25 Nisan 2010 Pazar

Gerçeğin sözcüsü olmak

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 25 Nisan 2010

İstanbul Film Festivali’nde çok güzel fimler izledim. Ama beni en çok düşündüreni, “The Most Dangerous Man in America: Daniel Ellsberg and the Pentagon Papers” oldu.

Belgeselde esas olarak, Pentagon analisti Daniel Ellsberg’ün Vietnam Savaşı’nın yalanlara dayandığını ortaya koyan gizli belgeleri basına sızdırışı anlatılıyor. Yedi bin sayfalık belgelerin kopyalanışı ve yayınlanışı sırasındaki heyecan, doğrusu macera filmlerini aratmıyor.

Filmin en ilginç yanı, Ellsberg’ün savaş sürecinde geçirdiği dönüşüm: Başlangışta ateşli bir savaş taraftarıyken, gerçeklerle yüz yüze geldiğinde mimarı olduğu savaşı sona erdirmek için kendisini tehlikeye atıyor.

Kuzey Vietnam ile Amerikan güçleri arasında 1964’te yaşanan Tonkin Körfezi olayını dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara’ya bildiren kişi Ellsberg...

Kuzey Vietnam torpido botlarının ABD savaş gemisine ateş açtığı söylenince, Başkan Lyndon Johnson’a Kongre'de savaş kararı alınmadan Vietnam'da askeri güç kullanma yetkisi veren kararname çıkıyor.

Böylece Ellsberg, savaşı genişletmek için kullanılan gerekçeyi bulan kişi oluyor. Oysa Tonkin Körfezi’ndeki saldırının yalan olduğu yıllar sonra ortaya çıkıyor...

Ellsberg, ilk başlarda savaş konusunda öyle heyecanlı ki, kalkıp Vietnam’a gidiyor. Orada iki yıl boyunca savaşın dehşetine tanık oluyor ve sonunda ABD’nin kazanamayacağı bu savaşı bitirmesini istiyor.

Vietnam’dan döndükten sonra ünlü RAND Corporation’da çalışmaya başlıyor. McNamara’nın o sırada Başkan olan Richard Nixon’dan gizli olarak verdiği bir emirle, 1945-67 yılları arasında Amerika-Vietnam ilişkilerini konu alan ayrıntılı bir rapor hazırlayan ekibin içinde yer alıyor.

Çok az sayıda insanın görebildiği raporda, savaşın kaybedileceği ve asker kaybının çok büyük sayılara ulaşacağı bildiriliyor. “The Pentagon Papers” adı verilen bu rapor, Ellsberg’ün ilk olarak The New York Times’a ve daha sonra parça parça toplam 17 gazeteye sızdırdığı belgelerden oluşuyor.

Raporun yayımlanışı, Nixon’ın istifasına yol açan Watergate skandalına ve savaşın bitmesine neden oluyor.

***

Daniel Ellsberg’ün hayatı, Amerikan tarihinin en çarpıcı öykülerinden birisi... O, kimilerine göre cesaretiyle savaşı sona erdiren bir kahraman; kimilerine göreyse, çalıştığı kuruma ihanet eden bir hain...

İnsan bu durumda şunu soruyor: Yalanlara dayanılarak suçsuz insanların katledildiğini görseydiniz, siz ne yapardınız? Suçlanıp yargılanacağınızı ve tamamen yalnız kalacağınızı bilmenize karşın, harekete geçer miydiniz?

Daniel Ellsberg, Vietnam’dan bu yana Amerika’da savaş karşıtı bütün gösterilerde yer aldı. Irak savaşı öncesinde de, işin içinde yeni bir “Tonkin Körfezi senaryosu” olabileceğini söyleyip uyardı.

Ama o sırada Pentagon’dan yeni bir Daniel Ellsberg çıkmadı... Kitle imha silahları yalanına dayanan savaşta milyonlarca insan katledildi...

***

Bana göre bu filmden çıkan en önemli mesaj şu sahnede yatıyor: Vietnam Savaşı öyle bir noktaya gelir ki, artık Nixon bile kazanamayacaklarını görür. Bir uçak yolculuğunda yanındakilere bu yönde sözler söyleyen Nixon, kendisine destek olarak, Vietnam’a gidip gelen Ellsberg’ün yazdığı raporu kanıt gösterir.

Uçaktan indiklerinde hemen Nixon’ın arkasında görünen Ellsberg, Başkan’ın kameralara şunu söylediğini duyar: “Bu savaşı kazanacağız.” Çünkü bir kez daha Başkan seçilmek isteyen Nixon’ın savaşa ihtiyacı vardır...

O gün aklından geçenleri şöyle ifade ediyor Ellsberg: “O anda bu tür yalanlar söyleyeceğim bir göreve gelmemek için dua ettim...

Sonuçta gerçek, er ya da geç ortaya çıkıyor. Önemli olan, her zaman gerçeğin sözcüsü olmak...

-

18 Nisan 2010 Pazar

WikiLeaks olayı

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Nisan 2010

Geçen hafta bütün dünya medyasına yansıyan bir video, dikkatleri yeniden Irak’taki vahşete yöneltti.

Amerikan askerlerinin üç yıl önce yaptığı katliamı gözler önüne seren videoyu, gizli kapaklı olayları belgelerle açığa çıkarmak için çalışan WikiLeaks.org yayınladı.

Ben de videoyu herkes gibi büyük bir dehşetle izledim. Apache helikopterindeki Amerikan askerleri, iki Reuters çalışanının sırtındaki fotoğraf makinalarını silah sanarak ateş açıyor. Bir anda bir sürü insan yok ediliyor...

Bu yetmiyor; katliam sonrası yardım için bir minibüsle gelenleri ve o minibüsün içindeki çocukları da vuruyorlar...

Olayın korkunçluğu ortada...

Ben, bugün buradan yola çıkarak bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.

1-Bu vahşet, 2007’de gerçekleştiğinde, ana akım medya, olayı çok farklı aktarmıştı. Örneğin 13 Temmuz 2007’de The New York Times’da Alissa J. Rubin imzasıyla yayımlanan haberin başlığı şöyle:

Amerikan güçlerinin Şii milislerle yaptığı çatışmada 2 Iraklı gazeteci öldü.

Haberin devamında Amerikan askeri kaynaklarının açıklaması yer alıyor. Söylenene göre, askerler baskın düzenledikleri sırada saldırıya uğramış ve helikopterden yardım istenmiş. Açılan ateş sonucunda da 9 direnişçi ile iki sivil ölmüş...

Olayı baştan sona çarpıtan bu açıklama, acımasızca vurulan çocuklardan hiç söz etmiyor. İşi gerçeği ortaya çıkarmak olan gazete ise, bu yalan yanlış açıklamayı alıp, hiç araştırmadan haber yapıyor.

The New York Times’dan söz edilirken, adının başına genellikle “dünyanın en saygın gazetelerinden” ifadesi getirilir. Oysa Amerika’daki büyük medyanın Irak savaşında sayılamayacak kadar çok günahı vardır.

Bush yıllarını Amerika’da yaşamış biri olarak buna tanığım. Amerikan medyası, işgale gidilen süreçte ve savaş sırasında, toplumu yanlış bilgilendirip manipüle etti. Onların elleri çoktan kana bulandı...

2-Ne yazık ki, aynı medya, olayların üstünü kapama işlevini hâlâ sürdürüyor.

Örneğin, videonun tüm dünyayı sarstığı gün aynı saatte, CNN.com’da yer alan haber konuları şöyle: Tiger Woods’un hayranlarının sevgisinden duyduğu mutluluk (flaş haber), iPad’le ilgili görüşler ve Jessica Alba’nın evlat edinme arzusu.

El Cezire’nin internet sayfasında ise şunlar var: WikiLeaks videosu (ana haber), Peşhavar’daki Taliban saldırısı, Çin’deki maden kazası.

Değerlendirmeyi siz yapın....

3-Irak’taki bu katliama sadece ölen gazetecilerin aileleri ya da Reuters değil, tüm dünyadaki gazeteciler tepki göstermeli. Aslında onlar, Amerikan güçlerinin öldürdüğü ilk gazeteciler de değil.

Irak’taki işgal süresince kaç gazeteci öldürüldü?

Mazen Dana, Tarıq Ayoub, Taras Prostyuk, Jose Couso isimleri ne ifade ediyor?

Onlar da gazeteciydi ve onları da işgal güçleri vurdu. Daha niceleri var; burada saymaya yerim yetmez...

4-Yayınlanan video, tüm dünyanın gözünü bir anda WikiLeaks’e çevirdi. Bu olay, bağımsız internet gazeteciliğinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.

Aralık 2006’da kurulan WikiLeaks, devlet ve şirket yardımı kabul etmiyor; sadece bireysel bağışlarla varlığını sürdürüyor; servis sağlayıcısı ise İsveç'te tutuluyor.

Sitenin kurucusu Avustralyalı Julian Assange, bu haberin kendilerine tüm maliyetinin 50 bin dolar olduğunu açıkladı. Böyle önemli bir gerçeği ortaya çıkarmak için sadece 50 bin dolar ve tabii gerçek gazetecilik gerekiyor!

İşte tam bu noktada, araştırmacı gazeteciliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

5-Video, 24 saat içinde sadece YouTube üzerinde 1.3 milyon kişi tarafından izlendi. Birçok kişinin de diğer sitelerden izlediği düşünülürse, internet gazeteciliğinin etkinliği tartışmasız şekilde görülüyor.

-

11 Nisan 2010 Pazar

Politik yalpalamalar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 11 Nisan 2010

Geçenlerde gazetelere bir haber yansıdı. Anlaşıldığı üzere Obama, Amerika’nın kıyı hattının çok geniş bir şeridini petrol ve doğalgaz aramalarına açmayı planlıyormuş.

Cumhuriyet’in “Obama, Okyanusu Petrol Platformuna Çevirecek” başlığı ile verdiği habere göre, yeni öneri yasalaşırsa, Atlantik Okyanusu’nda 67 milyon hektarlık bir alan, Meksika Körfezi’nin doğusunda yer alan bölge ve Alaska’nın kuzey kıyıları, enerji şirketlerinin sondaj çalışmalarına açılacak.

Ayrıca, New Jersey’nin kuzey kısmından başlamak üzere ABD’nin doğu kıyısının büyük bir bölümü ve ülkenin Pasifik kıyısının tamamı petrol ve doğalgaz aramaları için kullanılacak.

Bu bölgelerden bazılarının ilk kez sondaja açılacağı düşünülürse, Obama’nın Bush’un verdiği iznin de ötesine geçtiği görülüyor.

***

Peki neden böyle bir plan yapılıyor? Beyaz Saray’daki resmi kaynaklara göre, ülkenin yabancı petrole olan bağımlılığı giderilmek isteniyormuş...

Oysa öneriye karşı çıkanlar, aksine, yeni planın bunu daha da artıracağını söylüyorlar. Bu gerçeği kanıtlamak için de, Obama’nın sözlerinden yararlanıyorlar.

2008’de Cumhuriyetçi Parti'nin adayı John McCain, başkanlık kampanyası sırasında aynı tür öneriyi getirdiğinde, ona karşı çıkan Obama bakın neler demiş:

Bu tür çabaların kısa vadede herhangi bir getirisi yoktur, ancak uzun vadede sonuç verebilir. Çünkü petrole ulaşmak en azından 10 yıl alır. Politikalar değişse de gerçekler değişmez.

Doğru; başkanların politikaları değişse de gerçekler aynı... Kıyılarda yapılacak sondajların Amerika’nın yabancı petrole olan bağımlılığını yok etmeyeceği belli. 10-12 yıl sonra petrole ulaşılsa bile, elde edilebilecek petrol miktarı, ülkenin devasa boyutlardaki ihtiyacını karşılamaktan çok uzak...

Obama’nın planı sadece şu sonuçlara yol açacak:

1-Enerji şirketlerinin kârı artacak.

2-Temiz enerji kaynaklarına yönelmek yerine pahalı yöntemlerle elde edilen petrol ve doğalgazın faturası topluma çıkacak.

3-Kutup ayılarının, balinaların ve diğer birçok hayvan türünün doğal yaşam alanı yağmalanacak.

4-Küresel ısınmanın artmasına neden olunacak.

Washington'un küresel ısınma nedeniyle yaşamını kaybedecek insanları da hayvanları da pek düşünmediği Kopenhag’daki İklim Konferansı’nda açığa çıkmıştı. Öyleyse kimi ya da neyi düşünüyorlar?

Beyaz Saray’ın, enerji konusundaki düzenlemelerde Cumhuriyetçiler’in desteğine ihtiyaç duyduğu için bu planı geliştirdiği anlaşılıyor. Sonuçta politik bir manevra bu...

***

Obama’nın pragmatist bir politikacı olduğunu biliyoruz. Ama bu olay bana şu soruları bir kez daha sordurdu: Bir politikacının pragmatizm maskesi altında sürekli kendi kendisiyle çelişmesi kabul edilebilir bir durum mudur? Bugün söylediği temel bir politikadan yarın hemen dönüveren lidere ne kadar güvenilir?

Amerika’daki Biyolojik Çeşitlilik Merkezi’nden Brendan Cummings, Obama’nın bu politik yalpalamalarını şöyle anlatıyor: “Bu şu ana kadar Başkan Obama’da gördüğümüz tipik bir durum: Önce değişim sözü, ardından bir yıllık bir müzakere dönemi ve sonunda işe yaramayan, yanlış Bush politikalarını benimseme hali...

Şu kesin ki; Başkan Obama, iki yıl önceki Başkan adayı Obama değil. Değişim sözü vermişti ama kendisinin de bu kadar kısa zamanda birçok açıdan değişmesi, rakiplerini epey sevindiriyor.

Sarah Palin bile, bu yeni plan üzerine Twitter’dan Obama’ya şu sloganı hatırlatmış: Drill, baby, drill! (2008 kampanyasında Cumhuriyetçiler'in denizaşırı sondaj politikasını anlatmak için kullandıkları “del, bebek, del” anlamına gelen slogan.)

-

4 Nisan 2010 Pazar

Duman ve Ayna*

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Nisan 2010

16 Kasım 2009’da, bu köşede Amerika’daki sağlık reformu ile ilgili bir yazım yayınlandı. O yazıda şöyle demiştim: “Amerikan Temsilciler Meclisi’ndeki oylama, tahminimce medyaya Obama’nın büyük başarısı olarak yansıyacak.

Beş ay önce yaptığım bu tahmin aynen çıktı. Neden?

Çünkü ana akım medyaya göre, Obama, seçim kampanyasında sağlık reformu yapılacağına dair verdiği sözü tutmuştu.

Bu tarihi yasanın Amerika’da kangren haline gelen bir sorunun düzeltilmesi yolunda önemli bir adım olduğu doğrudur. Ancak bunu söylemek, olumsuz yanları görmezden gelmeyi gerektirmez.

Gerçekte, Obama halka verdiği asıl sözü yerine getiremedi. Obama seçim kampanyası sırasında, reformda kamu finansmanı seçeneğinin yer alacağını söylemişti. Fakat sonradan tepkiler üzerine geri adım atıp, kendi kampanyasını inkar etti.

Yeni yasa, gerçekte sosyal devletin değil, Michael Moore’un dediği gibi, kapitalizmin büyük zaferidir.

Çünkü çok sayıda insanın sigorta kapsamına girmesini şart koşsa da, temelde sigortanın bireyin kendisi tarafından özel şirketlerden satın alınması şeklindeki kapitalist mantığı koruyor.

Amerika’da bu yasayla asıl kazanan sigorta ve ilaç endüstrisinin dev şirketleridir. Bu şirketlerin en büyük isteği, ilaç fiyatlarının belirlenmesinde devletin pazarlık rolünün engellenmesiydi. Bunu başardılar.

İkinci istekleriyse, tüketicilerin ilaçları daha ucuza başka ülkelerden, özellikle Kanada’dan almalarının önlenmesiydi. İlaç ithalinin yasaklanmasını sağlayarak bunu da elde ettiler.

Çıkarılan yasa hakkında Noam Chomsky şöyle diyor: “Ben Temsilciler Meclisi üyesi olsaydım, yasanın olumsuzluklarına karşın muhtemelen kabul oyu verirdim. Çünkü bu yasanın geçmemesi şeklindeki seçenek, yasanın kendisi kadar kötü. Ne yazık ki gerçek bu.

Kamu finansmanının yasadan çıkarılmış olması, Amerikan demokrasisinin işlemediğini de ortaya koyuyor. Amerikan toplumunun büyük çoğunluğunun desteklediği bir konu, siyaseten destek bulamayınca devre dışı kaldı.

***

Amerikan medyasını çok yakından izleyen biri olarak söyleyebilirim ki, böyle bir sonuç alınmasında medyanın büyük sorumluluğu var. Obama’ya başından beri koşulsuz destek veren liberal basın, sağlıkta kamu finansmanı konusunda da Demokratlar’ı hiç zora koşmadı.

Bağımsız gazeteci Jeremy Schaill diyor ki: “Bir gazetecinin bir politikacıyı hiç sorgulamadan desteklemesi çok tehlikelidir. Vicdanınızı politikacıya teslim ettiğiniz an, daha iyi bir toplum yaratma çabanızdan vazgeçtiğiniz andır.

Amerika’da sağlık reformu yasasının çıkarılma süreci, kanımca siyaset ve medya konusunda üniversitelerde derinliğine incelenecek bir konudur. Hatta çok iyi bir tez konusu olabilir.

Amerikan medyasının sosyal adalet karşısında takındığı tutum, elbette kendisini doğuran sistem içinde ele alınmalı. Kapitalist sistemin yarattığı dev holdinglerin uzantısı olarak var olan ana akım medyanın kapitalist mantıkla bir sorunu yoktur.

Ama şu da bir gerçek ki, bir toplumu anlamak için sadece ana akım medyaya bakmak yetmez. Türkiye’de de Amerika’yı izleyenler, genellikle sadece The New York Times, The Wall Street Journal, Reuters ya da CNN’e bakıp, haberlerini buna göre oluşturuyor.

Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bizdeki yeni anayasa paketi ile ilgili gelişmeleri sadece yandaş medyadan izleyen yabancı medyanın “Türkiye demokratikleşiyor” diye manşet atmasına...

* Bu ifade, İngilizce’de kandırmacayla olayları farklı göstermek anlamında kullanılan “Smoke and Mirrors” deyiminin Türkçe’sidir.

-

29 Mart 2010 Pazartesi

Geriye gidiş

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 28 Mart 2010

Fransa’dan sonra İngiltere de son günlerde yoğun bir seçim atmosferine girdi. Yasaya göre 3 Haziran’a kadar yapılması gereken genel seçimler için partiler çeşitli stratejiler geliştiriyor.

Bunlardan en önemlisi ise kadınlara yönelik. Çünkü İngiltere’de hemen herkes, seçimlerin kaderini kadın oylarınının belirleyeceğini kabul ediyor.

İnternet bazlı kamuoyu yoklamaları yapan YouGov’un açıkladığı son araştırma, hem iktidardaki İşçi Partisi’ni hem de Tory’ler olarak bilinen muhalefetteki Muhafazakar Parti’yi harekete geçirdi.

Bu araştırmaya göre , İngiltere’deki kadın seçmenlerin % 29’u İşçi Partisi’ni, % 37’si Tory’leri destekliyor. İngiltere’de kadınların ağırlıklı olarak muhafazakar eğilimli olduğu biliniyor; ama 1997 seçimlerinde Tony Blair bu seçmen grubuna hitap etmeyi başarmıştı.

İşçi Partisi, zaten ekonomik sıkıntıların ve son yerel seçimde uğradığı bozgunun da etkisiyle, 13 yıla yaklaşan iktidarında iyice yıpranmış olduğundan, kadın oylarını kaybetme lüksü yok. Muhafazakar Parti ise, lehine gelişen bu durumu korumaya çalışıyor.

***

Her iki parti de, öncelikle “cybermums” denilen kadın grubuna ulaşmaya çalışıyor. Amerika’da “soccer moms” olarak adlandırılan kadınlara karşılık gelen bir terim bu. Orta sınıftan, eğitimli ama çalışmayıp çocuklarını büyüten ve internet üzerinde annelere yönelik sitelerde aktif olan genç kadınlar bunlar.

İşçi Partisi Başkanı ve Başbakan Gordon Brown’ın, bu gruba verdiği mesaj şu: Eğer Tory’ler kazanır ve harcamalarda kısıntıya giderlerse, bundan en çok etkilenecek olanlar sizsiniz...

David Cameron ise, kadınları siyasete çekmek ve partisinde daha dengeli bir temsil sağlamak için bazı öneriler sunuyor. Partisinde daha önce yaşanan bazı olayları hatırlatarak, parlamenter adayları belirlenirken kadınların adaylıktan çekilmeye zorlanması halinde, seçime sadece kadınlardan oluşan listeyle gidilmesini istiyor.

Kadın adayların erkeklere göre çok daha yüksek bir çıtayı aşmak zorunda olduğunu söylüyor Cameron. “Kapıyı açıp ‘Hoş geldiniz’ desek bile, partiye geldiklerinde karşılarında yine bir salon dolusu erkeği buluyorlar” diyor. Bu konuda partisinden gelen itirazlar olsa da, değişikliğe kararlı gözüküyor Tory’lerin lideri.

Bütün bu tartışmalar medyada da etkili oluyor. BBC, tamamen kadın katılımcılardan oluşan “Question Time” adlı bir politik tartışma programı başlattı. Kadın erkek eşitliğinin önündeki engellerin kaldırılması için çalışan sivil toplum örgütleri ise, bu konuda siyasi partileri zorlayan kampanyalar yürütüyor.

Sonuç olarak İngiltere, genel seçime kadınların siyasi ve toplumsal alandaki rolünü genişletici politikaları tartışarak hazırlanıyor. Üstelik bunu onların sınıfsal konumunu öne çıkararak yapıyor.

***

Ben bu gelişmeleri ilgiyle ve imrenerek izliyorum... 21. yüzyılda Türkiye, siyasi partilerin kadınları hâlâ giyimleri üzerinden tartıştığı bir ülke...

Çarşafın, türbanın, kadınlar için özgürlük olarak gösterilmeye çalışıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Erkek egemen kültürde, kadını sınıfsal kökeninden ayırıp cinsel bir obje haline getiren anlayış var ülkemizde...

Oysa Tekel işçilerinin grevinde görüldüğü gibi, sınıfsal perspektiften bakıldığında, türbanlı kadının da başı açık kadının da ortak sorunları ve endişeleri var.

Çağdaş bir sol partinin yapması gereken, o sorun ve endişeleri giderecek çözümler üretmektir. Erkeklerin dayattığı ve kadını çağ gerisine iten çarşafı özgürlük adına savunmak aldatmacadır...

İngiltere örneği, bana bir kez daha kadın hakları konusunda ne kadar geriye gittiğimizi hatırlattı...

21 Mart 2010 Pazar

Gazeteler ve iktidar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Mart 2010

Yazılı basının son yıllarda yaşadığı travma, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada tartışılıyor. Dijital devrimin etkisiyle sarsılan ve sürekli okuyucu kaybeden gazeteler, art arda iflas bayrağını çekiyor.

Öyle ki; dünyanın en büyük gazeteleri bile, krizi bir şekilde atlatmak için eleman çıkarıp masrafları kısma yolunu deniyor. Ama bunun da yeterli olmayacağı; çünkü geleceğin artık elektronik ortamda kurulduğu, yaygın olarak savunuluyor.

Ben, daha önce de yazdığım gibi, yerleşen alışkanlıklar ve gazete markasına duyulan güven nedeniyle, yazılı basının bir süre daha varlığını koruyacağını düşünüyorum. Ama aynı zamanda, elektronik ortama yatırım yapılmasını da zorunlu görüyorum.

Ben de gazeteyi elime alıp okumanın verdiği hissi tercih edenlerdenim. Ancak itiraf etmeliyim ki, ufkumu genişletip farklı görüşler sunan yazıların çoğunu da internet üzerinden yayın yapan bağımsız sitelerde buluyorum.

Bunlardan birisini geçenlerde TruthDig'de okudum. TruthDig, “Drilling beneath the headlines” şeklinde bir sloganı benimsemiş, bağımsız ve ilerici bir internet dergisi. Manşetlerin yarattığı sansasyonun gözleri kör ettiği bir ortamda gerçekleri ortaya koyma adına önemli bir işlev görüyor.

***

Gelelim TruthDig sayesinde okuduğum yazıya... Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges’in kaleme aldığı makale, medya üzerine yazılan bir kitap hakkında.

The Death and Life of American Journalism: The Media Revolution that Will Begin the World Again” (Amerikan Gazeteciliğinin Ölümü ve Yaşamı: Dünyayı Yeniden Kuracak Medya Devrimi) adlı bu eserin yazarları, Illinois Üniversitesi’nden Prof. Robert W. McChesney ve The Nation dergisinden John Nichols.

Oldukça kapsamlı bir içeriği olan kitapta, temel olarak söylenen şu: Son 125 yıldır şirket gibi yönetilerek, reklama bağlı bir şekilde varlığını devam ettiren gazete modeli artık sona erdi. Gazeteciliği koruyacaksak, bunu ancak sansürsüz, kâr amacı gütmeyen, reklama bağlı olmayan bağımsız habercilikle yapabiliriz. Bu nedenle gazetecilik bir kamu hizmeti olarak değerlendirilmeli ve hükümet, kurtarma amaçlı olarak finansal katkıda bulunmalıdır.

Böyle bir görüş, Türkiye'de ancak kahkahalarla karşılanabilir. Beğenmediği gazetelerin okunmamasını öneren, köşe yazarlarını dükkandaki tezgahtar yerine koyup hedef alan, görülmemiş vergi cezalarıyla medya sahiplerini yıldırmaya çalışan bir iktidarın, gazeteciliği korumak adına herhangi bir katkı yapması beklenemez elbette...

Ayrıca, hükümet böyle bir katkı sağlarsa, editoryal tercihlere doğrudan müdahale edeceği için, zaten bağımsız habercilik hayal olur.

Fakat Amerika ve Avrupa’da durum farklı. Oralarda yaşam savaşı veren gazetelere bir tekme de hükümetlerden gelmiyor. Tam tersine, hükümetler, demokrasinin olmazsa olmazı olarak görülen gazeteleri kurtarmak için çaba harcıyor.

Fransa'da Sarkozy'nin basına sağladığı kaynaktan sonra, aynı yönde çalışmalar, İngiltere ve Amerika'da da ciddi şekilde gündemde.

Kanımca böyle bir yardım, ancak medyanın bağımsızlığının garanti altına alındığı çok gelişmiş bir demokraside sonuç verebilir. Çünkü aksi halde, devlet yardımı alan bir kuruluşta bağımsız gazetecilik yapmak, ancak bir oksimoron olabilir...

Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta şu: Hep demokrasi kültürümüzün gelişmediği söylenir ya; 21. yüzyılda gazetecilik ve iktidar ilişkisi, bence bunu kanıtlayan en çarpıcı örnek.

Avrupa ve Amerika, gazeteleri nasıl kurtarırız diye kafa yorarken, bizde hâlâ “beni sevmeyen ve eleştiren ölsün” mantığı işliyor...

14 Mart 2010 Pazar

Serdar Turgut'un yazısı üzerine

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Mart 2010

Serdar Turgut, Akşam'daki köşesinde bir süredir 21. yüzyılda inancın güçleneceğini, dindarların sayısının artacağını savunan yazılar yazıyor. O yazılardaki temel fikre katılmasam da, hepsini ilgiyle okuyorum.

Son olarak 5 Mart'taki “Tanrı üzerine” başlıklı bir yazısında, ateistlerin savunduğu görüşlerdeki felsefi meselelere kafa yoran düşünürlerin de ortaya çıktığını söylüyor Serdar Turgut.

Ve bunları ikiye ayırıyor: Birincisi, Norman Mailer gibi dindar olmayan ama evrenin kurgulayıcısı olarak Tanrı’ya inananlar.

İkincisi, Alain de Botton’un ortaya attığı ateistler için din kavramını benimseyenler.

Bu kısa bilgiyi verdikten sonra, neden Serdar Turgut’un yazısındaki görüşlere katılmadığımı anlatayım:

1-Turgut, “ateistler için din” kavramını anlatırken, “İnsanlar tüm bu arayış zahmetine girmeden kendilerini bir dinin rahatlatıcı kucağına bıraksalar daha iyi olmaz mı?” diye soruyor.

Sonra da diyor ki: “Gayet tabii ki olabilirdi ama modern insanın beyni soru sormadan, sorgulamadan duramıyor işte.

Öncelikle, bana göre, Alain de Botton’un öne sürdüğü “ateistler için din” kavramı, yanlış bir çıkış noktasından hareket ediyor.

Çünkü ateistler, organize dinler varlığı kanıtlanamayan tanrısal gücü savunduğu için onlara inanmayı reddediyor ve gerçekte herhangi bir din arayışında da değil.

"İnsanların İnançları olmasa da, dini mekanları gezmekten hoşlandığı için dini ritüellere ihtiyaç duyduğu ve bu nedenle bir butik dinin yaratılması gerektiği" şeklindeki görüş, doğrusu çok temelsiz görünüyor...

Ayrıca, Turgut’un kendi sorusuna verdiği yanıt, inanç konusunda söylediklerini tutarsız kılıyor.

Mesele şu ki; ateistler ve agnostikler, “Tanrı’nın olmadığına % 100 inanıyoruz” demiyor. Onların dediği şu: “Biz, Tanrı’nın var olduğuna % 100 inanmıyoruz.”

Kendilerini organize dinlerin kucağına bırakmamalarının nedeni, bu konudaki sorgulamanın yasaklanmış olması...

Kesin olan şu ki; modern insan beyni, sunulanları tartışmasız kabul etmek yerine, soru sormayı beyinsel faaliyet açısından daha rahatlatıcı buluyor.

2-Serdar Turgut, “Ateizm Öldü” başlığı altında yazdığı bölümde, 21. yüzyılda inancın güçleneceği öngörüsünde bulunuyor.

Oysa bunu destekleyen herhangi bir araştırma ya da bilimsel çalışma mevcut değilken; son yıllarda bunun tersini ortaya koyan birçok araştırma yapıldı.

Örneğin Amerika’da yapılan “The American Religious Identification Survey” adlı çalışmaya göre, ülkede herhangi bir dine bağlı olmadığını açıklayan ateist ya da agnostiklerin oranı, son 18 yılda 50 eyalette birden artış gösterdi. 1990’da % 8 olan bu oran, yaklaşık iki katına çıkarak % 15’e ulaştı.

Pew Research Center tarafından yapılan bir araştırmada ise, 65 yaş üstündekilerin üçte ikisi, dinin kendileri için çok önemli olduğunu söylerken; bu oranın, 18-29 yaşlarındaki gençler arasında yüzde 44’e indiği görüldü.

Avrupa’da önemli bir ateizm dalgası olduğu ise bilinen bir gerçek; araştırmalar da bunu destekliyor. Bütün bunlar göz ününde bulundurulduğunda, 21. yüzyılda inancın güçleneceğini iddia etmek, bugün olanaklı değildir.

Belki bazı ülkelerin kendi iç dinamikleri nedeniyle inanca yönelik eğilimlerinde artış olabilir; ancak bunun bütün dünya ve yüzyıl için geçerli olacağını söylemek, geçerli bir dayanaktan yoksundur...