelikler kazandırdığı dinsel kurallar var...
İlerlemeye ve gelişime karşı duran kafalar var...
Kadını eve hapsedip köle gibi kullanmak isteyenler var...
Kadının bedenini metalaştırıp aklını küçümseyenler var...
Erkek egemen toplumun ilkelliğinden nemalananlar var...
Kadını küşümsemekle kendini yücelttiğini sananlar var...
***
Peki, bunların olduğu yerde eşitlik olur mu?
Kadının halinin içler acısı olduğu bir toplumda hâlâ çıkıp cinsiyet ayrımcılığı yapma aymazlığını gösterenlere sormak istiyorum; ne istiyorsunuz kadınlardan?!
Dövülüyor, horlanıyor, tecavüz ediliyor, katlediliyor, yok sayılıyor ve özgürlükleri ellerinden alınıyor! Daha fazla ne istiyorsunuz?
Bunca yıldır süren bu haksızlıklara karşı yılmayıp mücadeleye devam etmeleri mi korkutuyor sizi?
Birden herkesin kadın-erkek eşitliğine inanacağından mı çekiniyorsunuz ki, durmadan “eşitlik yoktur” görüşünü işliyorsunuz?
Neden eşitlik düşüncesi sizi bu kadar korkutuyor?
Ne istiyorsunuz kadınlardan?!
-