21 Şubat 2010 Pazar

Bir şarkının çağrışımları

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Şubat 2010

Uzun süredir heyecanla beklediğim bir albümü geçen hafta elime alabildim. Albümü internet üzerinden satış yapan, Londra’daki bağımsız bir CD dükkanından aldığım için elime geçmesi biraz uzun sürdü.

Ancak o sabırsız bekleyişe değeceğini biliyordum. Çünkü çok sevdiğim post-punk grubu The Durutti Column’ün son çalışması “A Paean To Wilson”dı gelen. The Durutti Column, bu albümle, efsanevi Haçienda kulübünün ve Factory Records’ın kurucusu Tony Wilson’a şükranlarını sunuyor.

24 Hour Party People” filmini izlediyseniz, Tony Wilson’ı hemen hatırlarsınız. “Mr Manchester” adıyla tanınan Wilson’ı filmde Steve Coogan canlandırmıştı.

Wilson, ilk olarak The Durutti Column, ardından Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları Factory Records’a bağlayan menajerdi.

Wilson, 2007’de kanserden ölünce, ilk evladı olarak gördüğü The Durutti Column, onun anısına bu albümü yaptı. Burada albümün olağanüstü müzikal kalitesini anlatmayacağım. Çünkü bu bir müzik yazısı değil.

***

Bu yazıda anlatmak istediğim şey, özellikle bir şarkının bana düşündürdüklerinden söz etmek. Şarkının adı “How Unbelievable”; yani “Ne Kadar İnanılmaz”. Son bir haftadır yüzlerce kez dinledim bu şarkıyı...

Müzik yazılarımı okuyan Cumhuriyet okurları farkındadır; ben müzikle nefes alıp veren biriyim. Benim için, ertesi sabah ayağa kalkma isteği yaratan en önemli sebeplerden birisi müzik. O nedenle, bir şarkıyı çok seversem, garip bir şekilde, günlerce sürekli onu dinlediğim zamanlar oluyor. Bu da onlardan birisi...

Şarkının büyüleyici ve son derece dokunaklı melodisine, aynı sözcükleri adeta mırıldanarak tekrarlayan bir kadın sesi eşlik ediyor. Ama kadının söyledikleri değil çarpıcı olan...

Müziğin yavaşladığı bir yerde, şarkının tam ortasında, Tony Wilson’ın hasta yatağında kaydedilmiş konuşma sesi duyuluyor: “Ne kadar inanılmaz ki, İşçi Partisi 10 yıldır iktidarda ve bu ülkedeki gelir dağılımı uçurumu daha da büyüdü” diyor. Tam bu anda müziğin yaylılarla yükselişi etkiyi iyice artırıyor.

Şarkının sonuna doğru Tony Wilson tekrar giriyor devreye. “Sosyalizm, kendi kompleks yapısı içinde, yüreğinizin derinliklerinde hissettiğiniz şu temel inanca dayanır: Yoksul bu derece yoksul, zengin de bu derece zengin olmamalıdır. Britanya’da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyümüştür.

***

Bu şarkıyı dinlerken ben de Türkiye’deki inanılmaz olayları ve çelişkileri düşündüm ister istemez...

Ne kadar inanılmaz ki, dokunulmazlıkları kaldırma sözü vererek iktidar olan bir parti 8 yıldır iktidarda ama milletvekilleri hâlâ dokunulmaz...

Ne kadar inanılmaz ki, yolsuzlukların üzerine gideceğini söyleyenler Deniz Feneri skandalının üzerini örtüyor...

Ne kadar inanılmaz ki, mazlumun, yoksulun hakkını savunacağız diyenler, hakkını arayan Tekel işçilerini çoluk çocuk perişan ediyor...

Ne kadar inanılmaz ki, halk egemenliği kavramını dillerine dolayanlar, seçime giderken hâlâ yüzde 10 barajını kaldırmıyor...

Ne kadar inanılmaz ki, seçim zaferi sonrasında herkesin başbakanı olacağını iddia edenler, eczacıyla, doktorla, yargıyla, işçiyle, herkesle kavgalı...

Ne kadar inanılmaz ki, ulusal çıkarları savunduklarını söyleyenler, bu ülkenin askerinin başına çuval geçirenleri ağırlıyor...

Benzer durumları art arda sıralayıp sayfalarca uzatabilirim. Çünkü Türkiye, inanılmaz bir dönemden geçiyor. Ne kadar inanılmaz ki, demokrasi geliyor diye sevinenler de, sivil faşizme doğru gidildiğini görmüyor...

Tony Wilson’a ve The Durutti Column’e şükranlarımla...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kadın meta değildir!

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Şubat 2010

Geçen hafta bir cinayet haberiyle sarsıldık. Duymayanlar için hatırlatayım. Aralık ayında polise yapılan bir ihbar sonucunda, Adıyaman Kahta’da bir evin bahçesindeki kümese gömülü bir ceset bulunmuştu.

Polis ekipleri, toprağı 2 metre kazınca, bir süre önce ailesi tarafından kaybolduğu bildirilen 16 yaşındaki Medine Memi’ye ait cesetle karşılaştı. Boynunda bir eşarp, elleri bağlı, oturur vaziyette bir ceset... Olay üzerine, kızın dedesi ve babası tutuklandı.

Bu haber, gazete ve televizyonlarda yer aldı; ama ilk anda Türkiye’nin çalkantılı gündeminde ön sıralarda yer bulamadı kendisine. Çünkü birtakım iddialarla birbirlerini suçlayan gazeteciler, çok yoğundu. “Sen darbecisin!”, “Sen yandaşsın!”, “Sen döneksin!” lafları havada uçuşuyordu. Ancak birkaç gün sonra Hürriyet olayı manşetine taşıdı.

Siyasetçilerse, çok ateşli bir hafta geçirdi. Yıllar önce olmuş bir olayı bugün kullanmak için saklayan iktidar, yine mağdur rolüne soyundu. “Peygamber” lafı üzerine Meclis’te yumruklar konuştu.

Bu arada benim aklım Medine’de kaldı. Biliyorum ki, onun gibi yüzlerce Medine var bu ülkede... Her yıl Türkiye’de 200’den fazla töre ve namus cinayeti işleniyor. Genç kızlar, kadınlar birer mal gibi kullanılıyor, direnen olursa da ortadan kaldırılıyor...

Bakın, Medine tavuk kümesine gömülmeden önce neler olmuş? Hiç okula gitmemiş Medine, tarikatçı babası ve dedesi tarafından sürekli şiddet görmüş.

Bir defasında yine dayak yüzünden polise şikayetçi olmuş. Yakınlarının anlattığına göre, eve gelen polisler, buldukları ruhsatsız tabancaya el koymuş. Dede ve baba, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış.

Ancak kısa bir süre sonra, Medine, yine dayak iddiasıyla polisin kapısını çalmış. Bunu duyan dede ile baba, sürekli polise gitmesine tepki gösterip kızı tartaklamış. Bu sırada Medine, başını duvara çarpıp ölmüş. Bunun üzerine panikleyen aile, bahçedeki kümesin altına açtığı çukura kızı gömmüş.

Yapılan Adli Tıp incelemesinde, Medine’nin midesinde ve ciğerlerinde toprak bulundu. Bu demek oluyor ki, zavallı kızcağız canlı canlı gömülmüş!

***

Ben, bu tür cinayetlerin artık neredeyse alışıldığı bir Türkiye için tarifsiz bir üzüntü duyuyorum. Okuduğum günden beri gece uykularımı kaçıran bu haberin ülkem adına nasıl büyük bir utanç olduğunu izliyorum...

Bütün dünya basınında şu başlıkla çıktı bu haber: “Turkish Girl Buried Alive for Talking to Boys”... Yani Türk kızı, erkeklerle konuştuğu için diri diri gömüldü...

Siz istediğiniz kadar yüz binlerce dolar harcayıp moda haftası açılışına Meg Ryan’ı getirin, istediğiniz kadar İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti oldu diye sevinin, bu tür haberler duyuldukça, insanların aklındaki Türkiye imajı bellidir...

Onları bırakın; kendimizle yüzleşelim. Sizin aklınızdaki Türkiye imajı nasıl? Gerçekten, lüks alışveriş merkezlerine, güzel mekanlara, defilelere bakıp, “Ya biz çok medenileştik” mi diyorsunuz? Bana sorarsanız, töre ve namus cinayetlerinin yaşandığı bir ülke, uygar olamaz...

O nedenle yetkililere diyorum ki; mesainizi türbanı kamusal alanlara sokmak için harcayacağınıza ya da kadına durmadan üç çocuk doğurmasını öğütleyeceğinize, onları sosyal, kültürel ve ekonomik hayata katacak daha büyük adımlar atın!

Başbakan olarak sigara kampanyasına verdiğiniz destek gibi, her gittiğiniz yerde bu konuya da değinin. Siyasetçiler, sivil toplum önderleri, gazeteciler, kadının bir meta olmadığını anlatın bu halka!

Anlatın ki, kadın katliamı son bulsun...

7 Şubat 2010 Pazar

Psikopat bir darbe

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Şubat 2010

Türkiye’nin darbe tartışmalarına boğulduğu bugünlerde, okyanusun ötesinde Amerika’da da darbe konuşuluyor. Ama ordakinin öyle garip bir kod adı yok: “Kansız şirket darbesi” diyorlar olan bitene...

Haber sitelerinde, bloglarda büyük bir panik yaşanıyor. Ne mi oldu? ABD Yüksek Mahkemesi, aldığı bir kararla demokrasiye gerçek bir balyoz indirdi.

Fakat orada ne olduğu anlaşılamayan birtakım iddialar ya da uçuk senaryolar yok; açıkça ilan edilen bir kanun değişikliği var.

Yüksek Mahkeme, 21 Ocak tarihli kararıyla, şirketlerin ve tüzel kişilerin seçimlerde bir politik adayı desteklemek için yapacakları bağışların ve reklam harcamalarının sınırını kaldırdı.

Oysa ülkede o güne kadar geçerli olan kanuna göre, şirketler ve tüzel kişiler, PAC (Siyasi Faaliyet Komiteleri) adı ile bilinen çıkar grupları kurarak, bir adaya en fazla 5 bin dolar, ulusal parti komitesine en fazla 15 bin dolar bağış yapabiliyordu.

Mahkemenin 4’e karşı 5 oyla aldığı kararın gerekçesi, tüzel kişilerin de gerçek kişiler gibi ifade özgürlüğüne sahip olması gerektiği. “Kurumsal vatandaşlık” (corporate citizenship), Amerika’da 1800’lerden beri süregelen eski bir tartışma.

Konuyu bu çerçevede ele alanlar, şirketlerin sonuçta hissedarları temsil ettiğini; bu nedenle de, yasalar nezdinde gerçek kişilerle aynı muameleye tabi tutulmalarının doğru olduğunu savunuyor.

***

Tam bu noktada tartışmanın içine dalıp şu soruları sormak gerek:

-Tüzel kişiler gerçek kişilerle aynı haklara sahipse, acaba seçimlerdeki etkileri de aynı mıdır? Başka bir ifadeyle, yıllık kârının yüzde birini kullanarak bir başkanlık adayının seçim kampanyasını finanse edebilecek dev bir şirketle gerçek bir insanın etkisi aynı mıdır?

-Dünyanın en çok kâr eden çokuluslu şirketlerine kıyasla sendikaların seçimleri etkileme gücü nedir?

-Bir politikacı, trilyonlarca doların seçim kampanyalarına yatırılacağı böyle bir sistemde, özel çıkarların temsilcisi olmaktan nasıl kurtulur?

-Political speaker” olarak tanımlanan şirketlerin ifade özgürlüğü, “istenilen ölçüde para harcamak” olarak mı değerlendiriliyor?

-Öyleyse, para harcayamayan ya da parası diğerlerine göre daha az olanların ifade özgürlüğü daha mı azdır?..

Görüldüğü gibi, bu absürd durumu incelemeye devam ettikçe, sorular da ister istemez giderek garipleşiyor...

***

Aslında demokrasiye inanan Amerikalıları paniğe sürükleyen neden kısaca şu: Ülkede yönetimin psikopatların eline geçtiğini görüyorlar. “İktidarda Obama yönetimi olduğuna göre, psikopatlar Demokratlar herhalde,” diye düşünebilirsiniz. Ancak işin özü farklı...

2003 tarihli “The Corporation” adlı bir belgesel vardı hatırlarsanız. Gösterime girdiğinde büyük ses getiren film, Amerikan yasalarına göre hukuksal anlamda birer “kişilik” olan şirketlerin, dünyayı nasıl yönettiğini anlatıyordu.

O filmde, uzmanlarla yapılan görüşmelerden şu sonuç çıkıyordu: Şirketler insan olsaydı, psikopat olarak tanımlanırdı. Gözü kendi çıkarından başka bir şey görmeyen ve önüne gelenin kanını emip sömüren kişiliklerdi bunlar...

Elbette insanların hayatına değer katan hizmet ve ürünleri etik bir şekilde üretenler de var. Ancak sorun şu ki, dünya, onların değil kapitalist düzende vampirleşen şirketlerin egemenliğinde...

İngiliz hukukçu Baron Thurlow’un ta 18. yüzyılda dediği gibi, gerçek insan muamelesi gören bu şirketlerin ne lanetlenecek ruhları ne de hapsedilecek bedenleri var.

Biraz geç oldu ama, Amerikalı paniklemesin de ne yapsın?

Alın size en psikopatından bir darbe...

Hem de özgürlükler ülkesi, demokrasi ihracatçısı Amerika’dan...

31 Ocak 2010 Pazar

Emperyalizmin Haiti felaketi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Ocak 2010

2010, insan doğasına olan inancımı sarsan olaylarla devam ediyor. Haiti’deki depremden sonra yaşananlar ise, bu sarsıntıyı doruk noktasına çıkardı. Ölü sayısının yüz bini bulduğu söylenen bir yerde, toplu mezarlığın ortasında, aç, susuz günlerdir sokakta yatıyor Haiti halkı...

Zaten borç batağı içinde kıvranan yoksul bir ülkeyi silindir gibi ezip geçen deprem, sonuçta doğal bir felaket. Ancak Haiti’nin koşullarını yakından incelerseniz, bir bakıma da hiç doğal değil...

Depremin yarattığı yıkım, ülkedeki aşırı yoksulluğun etkisiyle çok daha büyük boyutlara ulaştı. Şimdi Batı medyasındaki yorumcular, Haiti’deki evlerin yüzde 60’ının uygun olmayan zeminler üzerine inşa edildiğini, bu nedenle zararın çok olduğunu tekrarlayıp duruyor.

Bu doğru; ama evlerin o zeminlere yapılmasını kim sağladı?

***

Emperyalist ülkeler, neoliberal politikaları dayatıp, ormanlık alanları yok etmeseydi, zarar bu kadar olur muydu? Sömürgeci devletler, rant için ülkedeki zenginleri kışkırtan politikalar izlemeseydi Haiti bu kadar geri kalır mıydı?

Amerika, Castro’ya karşı antikomünist güç dengesini gözetip, Haiti’de diktatör Duvalier ailesine destek vermeseydi, ülke bugün bu durumda mı olurdu?

Bebe Doc Duvalier, 1970 ve 80’lerde Haiti’yi Amerikan sermayesinin sömürüsüne açmasaydı, toprakları yağmalanan çiftçiler iş bulmak umuduyla başkent Port-au-Prince’e akın eder miydi? Nüfusu 1950’lerde 50 bin olan bir kent, bugün 2 milyon insanın yaşadığı bir kent olur muydu?

1980’lerde halk tarafından toprak reformu yapması umuduyla Cumhurbaşkanı seçilen Jean-Bertrand Aristide, 1991’de Amerikan destekli bir darbe ile görevden alınmasaydı, Haiti toprakları rahatça yabancı sermayeye peşkeş çekilir miydi?

Amerika, Aristide hükümetini dize getirmek için ambargo başlatmasaydı, Haiti halkı bu kadar yoksul olur muydu?

1994’te Bill Clinton adaya asker gönderdiğinde, göreve iade edilen Aristide, neoliberal planları uygulamaya razı olmasaydı, Haiti bugünkü kadar geri kalır mıydı?

Amerikan hükümeti, 2004’te Haiti’nin yönetici seçkinleriyle işbirliği yapıp, Aristide hükümetini deviren ölüm timlerine arka çıkmasa, Birleşmiş Milletler ülkeye asker yığabilir miydi?

Yığılan o güçler, yoksulluğu ve yolsuzluğu gidermeye çalışacak yerde, orman yağmasının, yolsuzluğun önünü daha da açmasaydı, ülkenin altını üstüne getiren doğal felaketlerin etkisi bu kadar aşırı olabilir miydi?

Neoliberal politikaları uygulamak üzere başa getirilen Gerard Latortue hükümeti, ambargo sonrasında ülkeye giren milyarlarca doları şahsi hesaplara aktarabilir miydi?

***

2006’da Cumhurbaşkanı seçilen ve Amerikan planlarını uygulamaya devam eden Rene Preval, görünürde iktidarını sürdürürken, emperyalizm Haiti’yi sömürmeye devam ediyor.

Şimdi de Obama hükümeti, deprem bahanesiyle adaya asker yığıyor. Haiti’ye deprem nedeniyle 100 milyon dolar yardım yapılacağı sözünü vermiş Obama...

Eğer gerçekten yardım etmek istese, ülkeye verdikleri bunca zararı da düşünerek, tüm borçlarını silmesi gerekir. Ama silmez... Çünkü Haiti, hâlâ Inter-American bankasına yüklü miktarlarda borç ödüyor.

Amerika, bildiğiniz gibi, bankaları kurtarmak için insanların harcanmasıyla ünlü. Kapitalizmin altın kurallarının başkandan başkana değişmediği bir ülke, kendi halkı için yapmadığını Haiti halkı için yapar mı?

Bakın Amerika'da aşırı sağın önde gelen figürlerinden Pat Robertson ne diyor? Haiti halkı, 200 yıl önce Fransız sömürgecilere isyan edip özgürlüğünü kazandığı için cezalandırılmış....

Sözün bittiği noktadır bu...

24 Ocak 2010 Pazar

Kitap insandır

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Ocak 2010

Geçen hafta birkaç günü kar fırtınası altındaki Berlin’de geçirdim. Kenti esir alan soğuk hava dalgası, öylesine güçlüydü ki, bende istem dışı titremeye yol açtı. Bir yerde okumuştum; insan, bir kenti sağanak yağmur altında görürse, orayı daha zor unuturmuş. Yaşanan güç koşulların etkisinden olsa gerek.

Bilim açısından ne derece geçerli bir bilgi tam emin değilim; ama bu doğruysa, aynı mantığı yürüterek, benim Berlin’i unutmamın hiç mümkün olmadığını söyleyebilirim. Gerçekten de, kar fırtınası ve dondurucu soğuk, orada geçirdiğim günleri hafızama kazıdı.

Ama Berlin’i daima hatırlamamı sağlayacak asıl faktör başkaydı. Öyle etkileyici bir anıt gördüm ki, tam anlamıyla sarsıldım. Herkesin kendini eve kapadığı bir gün, ben kendimi sokağa atıp Bebelplatz’a gittim.

Humboldt Üniversitesi, “Alte Bibliothek” adlı eski kütüphane, tarihi opera binası ve St. Hedwig Katedrali’nin yer aldığı geniş bir meydan Bebelplatz. Bugünkü ismi, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucularından August Bebel’in soyadından geliyor.

Ancak 1911 ile 1947 tarihleri arasında Avusturya İmparatoru’nun adı verilerek “Kaiser-Franz-Josef-Platz” denmiş buraya. 1741-1743 yılları arasında inşa edilen meydan, kim bilir neler gördü, neler geçirdi yüzyıllar boyunca?..

Onca olay arasında en unutulmazı 20. yüzyılda yaşanmış olmalı ki, çok sade ama müthiş çarpıcı bir anıtla simgeleştirilmiş o an. Anıtlar, her zaman iyi ya da güzel olanı hatırlatmıyor ne yazık ki...



Bebelplatz’daki anıt da, tarihin en büyük utançlarından birisini ölümsüzleştirmiş. Micha Ullman adlı sanatçı, 10 Mayıs 1933’te Nazi gençlik örgütünden öğrencilerin gerçekleştirdiği kitap yakma olayını, herkese ders olması için, bu anıtla gelecek kuşaklara aktarmış.

Meydanın ortasındaki taş zeminde, kenarları çerçevelenmiş, kare şeklinde transparan bir panel görüyorsunuz. Merak edip yaklaşınca, yerin altında bir kütüphaneyle karşılaşıyorsunuz. Fakat beyaz bir ışıkla aydınlatılan beyaz renkli kitap rafları bomboş...

1933’te, gençlerin, Nazilerin yasakladığı ve kütüphanelerden toplanan kitapları yakışını simgeliyor bu raflar. Aslında yakılan 20 bin kitabın sığacağı kadar geniş bir kütüphane var yerin altında...

77 yıl önce ateşe verilen o kitaplar arasında August Bebel, Bertolt Brecht, Karl Marx, Heinrich Heine, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın da kitapları vardı. Sözcükler kül olup giderken, büyük bir kalabalık da olan biteni izlemişti.

Anıt çevresinde şair Heinrich Heine’ın çerçeve içine alınan şu sözü dikkat çekici: “Sonunda, insanlığı da kitapları yaktıkları yerde yakacaklar.” Heine, bu sözü 1820’de söylemiş. Onun 19. yüzyılda öngördüğü felaket, 20. yüzyılda gerçekleşti. Naziler, kitaplar gibi insanları da yaktı...

Ama düşünceler ölmedi! Humboldt Üniversitesi’nin öğrencileri her yıl 10 Mayıs’ta bu utancı hatırlatmak için aynı meydanda kitap satışı düzenliyor. Herkes istediği kitabı alıp okuyor!

Bugün 21. yüzyılda hâlâ kitap yasaklayanların, gidip o anıtın çevresinde biraz zaman geçirmesini dilerim.

18 Ocak 2010 Pazartesi

İslam paranoyası yine depreşti

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ocak 2010

Yeni bir yıla girdiğimiz bugünlerde, Amerika’da Müslüman paranoyası yeniden depreşti. Aslında bu, 11 Eylül’den beri ülkedeki aşırı sağ kesimin aklından ve ruhundan çıkmış değildi. Ama toplumda yeniden başat rol oynaması için bir kıvılcım gerekiyordu. O da bulundu...

Noel günü Amsterdam’dan kalkıp Detroit’e gitmek üzere havalanan bir Amerikan uçağında terörist eylem girişimi meydana geldi. 23 yaşındaki bir Nijeryalı, uçağı havaya uçurmaya kalkınca ülke alarma geçti. Aşırı sağ, bu olayı kullanıp içinde biriken öfkeyi kusmakta gecikmedi.

Son haftalarda Amerikan medyasını izlediğinizde şu tür cümleler duyuyorsunuz:

18-28 yaşları arasındaki Müslüman erkeklerin, strip search (yolcunun kıyafetlerini tamamen çıkararakya da X-ray makinelerinden geçirilerek yapılan tüm vücut taraması) yöntemiyle aranması gerekir.” (Emekli General Thomas McInerney)

İslam bir din değil, ideolojidir.” (Emekli General Thomas McInerney)

Adı Abdullah, Ahmet ya da Muhammet olanların ayrılıp incelenmesi için ayrı bir sıra olmalı.” (Radyo programcısı Mike Gallagher)

“Bu teröristlerin hepsi Müslüman. Bizim bugünkü ana düşmanımız da bu. O zaman neden insanları dinlerine göre ayrıştırıp izlemeyelim?” (Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi Üyesi Peter King)

Bütün bu garip düşünceleri savunanlara sormak lazım: Peki, o zaman havalanında insanlara hangi dinden olduklarını mı soracaksınız?

Ya İslam dinine mensup yüzbinlerce Amerikan vatandaşını ne yapacaksınız?

Müslümanlar doğrudan terörist muamelesi mi görecek?

Bu durum, Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı muameleyi hatırlatmıyor mu?

***

Ben bunları soruyorum ama sanırım Obama yönetiminde bu basit mantığı yürütecek kimse yok... Çünkü Detroit uçağındaki olaydan sonra, Amerika, 14 ülkelik bir liste yayımlayarak, bu ülkelerden gelen yolculara “potansiyel terörist muamelesi” yapan bir güvenlik uygulaması başlattı.

Listede yer alan ülkeler, Küba, İran, Sudan, Suriye, Afganistan, Cezayir, Irak, Lübnan, Libya, Suudi Arabistan ve Somali. Bu ülkelerden ABD’ye gidecek olanlar, bundan sonra, tüm vücut taraması dahil çeşitli aramalardan geçirilecek.

Kimileri, Amerika’nın terör saldırılarını önlemek için bu yöntemleri uygulamak zorunda olduğunu söylüyor. Onlara şunları soruyorum:

-Nijeryalı terörist, üzerindeki bomba düzeneğiyle nasıl bir dizi güvenlik kontrolünden geçip Detroit uçağına binebildi?

-Babasının haftalar önce Amerikalı yetkilileri uyarmasına karşın, bu kişi neden uçuş yasaklılar listesine konmadı?

-Vizesi neden iptal edilmedi?

Obama bile bu işte güvenlik açığı olduğunu itiraf etmek durumunda kaldı. 11 Eylül olayında da, inanılmaz güvenlik açıkları ortaya çıkmamış mıydı?

Görünen o ki, Obama yönetimi, bu duruma çare arayacağına, ayrımcılığı körükleyen uygulamalarla Bush’un izinden gidiyor.

***

Bütün bunların Obama’nın Batılı dostlarıyla İran’a karşı yeni yaptırımları konuştuğu, Hillary Clinton’ın Yemen’deki durumun küresel bir tehdit oluşturduğunu söylediği, Amerika’nın Afganistan’daki savaşı hızlandırdığı günlere denk gelmesi de oldukça ilginç...

Söyler misiniz bana, yaşlı, çocuk, bakkal, manav, öğretmen demeden bütün bir ulusu teröristlerle aynı kaba koymanın mantığı nedir? Ne gibi bir ortak noktaları olabilir bu insanların? Müslüman olmak mı?..

Terörle mücadelenin yolu, başka dinden olanlara peşinen terörist muamelesi yapmaktan mı geçiyor?

Elbette geçmiyor ve emperyalist devletler de bunu çok iyi biliyor. Ama onların bildiği bir şey daha var: Din ve ırk temelinde ayrışma, lanet olası savaşları sürdürmeye yarıyor...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Türkiye de TSSB’ye mi tutuldu?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Ocak 2010

AlterNet’in Washington Büro Şefi Adele M. Stan, Amerikan halkının PTSD (Post-traumatic stress disorder) hastalığına tutulduğunu söylüyor. Türkçe’de Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlanan bu psikolojik rahatsızlık, Stan’a göre son 10 yılda Amerika’da yaşanan 13 olayın sonucu...

Bunların başlıcalarını şöyle sıralamak olanaklı:
-2000’deki Başkanlık seçiminde Amerikan demokrasisinin aldığı zarar
-11 Eylül olayı -Enron ve WorldCom skandalları
-Irak ve Afganistan’da yürütülen savaşlar
-Korku politikası kartını oynayan Bush’un ikinci kez başkan seçilmesi
-Ebu Garib ve Guantanamo’daki işkenceler
-Terörle mücadele kapsamında izleme ve dinleme yetkilerini genişleten “Patriot Act” adlı iç güvenlik yasası
-Katrina fırtınası ve sonrasındaki dram
-Ekonomik yıkım
-İlk siyahi Başkan’ın seçilmesiyle aşırı sağın yaşadığı travma ve bunun tetiklediği ırkçı kampanya
-Obama’nın sağlık reformu yasasını engelleme girişimleri, sosyalistlik iddiası ve “Tea Party” hareketiyle karşı travmaya sürüklenen Amerikan solu...

Bütün bunların, Amerikan toplumunda yerleşik bir inancı, “Amerikan Ayrıcalığı” (American exceptionalism) fikrinin yıkımına neden olduğunu belirtiyor Stan.

"Yaratıcılık ve çok çalışma gibi Tanrı vergisi faziletlere sahip her Amerikalının, gelişmiş demokrasiyle bezenmiş ülkesinde, diğer insanlardan daha üstün bir durumda olduğu fikrinin” sarsıntıya uğradığını söylüyor.

Bu gelişmelerin sonucunda, toplum, ulusal kimlik bunalımına giriyor ve yaşanan travmaya doğal tepki olarak öfke krizleri gündeme geliyor.

***

Amerika’nın bu sarsıcı 10 yıllık sürecinin yarısını New York’ta bizzat yaşadım. “Amerikan Ayrıcalığı” düşüncesinin nasıl çöktüğüne ve toplumsal kesimler arasındaki kavganın nasıl şiddetlendiğine tanık oldum.

2000’li yıllarda Türkiye’de olanlara bakınca, bugün Türk halkının da Amerika gibi TSSB hastalığına yakalanmış olduğunu söylemek olanaklı...

Gerçi Türkiye’de hiçbir zaman Amerika’daki gibi bir “ayrıcalık” düşüncesi var olmadı. Türkiye'de halk, hiçbir zaman ülkesinin diğer ülkelere göre her açıdan üstün olduğuna inanmış değildi.

Ama burada başka bir büyük yıkım vardı: Türkiye’de birlik, beraberlik düşüncesi, bir arada yaşama kültürü sarsıldı; etnik kimliğe göre ayrışma görülmedik şekilde ortaya çıktı. Bir ülkeyi ulus yapan değerlerin çevresinde oluşan bütünlük zarar gördü.

İçi boş çıkan açılımlar, toplumda derin bir hayal kırıklığı yaratırken, artan terörist saldırılar güvenlik duygusunu yerle bir etti.

Laikliğe karşı odak olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla saptanan bir iktidarın yönetiminde endişeler arttı.

Ardı ardına gelen şoklar bunlarla da sınırlı kalmadı. Hakkını aradığı için sokaklarda polislerce dövülüp, üzerlerine gaz bombaları atılan işçiler, aldığı aylık 31 lira zamla yaşamaya çalışan asgari ücretli ve umudunu yitiren işsiz milyonlar, son 8 yılın unutulmaz dramlarını yaşattı Türk halkına.

***

Bugünlerde kiminle konuşsanız, ülkede huzur ve barış içinde yaşama umudunun yok olduğunu söylüyor. Türkiye, bu büyük toplumsal travmaların etkisiyle ciddi bir stres bozukluğu yaşıyor.

Yeni yıla umutla başlamak isterdim ama uzmanların söylediğine göre, psikolojide bu hastalığın tedavisinde ilk aşama, sorunun varlığını kabul edip, ona neden olan düşünceleri belirlemek. Önerilen terapide, yeniden dengeyi sağlayacak normal bir düşünce sistemi hayata geçirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin yapması gereken de bu. Normalleşmenin sağlanması için, travmayı yaratan sorunları açıkça ve sakin bir şekilde konuşmak gerekiyor. Terapistlik görevi de herhalde deneyimli akil adamlara düşecek...