© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 11 Temmuz 2010
Dünya medyasına yansıyan bilgilere göre, Afganistan’daki Amerikan birliklerinin komutanı Org. Stanley McChrystal’ın görevden alınmasına, Rolling Stone dergisinde çıkan bir yazı neden oldu.
“The Runaway General” başlıklı o uzun makalenin tümünü okudum. McChrystal’ın Obama yönetiminin önde gelen isimleriyle dalga geçen sözleri elbette hoş karşılanmadı. Obama da bekleneni yaptı ve komutanı istifa ettirip yerine onun amiri konumundaki çuvalcı general Petraeus’u getirdi.
Bu olayın arka planı, Amerika’nın Afganistan stratejisine ilişkin ipuçları veriyor.
1-Uzun dönemli kontrgerilla yöntemlerini savunan McChrystal’ın görevden alınması, bazılarınca Amerika'nın Afganistan'dan çekilmesinin önündeki önemli bir engelin kalkması olarak yorumlansa da, bu doğru değil. Çünkü onun görevini üstlenen Petraeus, kontrgerilla harekatının en ateşli savunucularından birisi.
2-Serbest gazetecilik yapan Michael Hastings’in kaleme aldığı yazı her ne kadar Obama yönetimini kızdırmış olsa da, McChrystal’ın yalnızca o yazı nedeniyle görevden alındığına inanmak zor.
Kanımca Obama yönetimi, bir süredir uygulamayı düşündüğü bu tasarruf için o yazıyı kullandı. Beyaz Saray’ın o kadar önemli bir görevde bulunan bir komutanın düşüncelerini onca zaman bilmemesi, duymaması olanaksız.
3-McChrystal’ın görevden alınmasına asıl neden, Amerika’da gelecek yıl yapılacak ara seçimlerden önce iç politikadaki hesaplar. Demokratlar, artık kendileri için ciddi bir dezavantaja dönüşen Afganistan savaşı konusunda tepkiyi azaltmaya çalışıyor.
Obama, “Afganistan’dan 2011’de çekileceğiz” noktasından, geçen yıl McChrystal’ın isteğiyle asker sayısını 100 bine çıkarma noktasına geldi. Artık Amerika’da ne askerler ne de siviller, bu savaşın kazanılabileceğine inanıyor...
Son Rasmussen Reports araştırmasına göre, Amerikan halkının yüzde 48’i artık bu savaşın kazanılmasından çok sona erdirilmesinin önemli olduğunu düşünüyor. 9 yıldır devam eden ve böylece Amerikan tarihindeki en uzun savaş haline gelen Afganistan savaşının, Obama’nın Vietnam’ı olacağını öngörenler hiç de az değil...
Obama, McChrystal’ı görevden alarak, içinden çıkılmaz bir bataklığa dönüşen savaşa karşı tepkiyi bir süreliğine de olsa bir komutana yönlendirmiş oldu. Genellikle kendisini eleştiren muhafazakar yazarların bile, bu olaydaki kararlı tavrı nedeniyle Obama’ya alkış tutması bunun bir göstergesi.
4-McChrystal’ın Amerika’da hoşnutsuzluk yaratmasının temel nedenlerinden birisi, Afgan sivillerin ölü sayısını azaltmak amacıyla Amerikan askerlerine getirdiği sınırlamalardı. Ateş edilmedikçe karşı tarafa ateş açmamak ya da çevrede siviller varsa bomba atmamak vb. Petraeus’un şimdiden bu sınırlamalarda gevşeme yaratıp çatışmaları daha da şiddetlendirdiği söyleniyor.
5-Geçenlerde The New York Times’ın kapak sayfasında, Afganistan’da çok geniş maden yatakları keşfedildiğine, hatta Pentagon’un raporlarına göre, petrole atıf yapılarak, ülkenin “lityumun Suudi Arabistan’ı” olacağına dair bir haber çıktı.
Laptop ve cep telefonu pillerinin temel elementi olan lityumun önemini anlatan uzun makalenin zamanlaması da garipti. Çünkü Afganistan’da maden yatakları bulunduğuna ilişkin haberler birkaç yıl önce basına yansımıştı.
Şimdi tekrar böyle bir haberi manşetlere çıkarmanın tek bir nedeni olabilir. Savaş karşısında sesini yükseltenlere, “Bakın biz Afganistan’da bir hiç uğruna savaşmıyoruz, orda büyük zenginlikler var” diyorlar...
Sonuçta şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Obama’nın 2011’de Afganistan’dan asker çekmeye başlayacaklarına ilişkin vaadi gerçekleşmeyecek ve daha çok kan akacak...
-
11 Temmuz 2010 Pazar
5 Temmuz 2010 Pazartesi
Clapper kim?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Temmuz 2010
Amerika’da bir süre önce önemli bir görev değişikliği oldu. Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis Blair, 16 aydır sürdürdüğü görevinden istifa etti; Obama, onun yerine James R. Clapper Jr.'ı atadı. Bu haber, Türk basınına yansıdıysa da, bu değişikliğin arkasındaki gariplik irdelenmedi.
Emekli amiral Blair, 11 Eylül terör saldırılarından sonra ülkedeki 16 istihbarat kurumunun eşgüdümünü sağlamak üzere kurulan Ulusal İstihbarat Teşkilatında başkanlığa getirilen üçüncü kişi. Bu göreve Ocak 2009’da Obama tarafından seçilmişti ve şu ana kadar bu yönetimde istifasını veren en üst düzey görevli oldu.
Blair, atanmasının üzerinden çok kısa bir süre sonra CIA Direktörü Leon Panetta ile görüş ayrılığına düştü. İstihbarat için sadece CIA görevlilerine bağlı kalmaktansa, kendi görevlendirdiği ajanları kullanmayı amaçlıyordu.
Bu duruma tepki gösteren Panetta, amiri konumundaki Blair’in direktifini görmezden geldi. Sonuçta, bu tartışmada Beyaz Saray tarafından destek bulamayan Blair’in otoritesi sarsıldı.
Noel öncesi Northwest havayolları uçağının bombalanma girişiminden sonra da, güvenlik açıkları nedeniyle ağır şekilde eleştirildi. Teksas’taki Fort Hood askeri üssünde 13 askerin vurularak öldürüldüğü saldırı ve Times Square’deki bomba paniği de üzerine gelince, Obama yönetiminin güvenini kaybetti.
Medyadaki haberlere göre, Blair’in istifasını isteyen bizzat ABD Başkanı'ydı...
***
Blair’in istifasından sonra Obama, bu görev için emekli general James Clapper'ı seçti. Ulusal istihbaratla ilgili böyle üst düzey bir görev için sivil yerine yine asker kökenli birinin düşünülmüş olması eleştiri konusu...
Ancak Clapper’ın atanmasını garip kılan daha ilginç özellikleri var. Kendisi, Bush döneminde 2001-2006 arasında Ulusal Jeo-Uzaysal İstihbarat Ajansı Direktörü’ydü. 2003 yılında, Amerikan yönetimini Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna inandıran kişilerden biriydi...
Clapper, o dönemde yaptığı bir açıklamada, elde ettikleri belgelerin, Irak’tan Suriye’ye yoğun bir trafik olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. Ona göre, Irak, kitle imha silahlarıyla ilgili bütün materyalleri, Amerikan işgalinin hemen öncesinde Suriye’ye göndermişti...
Clapper’ın “kişisel yorumum” diyerek açıkladığı bu görüş, o dönemde Amerika’da neoconların arayıp da bulamadığı şeydi. Bush’un Başdanışmanı Karl Rove, bu yıl çıkan “Courage and Consequence” adlı kitabında, hâlâ bu görüşü savaşa haklılık kazandırma gerekçesi olarak kullanıyor...
***
Bir devlette üst düzey bir yöneticinin bir olay karşısında kendi yorumunu açıklaması normal olabilir. Bu yorumda dile getirilen görüşlerin yanlış olmasına da sıklıkla rastlanabilir. Yanlışlık ortaya çıktığında, o görevli hatasını kabul edip özür dileyebilir ya da gerekli görülürse gorevden alınabilir.
Ama bu kişi eğer ulusal istihbarat kurumlarının en tepesindeyse, yani en önemli işi doğru istihbarat almaksa, kamuoyuna yanlış bilgi vermesi kabul edilebilir mi? Üstelik o bilgi, 1 milyon insanın ölümüne yol açan kanlı bir savaşın gerekçelerinden biri olmuşsa, yapılan hata unutulabilir mi?
Ülke içindeki olaylarda görülen istihbarat açıkları yüzünden Blair’i yetersiz bulan ABD Başkanı, Irak'taki yanlış istihbaratın sorumlusundan övgüyle söz ediyor.
Obama'nın, Bush yönetiminin Irak'ta işlenen suçlar nedeniyle yargılanmasına yanaşmadığını biliyoruz. Ama anlaşılan, artık yargılamayı bırakın, onları ödüllendirmeye bile başlamış...
Yalanlara dayanarak Irak'ı işgal eden ve onca insanın ölümüne neden olan Bush yönetiminden kimse hesap vermeyecek mi? Başkalarına "geçmişinizle yüzleşin" diyen ABD Başkanı, kendi ülkesinin geçmişiyle yüzleşmeyecek mi?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Temmuz 2010
Amerika’da bir süre önce önemli bir görev değişikliği oldu. Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis Blair, 16 aydır sürdürdüğü görevinden istifa etti; Obama, onun yerine James R. Clapper Jr.'ı atadı. Bu haber, Türk basınına yansıdıysa da, bu değişikliğin arkasındaki gariplik irdelenmedi.
Emekli amiral Blair, 11 Eylül terör saldırılarından sonra ülkedeki 16 istihbarat kurumunun eşgüdümünü sağlamak üzere kurulan Ulusal İstihbarat Teşkilatında başkanlığa getirilen üçüncü kişi. Bu göreve Ocak 2009’da Obama tarafından seçilmişti ve şu ana kadar bu yönetimde istifasını veren en üst düzey görevli oldu.
Blair, atanmasının üzerinden çok kısa bir süre sonra CIA Direktörü Leon Panetta ile görüş ayrılığına düştü. İstihbarat için sadece CIA görevlilerine bağlı kalmaktansa, kendi görevlendirdiği ajanları kullanmayı amaçlıyordu.
Bu duruma tepki gösteren Panetta, amiri konumundaki Blair’in direktifini görmezden geldi. Sonuçta, bu tartışmada Beyaz Saray tarafından destek bulamayan Blair’in otoritesi sarsıldı.
Noel öncesi Northwest havayolları uçağının bombalanma girişiminden sonra da, güvenlik açıkları nedeniyle ağır şekilde eleştirildi. Teksas’taki Fort Hood askeri üssünde 13 askerin vurularak öldürüldüğü saldırı ve Times Square’deki bomba paniği de üzerine gelince, Obama yönetiminin güvenini kaybetti.
Medyadaki haberlere göre, Blair’in istifasını isteyen bizzat ABD Başkanı'ydı...
***
Blair’in istifasından sonra Obama, bu görev için emekli general James Clapper'ı seçti. Ulusal istihbaratla ilgili böyle üst düzey bir görev için sivil yerine yine asker kökenli birinin düşünülmüş olması eleştiri konusu...
Ancak Clapper’ın atanmasını garip kılan daha ilginç özellikleri var. Kendisi, Bush döneminde 2001-2006 arasında Ulusal Jeo-Uzaysal İstihbarat Ajansı Direktörü’ydü. 2003 yılında, Amerikan yönetimini Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna inandıran kişilerden biriydi...
Clapper, o dönemde yaptığı bir açıklamada, elde ettikleri belgelerin, Irak’tan Suriye’ye yoğun bir trafik olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. Ona göre, Irak, kitle imha silahlarıyla ilgili bütün materyalleri, Amerikan işgalinin hemen öncesinde Suriye’ye göndermişti...
Clapper’ın “kişisel yorumum” diyerek açıkladığı bu görüş, o dönemde Amerika’da neoconların arayıp da bulamadığı şeydi. Bush’un Başdanışmanı Karl Rove, bu yıl çıkan “Courage and Consequence” adlı kitabında, hâlâ bu görüşü savaşa haklılık kazandırma gerekçesi olarak kullanıyor...
***
Bir devlette üst düzey bir yöneticinin bir olay karşısında kendi yorumunu açıklaması normal olabilir. Bu yorumda dile getirilen görüşlerin yanlış olmasına da sıklıkla rastlanabilir. Yanlışlık ortaya çıktığında, o görevli hatasını kabul edip özür dileyebilir ya da gerekli görülürse gorevden alınabilir.
Ama bu kişi eğer ulusal istihbarat kurumlarının en tepesindeyse, yani en önemli işi doğru istihbarat almaksa, kamuoyuna yanlış bilgi vermesi kabul edilebilir mi? Üstelik o bilgi, 1 milyon insanın ölümüne yol açan kanlı bir savaşın gerekçelerinden biri olmuşsa, yapılan hata unutulabilir mi?
Ülke içindeki olaylarda görülen istihbarat açıkları yüzünden Blair’i yetersiz bulan ABD Başkanı, Irak'taki yanlış istihbaratın sorumlusundan övgüyle söz ediyor.
Obama'nın, Bush yönetiminin Irak'ta işlenen suçlar nedeniyle yargılanmasına yanaşmadığını biliyoruz. Ama anlaşılan, artık yargılamayı bırakın, onları ödüllendirmeye bile başlamış...
Yalanlara dayanarak Irak'ı işgal eden ve onca insanın ölümüne neden olan Bush yönetiminden kimse hesap vermeyecek mi? Başkalarına "geçmişinizle yüzleşin" diyen ABD Başkanı, kendi ülkesinin geçmişiyle yüzleşmeyecek mi?
-
Etiketler:
11 Eylül,
Amerika,
Barack Obama,
CIA,
Dennis Blair,
George W. Bush,
Irak,
James Clapper,
Karl Rove,
Leon Panetta,
Suriye
27 Haziran 2010 Pazar
“Pencere” Tarihin Belgesidir
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Haziran 2010
Pazartesi günü öğlen saatlerinde telefonum çaldı. Ankara’dan babam arıyordu. Çok üzgün bir sesle “Başımız sağ olsun” dedi; İlhan Selçuk’un ölüm haberini ondan aldım...
Konuşamadım, susup kaldım bir süre. Uzun zamandır sağlığının kötü olduğunu bilmeme karşın ölümü hiç yakıştıramadığım, yakıştırmak istemediğim insanlardan biriydi İlhan Bey...
Kendisini en son aylar önce hastanede ziyaret ettiğimde konuşmakta güçlük çekiyordu. Ama o haldeyken bile çevresine aydınlık yaymaya devam ediyordu...
İlhan Selçuk’la Cumhuriyet’te yazmaya başladığımdan bu yana birçok kez konuşma olanağı bulduğum için kendimi hep çok şanslı hissettim.
Gazetenin Cağaloğlu’ndaki eski binasında ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Yazdığım kitapları imzalayıp kendisine verdiğimde “Ooo bu yaşta kitaplar yazmışsın! Bizim o yaşta hiç kitabımız çıkmamıştı” demişti.
O belki genç yaşta birkaç kitap yazmış olmama şaşırmıştı; ama aslında farkında olmadan eğittiği milyonlarca gençten biriydim ben. Kitabın iç kapağını imzalarken bunu not düşmüştüm. Fakat ona bugüne kadar söyleyemediğim önemli bir şey kaldı...
Bana gazetecilik mesleğini seçtiren şey onun yazılarıydı... Çocuk yaştan beri evimize giren tek gazeteydi Cumhuriyet. Her sabah gazeteyi elime alır almaz ilk okuduğum köşeydi Pencere...
Hiç aksamadan bugüne kadar devam etti bu ritüel. Üniversitede gazetecilik okurken, her yazısından sonra “Bir gün ben de böyle yazabilir miyim acaba?” diyerek umutlandım.
Laik Cumhuriyet’in ilkelerinden sapmayan, her zaman demokrasi ve adaleti savunan, Atatürk’ün açtığı Aydınlanma yolundan dönmeyen bir vatandaş olma yolunda en önemli adımları onun yazılarıyla attım...
İlhan Selçuk, benim öğretmenimdi...
Kalemini satmayan gazeteci tarifi, benim için onun kimliğiyle hayat buldu; hep dik duran yazar tavrı onunla bütünleşti...
Yaklaşık bir yıl önce gazetedeki odasına çağırıp uzun bir konuşma yapmıştı benimle. Mesleğe, ülkeye ve dünyaya bakış açısını anlatmıştı. İlk gençlik dönemimden bu yana yazılı okuduğum düşünceleri onun sesinden canlı dinlemiştim.
Yazılarını kesip sakladığım, satırlarını tekrar tekrar okuduğum tek gazeteciydi o. Dili kullanma ustalığına, makalelerindeki yalın ama çarpıcı uslüba hayran olduğum köşe yazarıydı...
Benim için tam bağımsızlık idealinin, Türkiye’deki Aydınlanma hareketinin en büyük simgelerinden biriydi. Küresel kapitalizmin ezip geçtiği dünyada sosyalist hareketin öncü düşünürlerindendi.
Devrimci ve Atatürkçü kimliği ile basın ve düşün tarihimizin efsane bir aydınıydı...
Sanılmasın ki, geçmiş zaman kipiyle yazdığım bu satırlar onun savunduğu ideallerinin de sonunun habercisi...
Evet, İlhan Selçuk’u kaybettik, o artık hayatta değil; ancak onun idealleri sahipsiz kalmayacak...
İlhan Selçuk’un ölümünü hızlandıran sürece imza atanların vicdanı bugün rahat mıdır bilemem...
Ama herkes şunu bilmeli ki; Pencere’de yazılanlar tarihin belgesidir; ne yok olur, ne de unutulur...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Haziran 2010
Pazartesi günü öğlen saatlerinde telefonum çaldı. Ankara’dan babam arıyordu. Çok üzgün bir sesle “Başımız sağ olsun” dedi; İlhan Selçuk’un ölüm haberini ondan aldım...
Konuşamadım, susup kaldım bir süre. Uzun zamandır sağlığının kötü olduğunu bilmeme karşın ölümü hiç yakıştıramadığım, yakıştırmak istemediğim insanlardan biriydi İlhan Bey...
Kendisini en son aylar önce hastanede ziyaret ettiğimde konuşmakta güçlük çekiyordu. Ama o haldeyken bile çevresine aydınlık yaymaya devam ediyordu...
İlhan Selçuk’la Cumhuriyet’te yazmaya başladığımdan bu yana birçok kez konuşma olanağı bulduğum için kendimi hep çok şanslı hissettim.
Gazetenin Cağaloğlu’ndaki eski binasında ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Yazdığım kitapları imzalayıp kendisine verdiğimde “Ooo bu yaşta kitaplar yazmışsın! Bizim o yaşta hiç kitabımız çıkmamıştı” demişti.
O belki genç yaşta birkaç kitap yazmış olmama şaşırmıştı; ama aslında farkında olmadan eğittiği milyonlarca gençten biriydim ben. Kitabın iç kapağını imzalarken bunu not düşmüştüm. Fakat ona bugüne kadar söyleyemediğim önemli bir şey kaldı...
Bana gazetecilik mesleğini seçtiren şey onun yazılarıydı... Çocuk yaştan beri evimize giren tek gazeteydi Cumhuriyet. Her sabah gazeteyi elime alır almaz ilk okuduğum köşeydi Pencere...
Hiç aksamadan bugüne kadar devam etti bu ritüel. Üniversitede gazetecilik okurken, her yazısından sonra “Bir gün ben de böyle yazabilir miyim acaba?” diyerek umutlandım.
Laik Cumhuriyet’in ilkelerinden sapmayan, her zaman demokrasi ve adaleti savunan, Atatürk’ün açtığı Aydınlanma yolundan dönmeyen bir vatandaş olma yolunda en önemli adımları onun yazılarıyla attım...
İlhan Selçuk, benim öğretmenimdi...
Kalemini satmayan gazeteci tarifi, benim için onun kimliğiyle hayat buldu; hep dik duran yazar tavrı onunla bütünleşti...
Yaklaşık bir yıl önce gazetedeki odasına çağırıp uzun bir konuşma yapmıştı benimle. Mesleğe, ülkeye ve dünyaya bakış açısını anlatmıştı. İlk gençlik dönemimden bu yana yazılı okuduğum düşünceleri onun sesinden canlı dinlemiştim.
Yazılarını kesip sakladığım, satırlarını tekrar tekrar okuduğum tek gazeteciydi o. Dili kullanma ustalığına, makalelerindeki yalın ama çarpıcı uslüba hayran olduğum köşe yazarıydı...
Benim için tam bağımsızlık idealinin, Türkiye’deki Aydınlanma hareketinin en büyük simgelerinden biriydi. Küresel kapitalizmin ezip geçtiği dünyada sosyalist hareketin öncü düşünürlerindendi.
Devrimci ve Atatürkçü kimliği ile basın ve düşün tarihimizin efsane bir aydınıydı...
Sanılmasın ki, geçmiş zaman kipiyle yazdığım bu satırlar onun savunduğu ideallerinin de sonunun habercisi...
Evet, İlhan Selçuk’u kaybettik, o artık hayatta değil; ancak onun idealleri sahipsiz kalmayacak...
İlhan Selçuk’un ölümünü hızlandıran sürece imza atanların vicdanı bugün rahat mıdır bilemem...
Ama herkes şunu bilmeli ki; Pencere’de yazılanlar tarihin belgesidir; ne yok olur, ne de unutulur...
-
Etiketler:
Aydınlanma,
Cumhuriyet,
gazetecilik,
İlhan Selçuk,
kapitalizm,
laiklik,
Mustafa Kemal Atatürk,
sosyalizm
20 Haziran 2010 Pazar
Biden’ın barbekü partisi
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Haziran 2010
Bir Başkan Yardımcısı evinde gazetecilere havuz partisi verip samimi bir şekilde eğlenebilir mi?
Bir gazeteci böyle bir davete icabet eder mi?
Ederse, bu kadar samimiyetten sonra, hakkında yazılar yazıp programlar hazırladığı kaynağı ile ilgili tarafsızlığını koruyabilir mi?
Amerikan medyası, son günlerde yoğun bir şekilde bunu konuşuyor. Columbia Journalism Review de, internet sitesinde bu konuda bir tartışma başlattı.
Gazetecilik etiğine ilişkin bu önemli sorular, durduk yerde gündeme gelmedi. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, geçenlerde bir hafta sonunda evinde Washington gazetecilerine barbekü partisi verdi.
Katılanlar arasında, Obama’nın Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel, CNN’den Wolf Blitzer ve Ed Henry, CNN’in Beyaz Saray muhabiri Dan Lothian, The New York Times’dan David Sanger, The Atlantic yazarı ve CBS’in siyaset danışmanı Marc Ambinder, NBC’nin Beyaz Saray muhabiri Savannah Guthrie ve hepsinin aileleri var.
Yani çoluk çocuk, ailece yenilmiş içilmiş. Hatta onunla da kalmamış, su tabancasıyla oyunlar oynanmış.
Ed Henry bu gelişmeleri Twitter’dan şöyle duyurmuş: “Jill Biden beni vurmaya çalışıyor. Küçük bir kız Başkan Yardımcısı’nın yüzüne su sıktı. Ama gizli Servis tarafından henüz tutuklanmadı.”
Olanlar videolarla, fotoğraflarla da belgelenmiş. Bunların bir kısmı internette yayımlandı.
En çarpıcı olanıysa, Ed Henry’nin Twitter’da yazdığı şu satırlar: “Wolf Blitzer, Rahm’la girdiği su savaşını kaybetti. Belki de Başkan’la röportaj ayarlamak amacıyla Rahm’a yağ çekmek için kaybetmiştir...”
***
Gazeteci ve siyasetçi ilişkisi, her iki meslek içinde de çok hassas bir konu. Gazeteci, haber yapabilmek için bir kaynak olarak siyasetçiye, siyasetçi de halka ulaşmak için bir araç olarak gazeteciye ihtiyaç duyar. Bu nedenle, iletişim içinde olmaları kaçınılmaz.
Ancak hassas olan nokta, bu iletişimin hangi koşullarda, ne şekilde kurulacağı ve sınırının ne olduğudur. Bu ilişkide mutlaka bir sınır olmalıdır. Çünkü gazetecinin siyasetçiyle fazla samimi olması, tarafsız kalmasını ve dolayısıyla işini gereği gibi yapmasını engelleyebilir.
Wolf Blitzer, Rahm Emanuel’le o partideki kadar yakınlık kurduysa, bundan sonra onunla ilgili haberlerde kendisine otosansür uygulamayı nasıl önleyecek? O görüntüleri izleyen halk, Blitzer’in programlarda tarafsız kalabildiğine nasıl inanacak?
Bu tür bir ilişkinin bir diğer sakıncası da, gazetecileri kendi yanlarında gören siyasetçilerin, haklarında yapılacak haberler konusunda artık hiç endişe duymaması olabilir.
Bu yakınlaşmaların, gazeteciler üzerinde etkisi olmadığını, sadece off-the-record bilgiler için fırsat sunduğunu düşünenler çıkabilir. Bana göre bu fazla iyimser bir görüş...
Kuşkusuz, gazetecilerle fazla yakınlaşma, siyasetçinin işine gelir. Bu işten zararlı çıkanlarsa, meslekte saygınlığını yitiren gazeteciler ve nihayetinde halktır.
Şimdi Ed Henry’ye sorsanız, muhtemelen Wolf Blitzer hakkında yazdıklarını espri olsun diye yazdığını söyleyecektir. Ne yazık ki, bu konunun böyle bir espriyi kaldırmayacak kadar hassas olduğunun farkında bile değil...
Eh, birileri bu duruma düşer de Jon Stewart bunu kaçırır mı? Ünlü komedi şovu Daily Show’da Biden’ın partisini diline fena dolamış. Havuzun kaydırağından kayarken yüzüne sıkılan sularla boğuşan Biden’ı ekrana getirip şöyle diyor Stewart:
“Politikacılar ile onları yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutacağına güvendiğimiz insanların birbirini böyle sırılsıklam etmesi çok eğlenceli. Beyaz Saray toplantı odasındaki koltuğu kapmak için su tabancası ile savaşmak mı? Gazeteci misiniz, yoksa bir sosyal kulübe girmeye mi çalışıyorsunuz?!”
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Haziran 2010
Bir Başkan Yardımcısı evinde gazetecilere havuz partisi verip samimi bir şekilde eğlenebilir mi?
Bir gazeteci böyle bir davete icabet eder mi?
Ederse, bu kadar samimiyetten sonra, hakkında yazılar yazıp programlar hazırladığı kaynağı ile ilgili tarafsızlığını koruyabilir mi?
Amerikan medyası, son günlerde yoğun bir şekilde bunu konuşuyor. Columbia Journalism Review de, internet sitesinde bu konuda bir tartışma başlattı.
Gazetecilik etiğine ilişkin bu önemli sorular, durduk yerde gündeme gelmedi. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, geçenlerde bir hafta sonunda evinde Washington gazetecilerine barbekü partisi verdi.
Katılanlar arasında, Obama’nın Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel, CNN’den Wolf Blitzer ve Ed Henry, CNN’in Beyaz Saray muhabiri Dan Lothian, The New York Times’dan David Sanger, The Atlantic yazarı ve CBS’in siyaset danışmanı Marc Ambinder, NBC’nin Beyaz Saray muhabiri Savannah Guthrie ve hepsinin aileleri var.
Yani çoluk çocuk, ailece yenilmiş içilmiş. Hatta onunla da kalmamış, su tabancasıyla oyunlar oynanmış.
Ed Henry bu gelişmeleri Twitter’dan şöyle duyurmuş: “Jill Biden beni vurmaya çalışıyor. Küçük bir kız Başkan Yardımcısı’nın yüzüne su sıktı. Ama gizli Servis tarafından henüz tutuklanmadı.”
Olanlar videolarla, fotoğraflarla da belgelenmiş. Bunların bir kısmı internette yayımlandı.
En çarpıcı olanıysa, Ed Henry’nin Twitter’da yazdığı şu satırlar: “Wolf Blitzer, Rahm’la girdiği su savaşını kaybetti. Belki de Başkan’la röportaj ayarlamak amacıyla Rahm’a yağ çekmek için kaybetmiştir...”
***
Gazeteci ve siyasetçi ilişkisi, her iki meslek içinde de çok hassas bir konu. Gazeteci, haber yapabilmek için bir kaynak olarak siyasetçiye, siyasetçi de halka ulaşmak için bir araç olarak gazeteciye ihtiyaç duyar. Bu nedenle, iletişim içinde olmaları kaçınılmaz.
Ancak hassas olan nokta, bu iletişimin hangi koşullarda, ne şekilde kurulacağı ve sınırının ne olduğudur. Bu ilişkide mutlaka bir sınır olmalıdır. Çünkü gazetecinin siyasetçiyle fazla samimi olması, tarafsız kalmasını ve dolayısıyla işini gereği gibi yapmasını engelleyebilir.
Wolf Blitzer, Rahm Emanuel’le o partideki kadar yakınlık kurduysa, bundan sonra onunla ilgili haberlerde kendisine otosansür uygulamayı nasıl önleyecek? O görüntüleri izleyen halk, Blitzer’in programlarda tarafsız kalabildiğine nasıl inanacak?
Bu tür bir ilişkinin bir diğer sakıncası da, gazetecileri kendi yanlarında gören siyasetçilerin, haklarında yapılacak haberler konusunda artık hiç endişe duymaması olabilir.
Bu yakınlaşmaların, gazeteciler üzerinde etkisi olmadığını, sadece off-the-record bilgiler için fırsat sunduğunu düşünenler çıkabilir. Bana göre bu fazla iyimser bir görüş...
Kuşkusuz, gazetecilerle fazla yakınlaşma, siyasetçinin işine gelir. Bu işten zararlı çıkanlarsa, meslekte saygınlığını yitiren gazeteciler ve nihayetinde halktır.
Şimdi Ed Henry’ye sorsanız, muhtemelen Wolf Blitzer hakkında yazdıklarını espri olsun diye yazdığını söyleyecektir. Ne yazık ki, bu konunun böyle bir espriyi kaldırmayacak kadar hassas olduğunun farkında bile değil...
Eh, birileri bu duruma düşer de Jon Stewart bunu kaçırır mı? Ünlü komedi şovu Daily Show’da Biden’ın partisini diline fena dolamış. Havuzun kaydırağından kayarken yüzüne sıkılan sularla boğuşan Biden’ı ekrana getirip şöyle diyor Stewart:
“Politikacılar ile onları yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutacağına güvendiğimiz insanların birbirini böyle sırılsıklam etmesi çok eğlenceli. Beyaz Saray toplantı odasındaki koltuğu kapmak için su tabancası ile savaşmak mı? Gazeteci misiniz, yoksa bir sosyal kulübe girmeye mi çalışıyorsunuz?!”
-
14 Haziran 2010 Pazartesi
Marslı’nın kaçışı
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Haziran 2010
Geçenlerde elime eski bir dergi geçti. The International Herald Tribune’un Aralık 2009’da yayımladığı yıl sonu dergisi. Siyaset, edebiyat, sanat, ekonomi, medya ve bilim dünyasının başarılı isimleri, 2010'a ışık tutacak düşünceleri yazmış.
Özellikle tarihçi Prof. Paul Kennedy’nin makalesi ilgimi çekti. Kennedy, “Bugün Marslılarla karşılaşsak, onlara bu dünyada insanlığın neden bu kadar bölünmüş olduğunu anlatamayız. Onlar da muhtemelen beğenmez, çeker giderlerdi böyle çatışmalı bir gezegenden” şeklinde bir görüş belirtmiş.
Gerçekten de 21. yüzyılın dünyası, ardı arkası gelmeyen savaşlarla sarsılıyor. Ülkeler arasında nükleer savaş tehdidi sürerken, aynı anda füzeler havalanıyor, bombalar patlıyor...
Daha önce de bir yazımda belirttiğim gibi, Dünyanın Ağası var. Küresel emperyalizmin kurallarını o koyuyor, oyunun planlarını o belirliyor...
İnsanın insanla savaşı, ormandaki vahşi hayvanların mücadelesini aratmıyor. Uygar dünyanın en akıllı canlı türü, aklını barış için değil, daha vurucu yeni teknolojiler geliştirmek için kullanıyor. Eski çağlardaki gibi artık bilek gücüyle değil, üstün teknolojiyle daha da öldürücü olabiliyor.
***
Bütün bunlar ne adına, ne için yapılıyor? Elbette temel neden, dünyada tükenmeye başlayan kaynakların paylaşılması sorunu... Kömür ve çelik, nasıl 2. Dünya Savaşı’nda savaş sanayisinin temeli olduysa, bugün de Ortadoğu’daki savaşlar petrol üzerinde dönüyor...
Bir diğer neden, din ve etnik köken farklılıkları. Bir inanca bağlı olan ya da belli bir kökenden gelenlerin diğerlerine tahammül edememesi, insanoğlunun en ilkel yönü...
Ya aynı dinden olanların kavgasına ne demeli? İşte o mezhep kavgasıdır ki, onu anlamak daha da zor. Mantık sınırlarını zorlayan bir dizi cehalet silsilesini yaşadı insanlık. Bugün de Irak’ta olanları ibretle izlerken, Aydınlanma çağını yakalayamamış topraklardaki ilkelliğe tanık oluyoruz.
Bir de cinsiyet farkı var tabii... Erkeğin kadını köleleştirme mücadelesi 2000’lerde hâlâ son bulmadı. Gün geçmiyor ki, dünyanın bir yerinde bir kadın fiziksel ve ruhsal şiddete maruz kalmasın, tecavüze uğrayıp katledilmesin...
İnsanın kendi türü ile olan savaşı yetmiyormuş gibi, diğer canlılara karşı uyguladığı vahşetin de sonu gelmiyor. Hayvanlara yapılan zulmün listesini yapsam buraya sığmaz...
Doğa katliamını da unutmayalım. Meksika Körfezi’ne yayılan tonlarca petrolün yarattığı faciayı dehşetle izliyor, küresel ısınmanın yok ettiği canlı türlerini, bitkileri konuşuyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegen can çekişirken, kimin daha çok petrole sahip olacağının kavgasını veriyoruz...
***
Şimdi gelin bütün bu saçmalıkları dünyalı olmayan birisine, örneğin bir Marslı’ya anlatmaya çalışın. Şu soruları sorarsa ne diyeceksiniz?
Neden böyle güzel bir gezegeni cehenneme döndürmeye çalışıyorsunuz?
Neden bunca vahşet?
Neden bunca kaynağa sahip dünyada insanlar açlıktan ölüyor?
Neden aklınızı kullanmıyor ve farklılıklara saygı duyup barış içinde yaşamıyorsunuz?
Uzun uzun yanıt vermeye kalkarsanız; taa ilkçağlara gitmeniz ve sonunda da kapitalizme uzanmanız gerekir. Ama kısaca şöyle de diyebilirsiniz Marslı’ya:
Hepsinin nedeni, insanoğlunun dizginlenemeyen hırsı ve açgözlülüğüdür. Herkese yetecek kaynak varken, birileri hep daha fazlasını, bazen de hepsini istemiştir. Sonuçta küresel kapitalizm palazlanırken kitleler ezilmiş; Aydınlanma’nın uğramadığı yerlerde demokrasi ve özgürlük yeşerememiştir.
Bütün bunları duyan Marslı dünyada kalıp da ne yapsın? Herhalde hemen geri dönüp kendi gezegenini insanlara bırakmamak için önlemler alır...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Haziran 2010
Geçenlerde elime eski bir dergi geçti. The International Herald Tribune’un Aralık 2009’da yayımladığı yıl sonu dergisi. Siyaset, edebiyat, sanat, ekonomi, medya ve bilim dünyasının başarılı isimleri, 2010'a ışık tutacak düşünceleri yazmış.
Özellikle tarihçi Prof. Paul Kennedy’nin makalesi ilgimi çekti. Kennedy, “Bugün Marslılarla karşılaşsak, onlara bu dünyada insanlığın neden bu kadar bölünmüş olduğunu anlatamayız. Onlar da muhtemelen beğenmez, çeker giderlerdi böyle çatışmalı bir gezegenden” şeklinde bir görüş belirtmiş.
Gerçekten de 21. yüzyılın dünyası, ardı arkası gelmeyen savaşlarla sarsılıyor. Ülkeler arasında nükleer savaş tehdidi sürerken, aynı anda füzeler havalanıyor, bombalar patlıyor...
Daha önce de bir yazımda belirttiğim gibi, Dünyanın Ağası var. Küresel emperyalizmin kurallarını o koyuyor, oyunun planlarını o belirliyor...
İnsanın insanla savaşı, ormandaki vahşi hayvanların mücadelesini aratmıyor. Uygar dünyanın en akıllı canlı türü, aklını barış için değil, daha vurucu yeni teknolojiler geliştirmek için kullanıyor. Eski çağlardaki gibi artık bilek gücüyle değil, üstün teknolojiyle daha da öldürücü olabiliyor.
***
Bütün bunlar ne adına, ne için yapılıyor? Elbette temel neden, dünyada tükenmeye başlayan kaynakların paylaşılması sorunu... Kömür ve çelik, nasıl 2. Dünya Savaşı’nda savaş sanayisinin temeli olduysa, bugün de Ortadoğu’daki savaşlar petrol üzerinde dönüyor...
Bir diğer neden, din ve etnik köken farklılıkları. Bir inanca bağlı olan ya da belli bir kökenden gelenlerin diğerlerine tahammül edememesi, insanoğlunun en ilkel yönü...
Ya aynı dinden olanların kavgasına ne demeli? İşte o mezhep kavgasıdır ki, onu anlamak daha da zor. Mantık sınırlarını zorlayan bir dizi cehalet silsilesini yaşadı insanlık. Bugün de Irak’ta olanları ibretle izlerken, Aydınlanma çağını yakalayamamış topraklardaki ilkelliğe tanık oluyoruz.
Bir de cinsiyet farkı var tabii... Erkeğin kadını köleleştirme mücadelesi 2000’lerde hâlâ son bulmadı. Gün geçmiyor ki, dünyanın bir yerinde bir kadın fiziksel ve ruhsal şiddete maruz kalmasın, tecavüze uğrayıp katledilmesin...
İnsanın kendi türü ile olan savaşı yetmiyormuş gibi, diğer canlılara karşı uyguladığı vahşetin de sonu gelmiyor. Hayvanlara yapılan zulmün listesini yapsam buraya sığmaz...
Doğa katliamını da unutmayalım. Meksika Körfezi’ne yayılan tonlarca petrolün yarattığı faciayı dehşetle izliyor, küresel ısınmanın yok ettiği canlı türlerini, bitkileri konuşuyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegen can çekişirken, kimin daha çok petrole sahip olacağının kavgasını veriyoruz...
***
Şimdi gelin bütün bu saçmalıkları dünyalı olmayan birisine, örneğin bir Marslı’ya anlatmaya çalışın. Şu soruları sorarsa ne diyeceksiniz?
Neden böyle güzel bir gezegeni cehenneme döndürmeye çalışıyorsunuz?
Neden bunca vahşet?
Neden bunca kaynağa sahip dünyada insanlar açlıktan ölüyor?
Neden aklınızı kullanmıyor ve farklılıklara saygı duyup barış içinde yaşamıyorsunuz?
Uzun uzun yanıt vermeye kalkarsanız; taa ilkçağlara gitmeniz ve sonunda da kapitalizme uzanmanız gerekir. Ama kısaca şöyle de diyebilirsiniz Marslı’ya:
Hepsinin nedeni, insanoğlunun dizginlenemeyen hırsı ve açgözlülüğüdür. Herkese yetecek kaynak varken, birileri hep daha fazlasını, bazen de hepsini istemiştir. Sonuçta küresel kapitalizm palazlanırken kitleler ezilmiş; Aydınlanma’nın uğramadığı yerlerde demokrasi ve özgürlük yeşerememiştir.
Bütün bunları duyan Marslı dünyada kalıp da ne yapsın? Herhalde hemen geri dönüp kendi gezegenini insanlara bırakmamak için önlemler alır...
-
Etiketler:
2. Dünya Savaşı,
açlık,
Amerika,
Aydınlanma,
cinsel ayrımcılık,
Dünya,
emperyalizm,
Irak,
insan,
kapitalizm,
nükleer savaş,
Paul Kennedy,
uygarlık,
zulüm
6 Haziran 2010 Pazar
Obama'dan Altın Öğüt
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Haziran 2010
Obama, başarılı konuşmalarıyla ünlü bir siyasetçi. Ben, kendisini 2004’te Boston’da Demokrat Parti Kurultayı’nda ilk kez canlı dinledikten sonra, Cumhuriyet'te, başkanlık adaylığının bu konuşmadan sonra gündeme geldiğini yazmıştım.
O günden beri de Obama'nın konuşmalarını dikkatle dinliyorum. Özenle yazılmış, vurucu metinler var bu başarının ardında...
Tabii bana göre, bunların içinde TBMM’de yaptığı konuşmayı ayırmak gerekir. Çünkü ben, Obama’yı Meclis’te ayakta alkışlayan milletvekilleriyle aynı düşünmüyorum. O dönemde yazdığım bir yazıda da belirttiğim gibi, Obama’nın TBMM konuşmasında Türkiye’nin başına iş açacak önemli ayrıntıların izleri vardı...
Bugünkü yazıma konu olan ise, Obama’nın son dönemde yaptığı en iyi konuşmalardan birisi. Yine 29 yaşındaki Jon Favreau tarafından mı kaleme alındı bilmiyorum; ama sonuçta şu satırlar, Obama’nın başarı hanesine yazıldı:
“Sadece The New York Times okuyorsanız, arada bir The Wall Street Journal’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Glenn Beck ya da Rush Limbaugh hayranıysanız, The Huffington Post’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.”
Obama, bunları Michigan Üniversitesi’nin diploma töreninde söyledi. Mezun olan öğrencilere anlamlı bir öğüt verdi. Tea Party Movement (Çay Partisi Hareketi) ile radikal sağın ve ırkçılığın yeniden yükselişe geçtiği, ideolojik kutuplaşmanın derinleştiği Amerika’da bundan daha değerli bir öğüt olamazdı.
***
Bizde olduğu gibi, Başbakanın, iktidar partisini eleştiren gazeteler için “Almayın, okumayın bunları!” dediği bir ülkeden bakınca nasıl tezat değil mi?
Bir an için hayal edelim; Başbakan şöyle demiş olsaydı:
“Sadece Zaman okuyorsanız, arada bir Cumhuriyet’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Uğur Dündar ya da Yılmaz Özdil hayranıysanız, Yeni Şafak’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.”
Başbakan, iktidarı eleştirenlere ve destekleyenlere aynı mesafede durabilseydi, acaba medya bugünkü kadar kamplaşır mıydı? “Yandaş medya”, “candaş, yoldaş medya” ayrımları yapılır mıydı?
Belki, “Medya bu ülkede her zaman farklı kutuplara ayrılmıştır. Her iktidar bazı gazetelere daha yakın olmuştur” diyebilirsiniz. Ama medyanın bugünkü kadar gazetecilik etiğini yerle bir eden utanç verici bir hale geldiğini herhalde söyleyemezsiniz.
Gerçekleri çarpıtma pahasına yapılan yayınlar, ağza alınmayacak hakaretler havada uçuşurken, zorba ve çığırtkan bir medya doğdu.
Bu gelinen noktada suçlu kim? Medya üzerinde baskı kuran siyasetçiler, buna direnmeyen patronlar ve mesleki ilkeleri koruyamayan gazeteciler...
***
Peki ne yapmalı?
Gazeteciliği yeniden saygın meslekler arasına sokmak için yapılabilecek çok şey var. Gerçeği yazmak, haber diline özen göstermek, haberin kanıtlanabilir olmasına dikkat etmek, kimsenin kişilik haklarına saldırmamak, gazeteciliğin kamu yararı için yapılan bir meslek olduğunu unutmamak gibi...
Obama’nın konuşmasında adları geçen Glenn Beck ve Rush Limbaugh, Amerika’da dinci sağın en önde gelen medya figürleri. İkisi de, Obama yönetimini şiddetle ve insafsızca eleştiriyor.
Ancak yine de Obama, “O adamları izlemeyin, dinlemeyin” demiyor; “Arada bir farklı görüşlere de bakın” diyor.
Meselenin çözümü de burda; etkin vatandaşlık ve başarılı iktidar için karşıt görüşleri de öğrenmek gerek. Çare, yok etmek, susturmak değil; önce dinlemek...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Haziran 2010
Obama, başarılı konuşmalarıyla ünlü bir siyasetçi. Ben, kendisini 2004’te Boston’da Demokrat Parti Kurultayı’nda ilk kez canlı dinledikten sonra, Cumhuriyet'te, başkanlık adaylığının bu konuşmadan sonra gündeme geldiğini yazmıştım.
O günden beri de Obama'nın konuşmalarını dikkatle dinliyorum. Özenle yazılmış, vurucu metinler var bu başarının ardında...
Tabii bana göre, bunların içinde TBMM’de yaptığı konuşmayı ayırmak gerekir. Çünkü ben, Obama’yı Meclis’te ayakta alkışlayan milletvekilleriyle aynı düşünmüyorum. O dönemde yazdığım bir yazıda da belirttiğim gibi, Obama’nın TBMM konuşmasında Türkiye’nin başına iş açacak önemli ayrıntıların izleri vardı...
Bugünkü yazıma konu olan ise, Obama’nın son dönemde yaptığı en iyi konuşmalardan birisi. Yine 29 yaşındaki Jon Favreau tarafından mı kaleme alındı bilmiyorum; ama sonuçta şu satırlar, Obama’nın başarı hanesine yazıldı:
“Sadece The New York Times okuyorsanız, arada bir The Wall Street Journal’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Glenn Beck ya da Rush Limbaugh hayranıysanız, The Huffington Post’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.”
Obama, bunları Michigan Üniversitesi’nin diploma töreninde söyledi. Mezun olan öğrencilere anlamlı bir öğüt verdi. Tea Party Movement (Çay Partisi Hareketi) ile radikal sağın ve ırkçılığın yeniden yükselişe geçtiği, ideolojik kutuplaşmanın derinleştiği Amerika’da bundan daha değerli bir öğüt olamazdı.
***
Bizde olduğu gibi, Başbakanın, iktidar partisini eleştiren gazeteler için “Almayın, okumayın bunları!” dediği bir ülkeden bakınca nasıl tezat değil mi?
Bir an için hayal edelim; Başbakan şöyle demiş olsaydı:
“Sadece Zaman okuyorsanız, arada bir Cumhuriyet’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Uğur Dündar ya da Yılmaz Özdil hayranıysanız, Yeni Şafak’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.”
Başbakan, iktidarı eleştirenlere ve destekleyenlere aynı mesafede durabilseydi, acaba medya bugünkü kadar kamplaşır mıydı? “Yandaş medya”, “candaş, yoldaş medya” ayrımları yapılır mıydı?
Belki, “Medya bu ülkede her zaman farklı kutuplara ayrılmıştır. Her iktidar bazı gazetelere daha yakın olmuştur” diyebilirsiniz. Ama medyanın bugünkü kadar gazetecilik etiğini yerle bir eden utanç verici bir hale geldiğini herhalde söyleyemezsiniz.
Gerçekleri çarpıtma pahasına yapılan yayınlar, ağza alınmayacak hakaretler havada uçuşurken, zorba ve çığırtkan bir medya doğdu.
Bu gelinen noktada suçlu kim? Medya üzerinde baskı kuran siyasetçiler, buna direnmeyen patronlar ve mesleki ilkeleri koruyamayan gazeteciler...
***
Peki ne yapmalı?
Gazeteciliği yeniden saygın meslekler arasına sokmak için yapılabilecek çok şey var. Gerçeği yazmak, haber diline özen göstermek, haberin kanıtlanabilir olmasına dikkat etmek, kimsenin kişilik haklarına saldırmamak, gazeteciliğin kamu yararı için yapılan bir meslek olduğunu unutmamak gibi...
Obama’nın konuşmasında adları geçen Glenn Beck ve Rush Limbaugh, Amerika’da dinci sağın en önde gelen medya figürleri. İkisi de, Obama yönetimini şiddetle ve insafsızca eleştiriyor.
Ancak yine de Obama, “O adamları izlemeyin, dinlemeyin” demiyor; “Arada bir farklı görüşlere de bakın” diyor.
Meselenin çözümü de burda; etkin vatandaşlık ve başarılı iktidar için karşıt görüşleri de öğrenmek gerek. Çare, yok etmek, susturmak değil; önce dinlemek...
-
30 Mayıs 2010 Pazar
Suç ve video
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Mayıs 2010
Yazının başlığı size Türkiye'de son haftalarda olanları hatırlatmış olabilir.
Ama ben bugün, kendisi suç olmadığı halde, videosu suç sayılan bir eylemden söz etmeyeceğim. Tam tersine; kendisi suç olduğu halde, videosu serbest bırakılan bir olayı anlatacağım.
Olay mekanı Amerika...
Toplumsal yaşamı düzenleyen kurallara bağlılık ne kadar katıysa, bireysel özgürlüklere yönelik korumanın da aynı derecede katı olduğu "Özgürlükler Ülkesi”...
Ancak bu ülkede bazen öyle durumlar oluyor ki, bireysel özgürlük kavramı konusunda kafalar fena halde karışıyor. Bunun en çarpıcı örneği, yakın zamanda yaşandı.
***
Önce, kendisini pit bull uzmanı olarak tanıtan Robert J. Stevens adlı film prodüktörü hakkında, köpek dövüşünü gösteren videoları sattığı gerekçesiyle dava açıldı. Dava sonucunda Stevens, 1999'dan bu yana geçerli olan yasaya göre, 37 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Ancak bir üst mahkemede buna itiraz edilince karar bozuldu. Sonunda konu, Yüksek Mahkeme'ye gitti. Mahkemenin 1'e karşı 8 oyla aldığı karara göre, 1999 yasası geçersiz kılındı. Böylece hayvanlara yapılan işkenceleri gösteren videoların satışı serbest bırakıldı...
1999'da Bill Clinton’ın imzaladığı yasa, temelde "crush video" ticaretini engellemek için çıkarılmıştı. Yani yüksek topuklu kadın ayakkabısıyla kedi, köpek, fare, hamster vb. hayvanları ezilirken gösterip sapıkça bir seksüel haz yaratmayı amaçlayan videolar...
Yüksek Mahkeme'nin Başsavcı John G. Roberts Jr. imzasıyla yayımladığı iptal kararı şu gerekçeye dayandırılıyor: 1999 yasası, Amerikan Anayasası’nın özgürlükleri düzenleyen “First Amendment” denilen maddesine aykırıdır, yasanın kapsamı fazla geniş tutulmuştur.
Amerikan hükümeti, "crush video"ların toplum açısından kayda değer bir önem taşımadığını; bu nedenle de korunması gereken özgürlükler kapsamına girmemesi gerektiğini savunuyor...
Başsavcı Roberts ise, hükümetin, bir mesajı içeriği nedeniyle yasaklama gücünün olmadığını, crush videolar için ayrı bir düzenleme yapılabileceğini söylüyor. Mahkeme’nin 1982’de yasakladığı çocuk pornosu videoları hatırlatıldığında ise, “O özel bir vaka; oradaki ticari pazar, özünde zulümle ilgili” diyor.
***
Ortada gerçekten akıl almaz bir gariplik var. Ülkede hayvanlara işkence yapılması suç. Ama bu işkenceleri gösteren videoların satışı yasal...
Bu durumda şunu sormak lazım: O zaman başka suçları gösteren videoları satmak da serbest midir? Örneğin insanlara yapılan işkenceleri gösteren videolar da serbestçe satılabilir mi?
Ben, Amerikan Yüksek Mahkemesi üyelerinin bu kararı alırken neden akıl tutulmasına yakalandıklarını biliyorum. Onlara göre, hayvanlar, bu dünyayı paylaştığımız canlılar değil; alınıp satılabilen birer eşya sadece!
Bu yüzden, hayvanların işkenceye, tecavüze maruz kalmalarını görmezden gelebiliyorlar... Ve bu işkence videolarının satışını insani özgürlük kapsamında değerlendiriyorlar.
Bu hastalıklı düşünceyi benim ne mantığım ne de ruhum kabul eder! Böyle özgürlük olmaz olsun!
"Amerika'dan bana ne" diyenler varsa, onlara da şunu hatırlatmak gerekir: İnternetin sınırları yok; o videoların paylaşım sitelerine düşüp dünyanın her yerine ulaşması an meselesidir...
Her şeyden önce de, böyle bir uygulama, hangi ülkede olursa olsun, insanlık adına utanç vericidir.
Bakalım, kendisini bu gezegenin tek sahibi sanan insanoğlunun zalimliği nereye kadar varacak?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Mayıs 2010
Yazının başlığı size Türkiye'de son haftalarda olanları hatırlatmış olabilir.
Ama ben bugün, kendisi suç olmadığı halde, videosu suç sayılan bir eylemden söz etmeyeceğim. Tam tersine; kendisi suç olduğu halde, videosu serbest bırakılan bir olayı anlatacağım.
Olay mekanı Amerika...
Toplumsal yaşamı düzenleyen kurallara bağlılık ne kadar katıysa, bireysel özgürlüklere yönelik korumanın da aynı derecede katı olduğu "Özgürlükler Ülkesi”...
Ancak bu ülkede bazen öyle durumlar oluyor ki, bireysel özgürlük kavramı konusunda kafalar fena halde karışıyor. Bunun en çarpıcı örneği, yakın zamanda yaşandı.
***
Önce, kendisini pit bull uzmanı olarak tanıtan Robert J. Stevens adlı film prodüktörü hakkında, köpek dövüşünü gösteren videoları sattığı gerekçesiyle dava açıldı. Dava sonucunda Stevens, 1999'dan bu yana geçerli olan yasaya göre, 37 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Ancak bir üst mahkemede buna itiraz edilince karar bozuldu. Sonunda konu, Yüksek Mahkeme'ye gitti. Mahkemenin 1'e karşı 8 oyla aldığı karara göre, 1999 yasası geçersiz kılındı. Böylece hayvanlara yapılan işkenceleri gösteren videoların satışı serbest bırakıldı...
1999'da Bill Clinton’ın imzaladığı yasa, temelde "crush video" ticaretini engellemek için çıkarılmıştı. Yani yüksek topuklu kadın ayakkabısıyla kedi, köpek, fare, hamster vb. hayvanları ezilirken gösterip sapıkça bir seksüel haz yaratmayı amaçlayan videolar...
Yüksek Mahkeme'nin Başsavcı John G. Roberts Jr. imzasıyla yayımladığı iptal kararı şu gerekçeye dayandırılıyor: 1999 yasası, Amerikan Anayasası’nın özgürlükleri düzenleyen “First Amendment” denilen maddesine aykırıdır, yasanın kapsamı fazla geniş tutulmuştur.
Amerikan hükümeti, "crush video"ların toplum açısından kayda değer bir önem taşımadığını; bu nedenle de korunması gereken özgürlükler kapsamına girmemesi gerektiğini savunuyor...
Başsavcı Roberts ise, hükümetin, bir mesajı içeriği nedeniyle yasaklama gücünün olmadığını, crush videolar için ayrı bir düzenleme yapılabileceğini söylüyor. Mahkeme’nin 1982’de yasakladığı çocuk pornosu videoları hatırlatıldığında ise, “O özel bir vaka; oradaki ticari pazar, özünde zulümle ilgili” diyor.
***
Ortada gerçekten akıl almaz bir gariplik var. Ülkede hayvanlara işkence yapılması suç. Ama bu işkenceleri gösteren videoların satışı yasal...
Bu durumda şunu sormak lazım: O zaman başka suçları gösteren videoları satmak da serbest midir? Örneğin insanlara yapılan işkenceleri gösteren videolar da serbestçe satılabilir mi?
Ben, Amerikan Yüksek Mahkemesi üyelerinin bu kararı alırken neden akıl tutulmasına yakalandıklarını biliyorum. Onlara göre, hayvanlar, bu dünyayı paylaştığımız canlılar değil; alınıp satılabilen birer eşya sadece!
Bu yüzden, hayvanların işkenceye, tecavüze maruz kalmalarını görmezden gelebiliyorlar... Ve bu işkence videolarının satışını insani özgürlük kapsamında değerlendiriyorlar.
Bu hastalıklı düşünceyi benim ne mantığım ne de ruhum kabul eder! Böyle özgürlük olmaz olsun!
"Amerika'dan bana ne" diyenler varsa, onlara da şunu hatırlatmak gerekir: İnternetin sınırları yok; o videoların paylaşım sitelerine düşüp dünyanın her yerine ulaşması an meselesidir...
Her şeyden önce de, böyle bir uygulama, hangi ülkede olursa olsun, insanlık adına utanç vericidir.
Bakalım, kendisini bu gezegenin tek sahibi sanan insanoğlunun zalimliği nereye kadar varacak?
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Bill Clinton,
hayvan hakları,
özgürlük,
zulüm