26 Ekim 2009 Pazartesi

Chomsky'den Nazi Analojisi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 25 Ekim 2009

Amerika, son birkaç aydır giderek şiddetlenen bir ideolojik çatışmaya sahne oluyor. Obama’nın başkan seçilmesi, ülkedeki aşırı sağı tam anlamıyla çıldırttı...

Bu çıldırma halinin en belirginleştiği platform ise medya... Glenn Beck, Rush Limbaugh, Billl O’Reilly, Michael Savage gibi medya figürleri, muhafazakârları ateşleyip, sağın lider boşluğunu fazlasıyla dolduruyor.

Gergin ortam öyle garip bir aldı ki, ülkede daha önce görülmeyen olaylar yaşanmaya başladı. Örneğin, ünlü Marksist filozof Slavoj Zizek’in New York’ta The Cooper Union’daki konuşması engellendi.

Zizek, “First as Tragedy, Then as Farce” adlı yeni kitabının tanıtımı için düzenlenen bir toplantıya katıldı. Ama konuşması, bir bomba ihbarı üzerine polis tarafından yarıda kesildi...

Bunun üzerine bina dışına çıkarılan Zizek, katılımcıların ayrılmak istememesi üzerine, konuşmasını sokakta sürdürmek durumunda kaldı.

Zizek’in yeni kitabının, yaşadığımız zorlu dönemde kendini yenileyip toparlaması için Sol’a bir çağrı olduğu biliniyor. Ayrıca, The New Rebuplic dergisinin, Zizek’i “Batı’daki en tehlikeli felsefeci” olarak nitelediğini de hatırlarsak, neden konuşturulmak istenmediğini anlayabiliriz...

Yine de, böyle bir olayın New York’un göbeğindeki The Cooper Union gibi seçkin bir eğitim kurumunda olması, hiç normal değil. Aynı binada Bush döneminde yapılan ve üç gün süren sosyalist bilimadamları toplantısını izlemiştim ben...

***

Amerika'da son dönemde olanların, normal sayılabilecek bir siyasi çekişmenin ötesine geçmesinden korkuluyor. Çünkü bir süredir ırkçı sesler daha fazla duyuluyor, toplumda ciddi bir kamplaşma hissediliyor. O kadar ki, Chicago olimpiyatları kaybedince, Cumhuriyetçiler kutlama bile yaptı...

Nitekim, son yaşananlar, Prof. Noam Chomsky’yi de ciddi şekilde endişelendirmiş. Ünlü dilbilimciye göre, ülkedeki gidişat ile Nazi Almanyası’na yol açan ortam arasında benzerlik var... “Bire bir aynı olmasa da, ürkütücü bir benzerlik var,” diyor Chomsky...

Ve yaptığı analojiyi şöyle anlatıyor: “1930’lar Almanyası’nda işsiz kalan çok sayıda insan, büyük sıkıntı çekiyordu ve durum giderek kötüleştiği için bir yanıt arayışı içindeydi. Şu anda da, Amerika’da milyonlarca işsiz insan, gelecek korkusu duyuyor. Onların aradığı yanıtı da aşırı sağ veriyor.

Halka şunu söylüyorlar: ‘Ülkeyi yöneten zengin liberaller, her şeye sahip, hükümet, medya onların elinde. Ama sizi düşünmüyorlar; çünkü kendi özel çıkarlarını koruma peşindeler. Sizin çalışıp kazandığınızı, yasadışı göçmenlere, gaylere vermek istiyorlar. Uygulamak istedikleri sağlık programı size fayda sağlamayacak. Onlara karşı gelmek zorundayız.’

Verdikleri yanıt bu, berbat bir yanıt ama sonuçta bir yanıt...


Bu durumun, aklına Almanya’daki Weimar dönemini getirdiğini söylüyor Chomsky... Yoksulluk çekenlerin karşısına suçlu olarak Yahudilerin ve Bolşeviklerin konulduğunu ve bu ortak düşmana karşı birlikte hareket etmelerinin söylendiğini hatırlatıyor...

Sonra neler olduğunu, Almanya'dan yayılan faşizm dalgasının dünyayı ne hale getirdiğini biliyoruz. “Amerikan halkına gerçekten şu anda ne olduğu anlatılmazsa, korkarım başımız belaya girebilir,” diyor Chomsky.

Korkutucu bir tablo bu... Tarihin bir şekilde tekrarlanabileceğini düşünmek bile insanı dehşete düşürüyor. Chomsky’nin uyarısı önemli. Yaşadığı işsizlik ve yoksulluk yüzünden suçlu arayışına girenlere mutlaka doğru bir yanıt verilmeli...

Bir kitle, biriktirdiği öfkeyi kusmak için yanlış yere kanalize olursa, faşizm Amerika’da hortlarsa, nice olur dünyanın hali...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Gözü Olmayan Kafalar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Ekim 2009

Global Kapitalizm soyut bir kavram; protesto etmek bir fark yaratmaz.

Kim demiş bunu? ABD Başkanı Barack Obama... Pittsburgh Post-Gazette ile yaptığı röportajda, soyut bir kavramla uğraşmanın değil, insanların hayatını etkileyen yerel ve acil sorunlara odaklanmanın fark yarattığını söylemiş....

“Ne diye şaşırıyorsun ki, adam kapitalizmin anavatanını yönetiyor?” diyebilirsiniz... Doğru, ama kendi ülkesinde sosyalistlikle itham edilmiyor mu Obama?

Hadi o saçmalığı bir yana bırakalım... Ama kendisinin geçmişte aktif olarak toplumsal örgütlenme çalışmaları yapmış olmasına ne diyelim?

Gösteriler, sağlıklı bir demokrasinin işaretidir, ama protestocuların görüşüne katılmıyorum. Büyük kitle gösterilerine taraftar değilim,” diyor Obama. Dünyanın gidişatından memnun olmayan emekçilere de şu mesajı veriyor: “Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu anlamaları lazım.”

O zaman şunu sormak gerekir: Başkanlık seçimi sırasında kendisini desteklemek için sokakları, stadyumları dolduran milyonlarca insanın yaptığı gösteriler ne oluyor?

Irak savaşı sırasındaki protesto gösterilerine karşı Bush da benzer bir küçümseyici tavır takınmıştı. Ama zaten onun aksi yönde davranması beklenmiyordu.

Oysa Obama gibi geçmişte sivil haklar mücadelesine destek vermiş, bütün dünyada demokrasi rüzgarı estirmeye çalışan bir politikacının benzer bir tavrı takınması, ciddi bir karşıtlık yaratıyor.

***

Amerika’daki sivil toplum örgütleri, Obama’nın bu sözleriyle gerçek yüzünün ortaya çıktığını düşünüyor. Gerçekten öyle mi acaba?

Belki de politikacılar çokyüzlü ve duruma göre o yüzlerden işlerine geleni maske gibi takıveriyorlar... Kendileri iktidardaysa protesto edilmekten hiç hoşlanmıyorlar; muhalefettelerse, protestoculara pasif destek veriyorlar...

İşin ilginci, çok yüzlü politikacılar değişip dururken, onların karşısında duran yüz hep aynıdır... Solgun renkli, kemikleri çıkmış bir yüz, öfkesini gözlerinden haykırır... Sokaklarda işsiz gezen, karnını doyurma mücadelesi veren, hep görmezden gelinen, umudu yok edilen milyonlardan biridir o...

Obama’nın soyut kavram dediği küresel kapitalizm, işte o yüzde somutlaşır... Parayı ve iktidar gücünü elinde tutanın düşüncesinde “soyut” olan, aslında tam karşısında gözünü dikmiş ona bakmaktadır...

Ama iktidar sahibi, gözü olmayan bir kafaya dönüşmüştür. Ona sesini duyurmak amacıyla bağırır... Sonra anlaşılır ki, gözsüz kafanın kulakları da, tek bir sesi, kapital sahiplerinin sesini duyacak şekilde ayarlıdır...

Yapacak tek bir şey kalmıştır; soluk benizli adamlar, dünyanın vicdanına seslenmek ve varlıklarını hissedilir kılmak için bir araya gelip sokağa çıkar...

Demokratik haklarıdır protesto etmek. Zengin bir adamın servetinin, 140 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından fazla olduğu bir dünyadır yaşadıkları... Sessiz kalmaları, akla ve vicdana hakarettir...

***

İstanbul’daki protestolarda meydana gelen bazı istenmeyen olayları bahane edip, konuyu bulandırmayalım... IMF ve Dünya Bankası’nın yaptığı makyaj tutmaz; uygulandığı zemin o kadar kötü ki, akar gider... Ardından sömürünün çirkin yüzü belirir yine...

Kurallarını insanların belirlediği ekonomik bir sistemdir kapitalizm. Akıl almayacak eşitsizliklerin baş nedenidir. Eğer bu vahşi sistemi insanlar yarattıysa, onun insani alternatifini de yine onlar bulacaktır.

Kapitalist sistem alternatifsiz değildir; kimileri kabul etmek istemese de, bu sömürünün sonunu ancak sosyal adalet düşüncesine dayanan gerçek sosyalizm getirir.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Gazetecilik ayrıntıdadır...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 11 Ekim 2009

Geçenlerde Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Milliyet’in Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin’in görevden alınmasının nedenleri hakkında kendi yorumunu yazdı. Şöyle diyordu yazıda:

Artık sabır çağında yaşamıyoruz... Detaylara boş veriyoruz... Uzun yazıya tahammülümüz yok... İnce şeyleri anlamaya vaktimiz yok... Oya gibi işlenmiş haberleri bir çırpıda geçiveriyoruz... Takip fikrinden hiç hazzetmiyoruz... Ciddiyetten fena halde sıkılıyoruz... Ağır başlılıktan hoşlanmıyoruz... Gerilim istiyoruz... Polemik istiyoruz... Kan görmek istiyoruz... Yavaş ve derinden ıslahat değil, devirip döken bir inkılap istiyoruz... Bir çırpıda anlamak istiyoruz... Ne emeği değerlendirecek, ne de emek verecek takatimiz var... Bağırmayan harflerle boğuşmak içimizden gelmiyor... ‘Okumak’ değil, ‘bakmak’ istiyoruz... ‘Anlamak’ değil ‘sarsılmak’ istiyoruz... ‘Ağır analizler’ değil, ‘vurdu mu ses getiren bildiriler’ istiyoruz...”

Yalnızca bir durum tespiti mi yapıyordu, yoksa kendisi de bunlara katılıyor muydu bilmiyorum. Ama yazdıkları, içinde bulunduğumuz ortamı yansıtan üzücü tespitler olarak göründü bana...

***

Kanımca gazetecilik, yazımın başlığında da görüldüğü gibi, ayrıntıdadır. Anlaşılabilir şekilde ve lafı uzatmadan yazmak elbette önemlidir. Fakat şu kesindir ki, ayrıntıyı boş veren bir anlayışla da gazetecilik yapılmaz...

Gazetecilik, sadece çeşitli kaynaklardan alınan duyumları köşeye taşımak değildir. Çünkü her olayda mutlaka bilinmeyenler vardır. Onların peşine düşüp gerçekleri ortaya çıkarmak, bir gazetecinin temel görevidir. Türk basınında asıl eksik olan da, işte bu ayrıntıların izini süren gazeteciliktir.

Bugün köşelerin büyük bölümü, gazetecilerin özel yaşamına ve mesleki polemiklere ayrılmıştır. O polemiklere karışanlar, kendilerini haber malzemesi yaparak ya da nefret saçarak ün kazanıyor...

Nitekim Ahmet Hakan da, alıntı yaptığım parçalı yazısının geri kalan kısmında, maddeler halinde tanınmış bir Türk aktörden neden nefret ettiğini açıklıyor... Gerilim, polemik ve kan görmek isteyenleri tatmin için olsa gerek...

Sonra da yazısının sonuna bir not düşüyor: “Maddelere katkı sağlayan Twitter’daki tüm yoldaşlara bin selam...” Demek ki, konuyu Twitter’da tartışmaya açmış ve gelen görüşlerden yararlanmış...

Ben köşelerdeki hakaretlerin ya da mesleki kavgaların halka bir yararı olduğunu düşünmüyorum. Ama bundan hoşlananlar varsa, onlar da istediğini okusun diyorum.

Anlamadığım şeyse, bazılarının ısrarla ve tasfiyeci bir anlayışla, ciddi gazeteciliğin sona ermesi gerektiğini savunması...

***

Avusturyalı yazar Karl Kraus’un şu sözünü hatırlıyorum: “Dünya nasıl yönetilir ve savaşlar nasıl başlar? Diplomatlar, gazetecilere yalan söyler ve sonra da okuduklarına inanır.

Gerçek gazetecilik, tam da burada devreye girer. Gazeteci, kendisine aktarılan bilgilere öncelikle kuşkuyla yaklaşır ve ayrıntıların izini sürülerek bilgiyi doğrulatır ya da asıl gerçeğe ulaşır. Bunu yaparak tarihin gidişatını değiştiren unutulmaz gazeteciler vardır.

Edward Murrow’un Amerika’daki McCarthyizm yıllarında yaptığı gazetecilik, Seymour Hersh’ün ortaya çıkardığı Vietnam Savaşı'ndaki My Lai katliamı ve Ebu Garib'teki işkence skandalı, Uğur Mumcu’nun hayatı boyunca yazdığı yazılar, hep uzun takip gerektiren, emek verilen, ciddi ve ayrıntılı çalışmaların sonucuydu...

Bugün Türkiye'de hukuk devleti ilkesi ve laiklik zedelenirken, medyada yok olan da budur... Bir de soruyorlar gazetecilik neden saygınlığını yitirdi diye...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Irk Temelli Siyasete Coetzee Yorumu

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Ekim 2009

Edebiyatın en saygın ödüllerinden Man Booker’ın bu yılki sahibi iki gün sonra açıklanacak. Uzun bir listeden elenerek seçilen altı adaylık son listede, kitaplarını çok beğendiğim J. M. Coetzee de var.

Güney Afrikalı yazar, daha önce Nobel’in yanı sıra, iki kere de bu prestijli ödülü almıştı. Bu defa yeni kitabı “Summertime” ile aday gösterildi. Eğer bu yıl da ödüllendirilirse, Man Booker’ı üçüncü kez kazanan ilk yazar olacak.

Yine çok konuşulacak mükemmel bir eser yazmış Coetzee; ama bu yazının konusu, kitabın edebi özellikleri değil, kitapta yer alan bazı düşünceler...

***

Ancak asıl konuya gelmeden önce bir noktayı belirtmem gerekiyor. “Summertime”, Coetzee’nin çocukluğunu anlattığı “Boyhood” ve gençlik dönemini yansıtan “Youth” adlı otobiyografik (kendi deyişiyle “autre-biography”) romanlarının devamı.

Bu üçlemenin son halkasında da, kurgu ile gerçek olanın birbirine karıştığı “fictionalised memoir” (kurgulanmış yaşam öyküsü) denilen ilginç bir yöntem kullanıyor Coetzee...

Roman, esas olarak, Vincent adlı İngiliz bir yazarın, yıllar önce vefat eden ünlü bir yazarın biyografisini hazırlarken, onun hayatında önemli rol oynayan beş kişiyle yaptığı röportajlardan oluşuyor.

İlginç olansa, ölen yazarın adı da John Coetzee... Kitaptaki röportajlar, roman kahramanı Coetzee’nin gerçek hayattaki yazar Coetzee ile aynı kişi olduğunu düşündürüyor; hayatları bire bir aynı olmasa da, büyük oranda örtüşüyor...

Bu röportajlardan birisi, Coetzee’nin Cape Town Üniversitesi’ndeki çalışma arkadaşlarından Sophie adlı bir öğretim görevlisi ile yapılmış. Coetzee’nin Güney Afrika’daki özgürlük hareketi ile ilgili görüşlerini ortaya koyan bu konuşmanın bir bölümünü kısaltarak aktarıyorum.

***

Sophie: Eğer özgürlük hareketi, Güney Afrika'daki siyah nüfusun özgürlüğü anlamına geliyorsa, Coetzee bununla ilgilenmiyordu. Özgürlük mücadelesine karşı değildi, bunun haklı olduğunu kabul ediyordu. Ama yeni Güney Afrika’nın gittiği yön, onun için yeterince ütopik değildi.

V: Yeterince ütopik olan neydi?

S: Maden ocaklarını kapatmak. Silahlı güçleri ortadan kaldırmak. Otomobilden vazgeçmek. Evrensel düzeyde vejetaryenlik. Sokaklarda şiir okumak. Bunun gibi şeyler...

V: Bir başka deyişle, şiir, saban sürmek ve vejetaryenlik için savaşmaya değer ama ayrımcılığı sona erdirmek için değmez, öyle mi?

S: Hiçbir şey için savaşmaya değmez. Çünkü savaş, sadece nefret ve öç döngüsünü sürdürmeye yarar... O, Afrika’ya romantik bir bakış açısıyla bakıyordu. Afrikalıları, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir bütün olarak görüyordu. Siyah nüfusa karşı yakınlık içinde değildi. Aklının gerisinde bir yerlerde, "Onlar", “Biz”e karşı duranlardı...

V: Afrikalılar “Onlar” ise, “Biz” kimdi?

S: “Biz”, temel olarak “Renkli” insanlardı. Bu, istemeyerek kullandığım bir tanım. Coetzee de, olabildiğince uzak dururdu. Bu, onun ütopyacı felsefesinden kaynaklanıyordu.

...O, Güney Afrika’da kimsenin kendisini Afrikalı, Avrupalı, siyah ya da beyaz olarak adlandırmadığı; aile kökenlerinin iç içe geçtiği, insanların etnik olarak ayrıştırılmadığı, yani Renkli olacağı günün özlemini duyuyordu...


***

Bu fikirler, Coetzee'nin "Diary of a Bad Year" (Kötü Bir Yılın Güncesi) adlı kitabında "kötümser dinginci anarşizm" (pessimist quietist anarchism) olarak tanımladığı politik görüşe de uygun düşüyor. Tartışılacak yanları olabilir; fakat şu nokta kesindir:

Irk temelinde siyaset, aynı topraklarda yaşayan vatandaşların beden ve ruh gibi bütünleşmesinin önünde engeldir.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Afganistan Batağı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Eylül 2009

“İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz bir diğer batağa girmekte olduğumuz için derin bir endişe duyuyorum. Saplandığımız batak, bu defa Afganistan...

Meseleyi ulusal boyutta müzakere etmeden, giderek artan sayıda askeri Afganistan’a gönderiyoruz. Bugün Afganistan’daki yabancı askerlerin yüzde 60’ı Amerikalıdır ve bu oran daha da artacaktır. Şu ana kadar milyarlarca dolar harcamış durumdayız, ama bu rakam daha da büyüyecek...

Afganistan’dan çıkış stratejimizin ne olacağı hakkında herhangi bir görüş yok. Sekiz yıldır oradayız. Daha kaç yıl kalacağız? Afganistan’a giriş nedenimiz esas olarak Osama bin Laden’i bulmaktı...

Bu gerçekleşmedi. Bu durumda şu andaki hedefimiz nedir?”


***

Yukardaki mektubun muhatabı Amerika’yı yönetenler...

Aslında yazan da onlardan birisi... Vermont Senatörü Bernie Sanders. Böyle bir mektubu, Amerikan Senatosu’nda görev yapan bir senatörün yazması, oldukça çarpıcı...

Ülkesinin Irak’tan sonra Afganistan’da yine bir batağa saplanışını seyreden Senatör, belli ki, çareyi internet üzerinde kamuya açık mektup yazmakta bulmuş.

Obama, Sanders’ın sorduğu sorulara ne yanıt verir?

Hedeflerinin, Amerika’nın güvenliği için büyük tehlike olarak gördükleri El Kaide’yi etkisiz hale getirmek olduğunu söyler. Ama bunu şu ana kadar başaramadıkları için de, ne kadar süre kalacaklarının yanıtını veremez...

Teröristler, demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde üslendiği için, Amerika’nın bu tür bölgelere demokrasi ihraç etmesi gerektiğini söyler. Ama cehalet ve yoksulluktan kıvranan, kabile-aşiret düzeninde keskin bir şekilde bölünmüş toplumlarda bunun sonuç vermeyeceğini söylemez...

El Kaide ve müttefiklerinin Pakistan’a yerleştiğini ve buradan Amerika’ya ağır saldırılar planlandığını söyler. Bu nedenle, Pakistan’ı korumak için bu ülkeye milyarlarca dolar göndermeleri gerektiğini anlatır...

Ama iflas edip evini ve işini kaybeden Amerikalılara bunu kabul ettirebilir mi? Obama’nın işi zor...

Irak felaketinden sonra üstüne bir de ekonomik krizle boğuşan Amerikalıları daha fazla ödün verip savaşı desteklemeye razı etmeye çalışıyor. Fakat gerçek şu ki, Amerikan halkı artık uzak topraklardaki savaşlara olumlu bakmıyor...

Orta sınıf Amerikalı canından bezmiş bir halde şunları tekrarlıyor: “Ben sağlık sigortam olmadan yaşamak için mücadele veriyorum. Bu savaş ekonomisi benim canıma okuyor!

***

Bernie Sanders, Amerikan Senatosu’nda kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan ilk üye... Onun savaş karşıtlığını sosyalistliğine verip önemsemeyenler var...

Peki ya halkın savaş karşıtlığı? “Bush, ‘Irak’taki savaş Amerika’nın güvenliği için gerekli,’ diyordu, Şimdi de Obama, güvenliğimiz için Afganistan’daki savaşı gerekli görüyor. Anlaşılan her başkanın bir savaşa ihtiyacı var!” diyerek bıkkınlıklarını dile getiriyorlar.

The Washington Post-ABC News için 13-17 Ağustos arasında yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, yetişkinlerin yüzde 51’i Afganistan’daki savaşı sürdürmeye değmediğini düşünüyor. Savaşa kesinlikle karşı olanlar yüzde 41 iken, kuvvetle destekleyenler yüzde 31...

Bu durumun Afganistan’daki NATO askerlerinin sayısını nasıl etkileyeceği ise, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Afganistan’daki uluslararası kuvvetlerin komutanı Amerikalı General Stanley A. McChrystal’ın Obama yönetiminden daha çok asker istediği biliniyor...

Obama’nın başkan olur olmaz yollara düşüp NATO ülkelerinden daha çok destek talep etmesinin nedenlerinden biri de bu... Umarız Türkiye, içinden nasıl çıkılacağı bilinmeyen bir batağa sürüklenmez...

21 Eylül 2009 Pazartesi

Yaptırım Aracı Olarak Kültürel Boykot

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Eylül 2009

Kültürel boykot yaptırım aracı olabilir mi?

Bu soruya yanıt oluşturabilecek bir hareket var. Adı, “Boycott, Divestment and Sanctions” (BDS- Boykot, Tecrit ve Yaptırım).

BDS, Filistinli çeşitli dernek ve sendikaların desteğiyle 2005’te gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl Filistin’e yaptığı ağır saldırılardan sonra da, uluslararası alanda giderek güç kazanmaya başladı.

Hareketin amacı, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini, Filistin topraklarındaki 42 yıllık işgalini sona erdirmesini ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kazanmasını sağlamak.

Bunu gerçekleştirebilmek için de, Güney Afrika’da ırk ayrımının (apartheid) sonlandırılmasını sağlayan taktiklere benzer bir kültürel boykot yöntemi uygulanıyor.

İsrail’deki film festivalleri protesto ediliyor, sanatçılar bu ülkedeki etkinliklere katılmayı reddediyor...

***

Son yıllarda özellikle sanat dünyasında ilgi gören harekete, önemli isimler destek veriyor. Bunların arasında Kanadalı yazar Naomi Klein da var.

Daha önce yazılarımda, birkaç kere, Klein’ın “The Shock Doctrine” adlı kitabından söz etmiştim.

Kitapta, esas olarak, emperyalist ülkelerin kapitalist sistemin gereği olan sömürüyü sürdürebilmek için, bir ülkede önce kriz (siyasi, ekonomik ya da toplumsal) yaratıp, sonra da kriz ortamında sarsılan toplumu şok terapilere hazırlama süreci anlatılıyordu.

Naomi Klein, çok yerinde bir karar alarak, bu kitabın İbranice baskısı için büyük bir ticari yayınevi ile anlaşmak yerine, İsrail işgaline karşı çıkan Andalus adlı yayınevi ile sözleşme imzaladı. Kitabının baskısından gelecek telif hakkını da aynı yayınevine bağışladı.

Daha önce İsrail devletinin desteklediği kitap fuarlarına katılmayı kabul etmeyen Klein, yayınevinin İsrailli sahibi Yael Lerer ile birlikte bir de kitap tanıtım turu düzenledi.

Yaptığı yayıncılığı bir tür direniş olarak gören Lerer, Şok Doktrin’in tanıtım toplantısını, Tel Aviv yerine Hayfa’da bir Arap tiyatrosunda gerçekleştirdi.

Büyük ilgi gören toplantıya sadece Filistinliler değil, şiddeti reddeden İsrailliler de çağrıldı. Çünkü BDS hareketinin hedefi, İsrail halkı değil, İsrail hükümetinin “Beyond the Conflict” adlı programı...

Klein’a göre, bu programda kültür, bir tür askeri araç olarak kullanılıyor. İsrail hükümeti, toprak konusunda verilen savaşı kazanırken, diğer yandan dünyaya yayılan işgal ve çatışma haberleri yüzünden ülkenin büyük kayıplar verdiğini düşünüyor.

Bunu önlemek için de, Batılı ülkeler ile İsrail arasında yakınlık kurmayı sağlayacak kitap, müzik, sinema, turizm faaliyetleri yapılıyor.

Başka ülkelerle iletişim kurmak amacıyla kültürün kullanılması iyi bir yöntem olsa da, karşı çıkılan nokta, İsrail’in bunu ülkede sanki her şey normalmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapması...

Kültürel boykotun hedefi, işte bu izlenimi tersine çevirmek...

***

Gerçek şu ki, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi için, Avrupa Birliği ve Amerika’nın daha kesin koşullar belirlemesi gerek.

Örneğin Obama, “yeni Yahudi yerleşimlerine hayır” yerine, “Yahudi yerleşimlerine hayır” diyebilir... Der mi?

Obama, Amerikan dış ve iç politikası gereği, bunu hiçbir zaman söylemeyebilir...

Öyleyse, yanar-döner politikacıların ağzının içine bakıp beklemek yerine, bu tür hareketlerle baskı kurmak gerekiyor.

İyi örgütlenmiş kültürel boykot da, bu yönde önemli bir yaptırım aracı olabilir.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dijital Çağda Ulema Gücü

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Eylül 2009

Son günlerde “iMuslims: Rewiring the House of Islam” (The University of North Carolina Press, 2009) adlı ilginç bir kitap okudum.

Siber dünyanın İslam’ın algılanma biçimi ve Müslüman toplumlar üzerindeki etkisini inceleyen kitabın yazarı, Wales Universitesi İslami Araştırmalar Bölüm Başkanı Gary R. Bunt.

İslam ve teknoloji ilişkisini ele alan çalışmalarıyla, bu alanda dünyada otorite olarak görülen bilim insanlarından birisi Bunt. 2003’te çıkan “Islam in the Digital Age” adlı kitabı, Türkçe’ye de çevrilmişti.

Bunt, İslam’ı farklı yorumlayan ama dijital dünyada bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluğu, “Siber İslami Çevreler” olarak tanımlıyor.

Sosyal, dini, ya da politik amaçlarla bilgi alışverişinde bulunmak üzere siber dünyanın içinde aktif olarak yer alanları anlatmak için de, “iMuslim” şeklinde bir kavram geliştirmiş.

Siber İslami Çevre’nin son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmelere nasıl tepki verdiği, kitapta ayrıntısıyla ele alınıyor.

***

Benim kitapta en çok ilgimi çeken konu, dini otorite (ulema gücü) ve internet ilişkisinin anlatıldığı kısım...

Bunt’a göre, internetteki gelişmeler ile ulemanın geleneksel gücünün kırılışı arasında bağlantı var. Çünkü kendisini otorite olarak gören bir insanın içtihata dayalı kararlar önerme olanağı, 1990’larda göre bugün çok daha fazla.

Günümüzde artık herkes, duyurusunu internet üzerinden rahatlıkla yayabiliyor. Hükümetlerin onaylamadığı İslami reform çabalarının destekçileri, siber ortamda hazırda bekliyor.

İnternetin yayılmadığı dönemlerde, dini bilgilenme, şeyh, alim, evliya, pir ya da imam gibi dini otorite kabul edilip, toplumca saygı duyulan kişiler aracılığıyla oluyordu. Bu karşılıklı görüşme şeklinde olabileceği gibi, yazılı metinler de ihtiyacı karşılıyordu.

Oysa internet sayesinde farklı alternatifler gelişti; bugün insanlar internet üzerinden fetva alıp dua ediyor ya da hatim indiriyor.

Bunt, örnek olarak, Pakistan’da evli çiftlerin yaşadıkları sorunlara karşı bir din bilginini ziyaret edip yardım istediklerini anlatıyor. Bu durum eskiden yüz yüze gelmeyi gerektirirken, artık benzer bir diyalog internet üzerinde de yapılabiliyor.

Aynı şekilde, Pakistan’da uygulanan eski yöntemde, dini-politik lidere bağlılık yemini için toplantı düzenlenirken, aynı yemin artık online yapılabiliyor. Geleneksel yöntemler tamamen ortadan kalkmasa da, internet yeni seçeneklerin önünü açıyor.

Ve öyle görünüyor ki, ulemanın eski gücünü kaybetmesi kaçınılmaz...

***

Aslında internet, başta müzik ve habercilik alanında olmak üzere, birçok alanda otoriteyi ve eski güç sahiplerini yerinden etti.

Gary R. Bunt’a göre, Müslüman dünyasındaki en büyük etkisi de, ulemanın gücünün kırılması oldu.

Günümüzde bilgisayarın başına geçen bir insan, gidip birilerinden icazet almak yerine, her konuda farklı görüşlere ulaşma şansına sahip. Üstelik böylece, şeyhten imama, evliyadan pire değişebilen görüşleri sorgulama ve doğruyu araştırma olanağını yakalıyor.

Baskıcı toplumlarda internetin önünün tıkanmaya çalışılmasının önemli bir nedeni de bu... İnsanlara bilgiye ulaşma yolunda daha fazla inisiyatif kazandırdığı için, tutucu beyinleri rahatsız ediyor olsa gerek...

İşin en garip tarafı da, 21. yüzyılda hâlâ ulema-internet çekişmesinden söz ediyor olmak...

Dünya, çok yakında üç boyutlu internetle tanışacak. Bu durumda akıl, teknolojiye direnmek yerine, güvenilir bilgileri siber dünyada halka ulaştıranların kazanacağını söylüyor.