30 Ağustos 2010 Pazartesi

Sit-com'da rol almak

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Ağustos 2010

Bir süredir basının gündemine giren bir kavram var. Adına “sit-com gazeteciliği” diyorlar.

Bu tür gazeteciliği savunanlar, bunu ciddi gazeteciliğin tersi olarak düşünüyor. Dijital devrimin yaşandığı medyada artık eski tür ciddi gazetecilik ilgi görmüyor, okuyucu daha eğlenceli yorumlara yöneliyormuş...

“Nasıl oluyor bu eğlenceli sit-com yazıları? Mizahtan farkı ne?” diye sorabilirsiniz. Bu, çok haklı bir soru. Çünkü elbette mizahın yazıya kattığı eğlence unsuru ile sit-com’un önerdiği eğlence unsuru arasında fark var.

Ben, yazıyı daha keyifli bir hale getiren mizah öğesini kullanan yazarları zevkle takip eden biri olarak, sit-com gazeteciliği denen bu tarzdan hiçbir zevk almıyorum.

Bana göre sit-com gazeteciliği, yazının merkezine kendisini koyan, bir megaloman gibi sürekli kendisinden söz eden, eğlenceli olma adına haberi ikinci plana atan ve sonuçta cemiyet hayatındaki “celebrity” denilen insanlar gibi her hareketleriyle kendileri haber olan gazetecilerin yaptığı iştir.

***

Medyadaki durum öyle bir hal aldı ki, eğer siz de bu sit-com’da rol almak istiyorsanız, önce ünlü olmanız gerekiyor. O ünü, artık savunulduğu gibi ciddi yazılarla kazanmak olanaklı değilse, o zaman başka yollara başvurmanız gerekebilir. Örneğin şunları yapabilirsiniz:

-Seks hayatınızı ayrıntılarıyla anlatabilirsiniz.

-Dergilere çıplak pozlar verebilirsiniz.

-Yazılarınıza kocaman mayolu fotoğraflarınız eşlik edebilir.

-Röportaj yaptığınız kişilerle yatakta, masada sevişirmiş gibi fotoğraflar çektirebilirsiniz.

-Aile üyeleriniz sanki tüm ülke için çok önemliymiş gibi sürekli onlardan söz edebilirsiniz.

-Moda çekimleri yapabilirsiniz.

-Köşenizden ünlü birilerine hakaret ederek ilgi çekebilirsiniz.

-Şirketlerin sizi götürdüğü bedava gezileri ballandıra ballandıra anlatabilirsiniz. Hem reklam yapmış olursunuz, hem de herkes yaşadığınız hayata özenip sizi mitleştirir.

-Hıncal Uluç’la polemiğe girebilirsiniz. Mutlaka işe yarar.

-Bunları yaparsanız, gazeteniz de yazılarınızı kapaktan dev puntolarla anonslar, yazılarınıza geniş yer ayırır.

***

Bunları gerçekleştirmiyorsanız, ciddi gazetecilik yaparak sit-com’da rol alamazsınız. Ancak “celebrity” konumuna gelmiş olanların hakkıdır bu...

“Ama ben gazetecilik yapmak istiyorum. Bu önerdiklerinizin hiçbiri gazetecilik değil ki!” diyorsanız, işiniz zor...

İşin ilginci, medyanın kendi içinde bu tür gazeteciliği şiddetle destekleyenler var. Demek ki, ciddi gazetecilik yapmak yerine bu tür şaklabanlıklar yapmayı kendileri de kabul ediyorlar ki, bunu savunuyorlar. Üstelik böyle davranan herkesi de, “Müthiş cesaretli! Bravo!” diyerek alkışlıyorlar.

Bu durumda benim bir önerim var. İletişim fakültelerinin gazetecilik bölümlerine anayasa, hukuk, istatistik, iktisat vs. gibi derslerin yanına bir de “Sit-com Yöntemleri” adı altında bir ders konulsun.

Madem artık sit-com gazeteciliği yapmayanın yazıları okunmuyor, demek ki bu ders zorunlu olmalı ve ondan geçerli not alamayan sınıfta kalmalı.

Böyle bir dersi okutacak öğretim görevlisi de bulunmadığından, sit-com gazetecileri üniversitelerde bu dersi okutma görevini de üstlenir. Okuldan mezun olan sit-com gazetecileri, böylece medyada kendi hayatlarını sergileme yolunda eşsiz bir eğitimden geçerler.

Peki sonuçta ne olur? Sit-com gazeteciliğine meraklı olanlar yeni yazarları heyecanla karşılarken tiraj da artabilir.

Ama aklı başında yazılar okumak için gazeteyi alan ciddi okurlar kaçmaz mı? Bu ülkede aklı başında insan hiç mi yok?

-

22 Ağustos 2010 Pazar

Suçlu fanatizmdir!

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Ağustos 2010

11 Eylül terör saldırılarının 9. yıldönümüne üç hafta kala Amerika’da ciddi bir tartışma yaşanıyor. Çünkü Ground Zero'ya (Sıfır Noktası-saldırıdan önce İkiz Kuleler'in yer aldığı bölge) iki blok uzaklıktaki bir alanda cami yapılması gündemde...

The Cordoba Initiative adlı kuruluş, bir süre önce o bölgede bir İslami kültür merkezi inşa etmek için girişimde bulundu. Anlaşıldığı üzere, Park51 adını alacak bu merkezin içinde caminin yanı sıra, saldırılarda ölenler için yapılacak bir anıt da bulunacak. Yetkililere göre amaç, “ılımlı Müslümanlar için bir eğitim ve kültür merkezi yapmak.”

Kent yönetimi konuyu dini özgürlük ve özel mülk edinme hakkı çerçevesinde değerlendirip merkezin yapımına destek verince olanlar oldu. İlk önce dinci sağ kanattan müthiş ırkçı tepkiler yağdı. Bunun 11 Eylül’de ölenlere hakaret olduğu, “İslam’ın fethettiği topraklarda cami yapıldığı” söylendi.

Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelenlerinden Sarah Palin, Twitter sayfasından şu yorumda bulundu: “Bu, gereksiz bir provokasyondur; kalbe inen hançerdir.

Medyada ise, birçok Amerikalı’nın “düşmanın bu merkezi sembolik bir zafer olarak göreceği” endişesini taşıdığı yönünde haberler çıktı.

Tabii bu durumla en çok dalga geçen, yine The Daily Show'un sunucusu Jon Stewart oldu. Şovunda, "Cami yapmak için Ground Zero'dan kaç blok ara verilirse uygun olur?" diye sordu. Ardından ekrana ünlü TV şahsiyetlerinin yanıtları geldi: 5, 10, 15...

***

Ama bütün tepkiler arasında bir tanesi var ki, gelmiş geçmiş en büyük provokasyonlar tarihine geçecek türden...

Fox News’daki “Red Eye” programının sunucusu Greg Gutfeld, yapılacak caminin yanına bir gay barı açacağını duyurdu. Gece ve gündüz sürekli açık kalacak bu bar, sadece Batılı erkeklere değil, Müslüman gaylere de hizmet verecekmiş...

Gutfeld, blogunda şöyle yazıyor:

Müslüman yatırımcılar, Ground Zero'nun yanında cami yapma fikrinin, Müslümanlarla diğer inançlara mensup olanların ilişkilerini güçlendirme amacını taşıdığını söylüyor. Ben, bir Amerikalı olarak, onların cami yapma hakları olduğuna inanıyorum. Sonuçta arsayı alıp yasalara göre davranıyorlar. Onları kim durdurabilir ki? Benim de, toplumsal yakınlık sağlamak için aynı şekilde davranmaya karar vermemin nedeni bu. Bildiğiniz gibi, Müslümanlık eşcinselliğe hoş bakmıyor. İslam dünyasındaki eşcinsel düşmanlığını azaltmak amacıyla barı açıyorum.

***

Ortalık bu kadar hassas bir konuda böyle karışınca, bir politikacı ne yapar? Bazıları Sarah Palin gibi bu durumdan faydalanmak için kışkırtıcı açıklamalarla ateşin üzerine benzin döker.

Bazısı da, ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik) gibi, “Bu haklarla değil, neyin hakça olduğuyla ilgili” diyerek tartışmayı kızıştırır.

Kimisi de Obama gibi önce “Müslümanlar da, bu ülkede yaşayan herkes gibi, dinlerini özgürce yaşama hakkına sahiptir" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışır; sonra da tepkiler üzerine, "Yer seçiminin doğru olduğunu söylemedim" der.

***

11 Eylül’ü New York’ta bizzat yaşamış biri olarak halkın o olayla ilgili duygularını çok iyi biliyorum. Hangi ülkenin vatandaşı olduğunuz önemli değil; insanlıktan nasibini almış herkes, o vahşeti nefretle kınar. Aradan geçen zamana karşın, Amerikan halkının bu konuda hâlâ çok hassas olması da doğal...

Ancak hatalı olan şu: 11 Eylül saldırıları, Müslüman dünyayla Batı arasında savaş başlatmak için birilerince planlandı. Bu vahim saldırının suçu, topluca bir dine inananlara yüklenilemez...

Suçlu, bu katliamı gerçekleştirenlerdir. Suçlu fanatizmdir!

-

15 Ağustos 2010 Pazar

Ne istiyorlar kadınlardan?

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Ağustos 2010

***Amerika’nın Fox News kanalında “Fox and Friends” adlı programa konuk olan yazar Marc Rudov: “Barlarda kadınlara özel indirim yapılan ‘Ladies’ Night’ günahkarlıktır; çünkü erkek kadın flörtü yasal fahişeliktir!

***Van’ın Saray İlçesi’nde yaşayan Faruk Pilatin, geçen yıl dövüp kulağını kestiği eşini bu defa öldüresiye dövdü.

***Malezyalı üç kadın ülkede uygulanan İslami yasalara göre, evlilik öncesi seks nedeniyle kırbaç cezası aldı. Aynı ceza, bir başka Malezyalı kadına içki içtiği gerekçesiyle verildi.

***Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’nun “Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış Raporu”nun Direktörü Yrd. Doç Dr. Ayşen Candaş: “Türkiye’de bazı gruplar eşitsizliğin hem sosyoekonomik hem de ayrımcılık türlerinden payını sonuna kadar alıyor. Ve hangi konuya bakarsanız bakın, kadınların durumu korkunç...

***BM Türkiye Temsilciliği, Türkiye'de kadınların yüzde 42'sinin eşlerinden fiziksel ve cinsel şiddet gördüğünü bildirdi. Erkeklerin iş gücüne katılma oranı yüzde 70,5 iken, kadınlar için bu oran tahminen yüzde 26 olarak belirlendi ve bu rakamın, yüzde 52,6 olan küresel ortalamanın altında kaldığına işaret edildi.

***ABD'nin Boston Üniversitesi’nde akademik çalışmalarda bulunan Jenny White, “Türkiye, çok az insanın yüksek eğitim aldığı, tutuculuğun çok fazla olduğu bir ülke. Genelde bir kadının evlendiği zaman çalışmayı kesmesi ya da çalışmayı aklından bile geçirmemesi bekleniyor” dedi.

***Bangladeş’in Brahmanbaria bölgesinde tecavüze uğrayan 16 yaşındaki genç kız, hamile kaldığı gerekçesiyle 101 kırbaç cezasına çarptırıldı.

***Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanlığı yapan, “şeyhülislam seçilen”, üç eşli Ali Yüksel, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlığına atandı.

***T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sivil toplum örgütlerinin kadın temsilcileriyle yaptığı toplantıda “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” dedi.

***

Yukarda alıntıladığım haberler, 2010 yılına ait... Bu durumda, 21. yüzyılda insanoğlunun cinsiyet ayrımcılığını aşmakta başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz?

Kadın, çalışma hayatına katıldığından bu yana, Batı dünyasında Doğu’ya göre çok daha ileri bir konuma geldi. Tabii zaman zaman Fox News’daki gibi gelişmemiş beyinlerden çıkan sözlere de rastlanmıyor değil... Ancak karşılaştırma yapıldığında Doğu’nun geri kalmışlığı çok çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor.

Bunun ekonomik, sosyal, kültürel nedenlerinin yanında dini nedenleri de var.

Yobazların kendince yorumlayıp bambaşka nitelikler kazandırdığı dinsel kurallar var...

İlerlemeye ve gelişime karşı duran kafalar var...

Kadını eve hapsedip köle gibi kullanmak isteyenler var...

Kadının bedenini metalaştırıp aklını küçümseyenler var...

Erkek egemen toplumun ilkelliğinden nemalananlar var...

Kadını küşümsemekle kendini yücelttiğini sananlar var...

***

Peki, bunların olduğu yerde eşitlik olur mu?

Kadının halinin içler acısı olduğu bir toplumda hâlâ çıkıp cinsiyet ayrımcılığı yapma aymazlığını gösterenlere sormak istiyorum; ne istiyorsunuz kadınlardan?!

Dövülüyor, horlanıyor, tecavüz ediliyor, katlediliyor, yok sayılıyor ve özgürlükleri ellerinden alınıyor! Daha fazla ne istiyorsunuz?

Bunca yıldır süren bu haksızlıklara karşı yılmayıp mücadeleye devam etmeleri mi korkutuyor sizi?

Birden herkesin kadın-erkek eşitliğine inanacağından mı çekiniyorsunuz ki, durmadan “eşitlik yoktur” görüşünü işliyorsunuz?

Neden eşitlik düşüncesi sizi bu kadar korkutuyor?

Ne istiyorsunuz kadınlardan?!

-

8 Ağustos 2010 Pazar

Geleceği Düşlemek

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 8 Ağustos 2010

Ne yazık ki, gelecek artık eskiden olduğu gibi değil.”

Bu cümlede mantıksal bir hata olduğunu düşünebilirsiniz ama yok. İngilizcesi “Sadly, The Future Is No Longer What It Was”... James Leyland Kirby adlı müzisyenin bir albümünün adı bu.

Geçenlerde hüznü sarsıcı bir güzellikte anlatan bu albümü dinlerken birçok konuda düşünür buldum kendimi. Bu ülkenin geleceğine ilişkin hayallerim geldi aklıma.

Hep denir ya; “Türkiye, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diye...

Hep söylenir ama gerçekte bir türlü ulaşılamayan bir hedeftir o bizim için. Ne demokrasimiz tamdır; ne de laik ve sosyal hukuk devletimiz...

Jose Saramago’nun dediği gibi, demokratik bir sistemle yönetilmeyiz biz. Halkın belli aralıklarla oy verişi demokrasi diye yutturulur; bir aldatmacadır bizimkisi. Siyasetçilerin, ağaların, büyük sermaye sahiplerinin elindedir her şey...

Biliriz böyle olduğunu ama yaşadığımız topraklarda bir gün ekonomik paylaşımda ve adaletin sağlanmasında daha hakça bir düzenin hüküm süreceğini düşlemekten de vazgeçmeyiz.

Alınteriyle yaşamını kazanan dar gelirlinin itilip kakılmayacağı, insanca bir hayatın toplumun geneline yayılacağı bir düzenin özlemini çekeriz. Darbeler olmasın, polis hakkını arayan işçiyi, memuru dövmesin isteriz.

Etnik siyasetin prim yapmadığı, başbakanların kadın-erkek eşitliğine inandığı, insanların din, dil, etnik köken, cinsiyet ve cinsel tercihleri nedeniyle ayrımcılığa maruz kalmadığı bir ülkenin düşünü kurarız.

Aslında bütün insanların benzer hayalleri vardır. Gelişmiş ülkelerin bizdeki bu sorunların çoğunu hallettiği söylenebilir. Ama kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde sömürü devam ettiğinden, oralarda da benzer düşleri paylaşır insanlar...

***

İnsanoğlunun karşılaştığı ekonomik ve sosyal sorunların temel kaynağı adaletsizlik...

Gelir dağılımında adaletsizlik...

Hukukta adaletsizlik...

Toplumsal rollerde adaletsizlik...

Fırsat eşitliğinde adaletsizlik...

Peki toplumda adaleti sağlayacak güç ne? Yargı...

Yargı gücünü nasıl kullanır? Hukuk kuralları aracılığıyla.

Bu gücü kullananların bağımsız olmadığı, tarafsızlığını yitirdiği bir ülkede adalet sağlanabilir mi? Hayır...

Bugünkü iktidar ve yandaşları, bu en basit mantığı bile anlamamış gözüküyor. 12 Eylül’de yapılmak istenen anayasa değişikliği, esasen bu ülkede iktidarın, yüksek yargı organlarının elini kolunu tutup kendine bağlama operasyonudur.

Bunu görmek için değişiklik metnini dikkatle okumak yeterli. Ancak iktidar, halkın en azından önemli bir kısmının, dikkatle okumayı bırakın, metne göz bile atmayacağını hesaplıyor. Birkaç maddeyle göz boyamaya çalışmalarının, ağlayıp duygu sömürüsü yapmalarının nedeni de bu.

***

Gelecekle ilgili düşlerden yola çıkıp referanduma varmamın bir nedeni var. Çünkü iktidarın oyununa gelip 12 Eylül’de “Evet” oyu vermek, gelecekle ilgili düşlerimize ihanettir...

Elbette bugünkü anayasa değiştirilmeli ve toplumun geniş kesimlerinin onayı ile tam anlamıyla demokratik bir anayasa yapılmalıdır.

Ancak şu anda yapılmak istenen bu değil. Yargı organları iktidarın emir eri konumuna getirilirse, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti katledilmiş demektir!

Oysa ben gelecekle ilgili düşlerimi yaşatmak ve onların bir gün gerçekleşebileceğine dair ümidimi korumak istiyorum.

Burada Rus yazar Pisarev’in Lenin’in “What Is to Be Done?” (Ne Yapmalı?) adlı eserinde de geçen bir sözünü yinelemekte fayda var:

Hayallerle gerçek arasında bir bağlantı varsa, o zaman her şey yolundadır.

Bu nedenle, 12 Eylül'ün özünü koruyan bu anayasa paketine “Hayır” diyorum!

-

1 Ağustos 2010 Pazar

WikiLeaks Olayı 2

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Ağustos 2010

Nisan ayında “Wikileaks Olayı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugün ikincisini yazıyorum. Çünkü geçen pazar, dünya tarihinin en büyük askeri belge sızdırma olayı meydana geldi.

Olayı gerçekleştiren, New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Jay Rosen'in "ilk devletsiz haber örgütü" dediği WikiLeaks.

WikiLeaks, bu defa belgeleri “The Afgan War Diary” adı altında kendi sitesinde yayımlamadan önce, Amerika’da The New York Times’a, Almanya’da Der Spiegel’e ve İngiltere’de The Guardian’a vermiş. Anlaşılan, Afganistan’da süren savaştan en çok etkilenen üç ülkenin halkını harekete geçirmek istemiş.

Bu etkin yayın organları, geçen pazar akşamı belgeleri “Breaking News” anonsuyla duyurunca ortalık birbirine girdi.

Çünkü sızan belgeler, 2004-Aralık 2009 arasında Afganistan’da Amerikan güçlerinin çok sayıda sivili katlettiğini ve kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini ortaya koyuyor.

WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın söylediği gibi, yayımlanan 92 bin gizli belge, şimdiye kadar, devam eden bir savaş hakkında ortaya çıkarılan en kapsamlı dosyayı oluşturuyor. Bunu Vietnam Savaşı sırasında 1971’de Daniel Ellsberg’in sızdırdığı belgelerle karşılaştıranlar var.

Ancak yaklaşık 10 bin sayfa olan o belgeler, 1968 yılına kadar gelen olayları kapsıyordu ve The New York Times tarafından yayımlandığında aradan üç yıl geçmişti. Yine de Amerikan halkının savaş konusunda nasıl aldatıldığını görmesini sağlamıştı.

WikiLeaks'in 200 bin sayfayı bulan belgeleri ise, Afganistan savaşıyla ilgili sarsıcı bilinmeyenleri açığa çıkarıyor. ABD ve NATO güçlerince rapor edilen 20 bin ölümün nasıl gerçekleştiğini, açıklanandan çok daha fazla sivilin öldürüldüğünü gösteriyor.

Örneğin, ABD'nin bir resmi raporunda, 2008’de Azizabad köyünde bir Taliban komutanının hedeflendiği operasyonda, 30 direnişçinin öldüğü bildirilmiş. Oysa gerçekte 60’ı çocuk ve kadın toplam 90 kişi ölmüş. Bunun gibi birçok ayrıntı var belgelerde. Bizzat cephede savaşan askerlerin telsizle verdiği istihbaratlar bunlar...

Şimdi Amerikan hükümeti, bu durumdan en az zararla sıyrılma arayışında. Bir yandan bu olayı ulusal güvenliği tehlikeye atacağı gerekçesiyle kınıyor, bir yandan da belgelerin Obama’nın Afganistan’daki asker sayısını artırma kararından önceki dönemi kapsadığını söylüyor.

Bir şekilde tepkiyi azaltmaya çalışıyorlar ama ben bunun çok kolay olacağını sanmıyorum...

Gizli belgelerin ortaya koyduğu bir diğer gerçekse, NATO’nun Pakistan ve İran’ın Taliban güçlerine destek verdiği yönündeki şüphesi...

Tabii Pakistan, bu iddiayı hemen yalanladı. Amerikan hükümeti de, “Pakistan doğru yolda ama içinde yer alan bazı unsurlar tehdit oluşturmaya devam ediyor” dedi.

Yeri gelmişken belirtmek gerek; WikiLeaks’in çalışmalarını, bizde Taraf’ın yayınlarıyla karşılaştırmaya çalışanlar var. Bu geçerli bir görüş değil. Çünkü WikiLeaks belgelerinin doğruluğu tartışılmıyor.

Bu kuruluş, kendisine ulaştırılan belgelerin kaynağını bilmese de, onların gerçek olduğundan emin olmak için yayımlamadan önce uzun bir inceleme yapıyor.

Bu olayda da, The New York Times, Der Spiegel ve The Guardian, aynı özeni gösterip belgeleri bir ay süreyle ayrıntısıyla kontrol ettikten sonra yayımlama kararı almışlar.

Ellsberg’in sızdırdığı “The Pentagon Papers”, Amerika’da Vietnam Savaşı’na karşı ayaklanmayı hızlandırmıştı. Bakalım WikiLeaks belgeleri Afganistan Savaşı’na nasıl etki edecek?

Senato Dış İlişkiler Komitesi Bşk. John Kerry, şimdiden ABD'nin Pakistan ve Afganistan politikalarına dair ciddi soruların gündeme geldiğini söyledi bile...

-

25 Temmuz 2010 Pazar

Kitapsız kütüphane...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 25 Temmuz 2010

Kütüphanelere ayrı bir tutkum vardır benim. İlk kez gittiğim her yeni kentte önce orayı ziyaret ederim. Kentleri sahip oldukları kütüphanelere göre değerlendiririm bir bakıma...

Güzel bir binası olan, geniş bir koleksiyona sahip bir kütüphane bulursam, o kentin benim için değeri artar. Kitaplara olan gönüllü bağımlılığın yanı sıra, kütüphanelerin sessizliğine de düşkünüm.

Sokağın kargaşasından kurtulmanın en iyi yollarından biridir bir kütüphaneye dalmak. Saatler geçer ama adeta zaman durur o mekanlarda...

Hiç tanımadığım insanlarla aynı mekanı paylaşmak, neden hiçbir yerde olmadığı kadar kütüphanelerde mutlu eder beni?

Yanıtı bellidir aslında; okuma, araştırma, keşfetme ve öğrenme eylemlerinin sağladığı tatmin duygusunun erişilmezliğidir hissedilen...

Bütün bunları yazmamın nedeni, kütüphanelerin benim için kutsal bir nitelik taşıdığını vurgulamak. Çünkü buna bağlı olarak aklımı meşgul eden soruları paylaşacağım sizlerle.

***

Geçen gün gözüme bir haber ilişti. Stanford Üniversitesi’nin ağustos ayında açılacak yeni mühendislik kütüphanesinde, eskiye oranla yüzde 85 oranında daha az kitap bulunacakmış.

Yani raflarda 60 bin kitap yerine artık 10 bin kitap yer alacakmış. Üniversitenin kütüphanecileri de, bunu “kitapsız gelecek” için büyük bir adım olarak sevinçle karşılamış...

Stanford’da bu yönde karar alınmasının nedeni, kayıtlara göre, öğrencilerin eskiye göre kütüphaneden çok daha az sayıda kitap alıyor olması. Ama bu demek değil ki, daha az kitap okunuyor. Kitapları basılı olarak değil dijital versiyonlarından okuyorlar...

Kütüphaneden onca kitap çıkınca binada geniş bir alan açılmış. Kütüphaneciler, böylece sadece kitaplarla uğraşmak yerine çeşitli atölye çalışmaları yapacakları için heyecanlıymış...

***

Benim gibi ağzına kadar kitapla dolu temiz ve serin bir kütüphaneyi bu dünyadaki en güzel mekan olarak gören birisi için sarsıcı bir haber bu. Çünkü “kitapsız gelecek” düşüncesinin sadece Standford’la sınırlı kalmayacağını biliyorum. Teknolojinin yönlendirdiği gidişat bu yönde...

Bu durumda kendime şunları sordum:

Raflarında az kitap olan bir kütüphaneye girince aynı heyecanı duyacak mıyım?

Benim için kütüphaneyi kutsal kılan okuma, araştırma, keşfetme ve öğrenmenin sağladığı tatmin duygusu değil mi?

Öyleyse aynı eylemleri farklı bir şekilde yaparsam aynı tatmini alabilir miyim?

Benzer sorular, Kindle, Eee-Reader gibi elektronik kitap okuyucuları çıktığından bu yana da aklımıza geliyor. Ama o tür aletleri alıp almamak sonuçta kişisel bir tercih.

Oysa işin kütüphane boyutu, kendi isteğim dışında oluşabilecek ve durdurmak için herhangi bir önlem alamayacağım bir gelişme.

Geleceğin kütüphaneleri, sadece bilgisayarlar ve e-kitap okuyucularını barındıran binalara dönüşecek mi? Öyle olursa, neden evimdeki bilgisayardan ya da şahsıma ait Kindle’dan okumak varken kütüphaneye gideyim?

Bana kalırsa, “kitapsız gelecek” düşüncesini en son savunacak insanlar kütüphaneciler olmalı. O nedenle, Stanford kütüphanecilerinin bu gelişmeden heyecan duyması beni fena halde şaşırttı. Kendi ayağına kurşun sıkmak bu olsa gerek...

Diyebilirsiniz ki, “Teknolojiye direnilmez; en iyisi bir an önce uyum sağlayıp yeni kullanım amaçları üzerine kafa yormak.”

Yoralım tabii ama ben yine de ağzına kadar kitapla dolu kütüphanelerin kokusunu, görüntüsünü duyumsamak istiyorum. Tutku işte; boş raflarla tatmin olmuyor...

Çok zengin olsam, açarım bir tane kapatmam var olduğum sürece. Bu olanağım olmadığına göre, en iyisi devam evi kütüphaneye çevirmeye...

-

18 Temmuz 2010 Pazar

Bina48 ve İnsan Sıcağı

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Temmuz 2010

Başlıktaki isim bir robota ait. Bilim dünyasını takip edenler büyük olasılıkla tanıyorlardır onu. Ben, konuya yabancı olanlar için Bina48’i tanıtayım.

Humanoid ya da android denilen insanımsı robotlardan birisi bu. Amerikalı avukat, yazar ve milyoner girişimci Martine Rothblatt’ın isteği üzerine Hanson Robotics’in sahibi David Hanson tarafından yaratılmış. Kauçuktan yapılma bir kafası ve sadece göğüs kısmına kadar gelen bir bedeni var...

Görüntüsünün kaynağı, adı Bina Aspen olan Afrika asıllı Amerikalı bir kadın. 56 yaşındaki Martine Rothblatt, cinsiyet değiştirip kadın olmadan olmadan önce Bina ile evlenip dört çocuk sahibi olmuş. Hayatını paylaştığı insana benzeyen bir robot yaptırmak için de geçen mart ayında Hanson Robotics’e 125 bin dolar ödemiş.

Martine ve Bina ikilisinin öyküsü oldukça ilginç; ama benim bugün üzerinde durmak istediğim konu, 21. yüzyılda giderek yalnızlaşan insanın çaresizliği...

***



Aslında bu konu üzerinde kafa yormama üç ayrı etken neden oldu. İlk olarak, The New York Times’da Bina48 ile yapılmış bir röportaj okudum.

Muhabir Amy Harmon, Rothblatt’ların Vermont’taki Viktoria tarzı evine gidip Bina48 ile konuşmuş. Oturmuş robotun karşısına ve sohbet eder gibi sorular sormuş.

Gazetenin internet sitesinde bu röportajın bir bölümü video olarak da yayınlandı. Bedeninin alt kısmının olmadığını unutup, başının arkasındaki kabloları önemsemezseniz, hayret verici derecede gelişmiş bir robot Bina48.

Bazen sorulara çok mantıklı yanıtlar veremese de, bunu fark edip, “Özür dilerim, bugün yazılım sistemim biraz karışık” diyor. Eğer sizi tanıyabilir hale gelirse, adınızla hitap edip gözünüzün içine bakıyor...

***

İkinci olarak, yapay zeka üzerine düşündüğüm bir sırada, İstanbul Caz Festivali için ülkemize gelen Imogen Heap ile röportaj yaptım. Teknolojiyi çok etkin bir şekilde kullanıp folk ile elektronik müziği birleştiren bir sanatçı kendisi. Doğal olarak ona da müzik ve teknoloji hakkında sorular yönelttim.

Bilgisayar hâlâ en iyi arkadaşınız mı?” diye sorduğumda “Evet” yanıtını aldım...

Bilgisayarların insanların düşüncesini tam olarak algılayıp karşılık vermesini isterdim” dedi söyleşinin bir yerinde.

Her ne kadar bilgisayarlar, umutsuz bir şekilde insana göre az gelişmiş olsa da, insanla daha uyumlu çalışacağı günlerin çok da uzak olmadığını düşünüyor Imogen Heap.

***

Bu röportajdan sonra Amerika’da Oxygen Media tarafından yapılan bir araştırma haberini okudum. Sonuçlara göre, katılımcıların % 40’ı Facebook bağımlısı olduğunu itiraf ediyor, % 34’ü sabah tuvalete bile gitmeden önce yaptıkları ilk işin Facebook hesaplarını kontrol etmek olduğunu söylüyor.

Erkeklerin % 65’i, kadınların % 50’si Facebook’ta tanıştıkları insanlarla duygusal ilişki kurabileceklerini belirtiyor. İnternet üzerinde tanışıp ayrılmanın oldukça popüler olduğu görülüyor...

***

Bütün bunlar art arda gelince, insanoğlunun kendi yarattığı teknoloji ile olan ilişkisini düşündüm.

Yanlış anlaşılmasın; ben teknolojik gelişmeleri çok heyecan verici buluyorum. Doğru kullanıldığında zaman tasarrufu sağlayıp hayatımıza büyük kolaylık getiren müthiş bir araç olarak görüyorum teknolojiyi. Çok da yakından izliyorum bu alanda olup bitenleri...

David Hanson, yapay zeka geliştirme yöntemleriyle robotların duygusal tepki vermesinin sağlanacağını ve insana arkadaş olabileceğini söylüyor.

Doğrusu zaman zaman bu dünyadaki duyarsızlıklardan, ikiyüzlülüklerden bunalıp, “Keşke elektrikli koyun düşleyecek bir android arkadaşım olsaydı” diye düşünmüyorum değil...

Ne var ki, insan sıcağının yerini hiçbir şeyin tutacağına da inanmıyorum...

-