28 Eylül 2009 Pazartesi

Afganistan Batağı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Eylül 2009

“İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz bir diğer batağa girmekte olduğumuz için derin bir endişe duyuyorum. Saplandığımız batak, bu defa Afganistan...

Meseleyi ulusal boyutta müzakere etmeden, giderek artan sayıda askeri Afganistan’a gönderiyoruz. Bugün Afganistan’daki yabancı askerlerin yüzde 60’ı Amerikalıdır ve bu oran daha da artacaktır. Şu ana kadar milyarlarca dolar harcamış durumdayız, ama bu rakam daha da büyüyecek...

Afganistan’dan çıkış stratejimizin ne olacağı hakkında herhangi bir görüş yok. Sekiz yıldır oradayız. Daha kaç yıl kalacağız? Afganistan’a giriş nedenimiz esas olarak Osama bin Laden’i bulmaktı...

Bu gerçekleşmedi. Bu durumda şu andaki hedefimiz nedir?”


***

Yukardaki mektubun muhatabı Amerika’yı yönetenler...

Aslında yazan da onlardan birisi... Vermont Senatörü Bernie Sanders. Böyle bir mektubu, Amerikan Senatosu’nda görev yapan bir senatörün yazması, oldukça çarpıcı...

Ülkesinin Irak’tan sonra Afganistan’da yine bir batağa saplanışını seyreden Senatör, belli ki, çareyi internet üzerinde kamuya açık mektup yazmakta bulmuş.

Obama, Sanders’ın sorduğu sorulara ne yanıt verir?

Hedeflerinin, Amerika’nın güvenliği için büyük tehlike olarak gördükleri El Kaide’yi etkisiz hale getirmek olduğunu söyler. Ama bunu şu ana kadar başaramadıkları için de, ne kadar süre kalacaklarının yanıtını veremez...

Teröristler, demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde üslendiği için, Amerika’nın bu tür bölgelere demokrasi ihraç etmesi gerektiğini söyler. Ama cehalet ve yoksulluktan kıvranan, kabile-aşiret düzeninde keskin bir şekilde bölünmüş toplumlarda bunun sonuç vermeyeceğini söylemez...

El Kaide ve müttefiklerinin Pakistan’a yerleştiğini ve buradan Amerika’ya ağır saldırılar planlandığını söyler. Bu nedenle, Pakistan’ı korumak için bu ülkeye milyarlarca dolar göndermeleri gerektiğini anlatır...

Ama iflas edip evini ve işini kaybeden Amerikalılara bunu kabul ettirebilir mi? Obama’nın işi zor...

Irak felaketinden sonra üstüne bir de ekonomik krizle boğuşan Amerikalıları daha fazla ödün verip savaşı desteklemeye razı etmeye çalışıyor. Fakat gerçek şu ki, Amerikan halkı artık uzak topraklardaki savaşlara olumlu bakmıyor...

Orta sınıf Amerikalı canından bezmiş bir halde şunları tekrarlıyor: “Ben sağlık sigortam olmadan yaşamak için mücadele veriyorum. Bu savaş ekonomisi benim canıma okuyor!

***

Bernie Sanders, Amerikan Senatosu’nda kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan ilk üye... Onun savaş karşıtlığını sosyalistliğine verip önemsemeyenler var...

Peki ya halkın savaş karşıtlığı? “Bush, ‘Irak’taki savaş Amerika’nın güvenliği için gerekli,’ diyordu, Şimdi de Obama, güvenliğimiz için Afganistan’daki savaşı gerekli görüyor. Anlaşılan her başkanın bir savaşa ihtiyacı var!” diyerek bıkkınlıklarını dile getiriyorlar.

The Washington Post-ABC News için 13-17 Ağustos arasında yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, yetişkinlerin yüzde 51’i Afganistan’daki savaşı sürdürmeye değmediğini düşünüyor. Savaşa kesinlikle karşı olanlar yüzde 41 iken, kuvvetle destekleyenler yüzde 31...

Bu durumun Afganistan’daki NATO askerlerinin sayısını nasıl etkileyeceği ise, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Afganistan’daki uluslararası kuvvetlerin komutanı Amerikalı General Stanley A. McChrystal’ın Obama yönetiminden daha çok asker istediği biliniyor...

Obama’nın başkan olur olmaz yollara düşüp NATO ülkelerinden daha çok destek talep etmesinin nedenlerinden biri de bu... Umarız Türkiye, içinden nasıl çıkılacağı bilinmeyen bir batağa sürüklenmez...

21 Eylül 2009 Pazartesi

Yaptırım Aracı Olarak Kültürel Boykot

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Eylül 2009

Kültürel boykot yaptırım aracı olabilir mi?

Bu soruya yanıt oluşturabilecek bir hareket var. Adı, “Boycott, Divestment and Sanctions” (BDS- Boykot, Tecrit ve Yaptırım).

BDS, Filistinli çeşitli dernek ve sendikaların desteğiyle 2005’te gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl Filistin’e yaptığı ağır saldırılardan sonra da, uluslararası alanda giderek güç kazanmaya başladı.

Hareketin amacı, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini, Filistin topraklarındaki 42 yıllık işgalini sona erdirmesini ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kazanmasını sağlamak.

Bunu gerçekleştirebilmek için de, Güney Afrika’da ırk ayrımının (apartheid) sonlandırılmasını sağlayan taktiklere benzer bir kültürel boykot yöntemi uygulanıyor.

İsrail’deki film festivalleri protesto ediliyor, sanatçılar bu ülkedeki etkinliklere katılmayı reddediyor...

***

Son yıllarda özellikle sanat dünyasında ilgi gören harekete, önemli isimler destek veriyor. Bunların arasında Kanadalı yazar Naomi Klein da var.

Daha önce yazılarımda, birkaç kere, Klein’ın “The Shock Doctrine” adlı kitabından söz etmiştim.

Kitapta, esas olarak, emperyalist ülkelerin kapitalist sistemin gereği olan sömürüyü sürdürebilmek için, bir ülkede önce kriz (siyasi, ekonomik ya da toplumsal) yaratıp, sonra da kriz ortamında sarsılan toplumu şok terapilere hazırlama süreci anlatılıyordu.

Naomi Klein, çok yerinde bir karar alarak, bu kitabın İbranice baskısı için büyük bir ticari yayınevi ile anlaşmak yerine, İsrail işgaline karşı çıkan Andalus adlı yayınevi ile sözleşme imzaladı. Kitabının baskısından gelecek telif hakkını da aynı yayınevine bağışladı.

Daha önce İsrail devletinin desteklediği kitap fuarlarına katılmayı kabul etmeyen Klein, yayınevinin İsrailli sahibi Yael Lerer ile birlikte bir de kitap tanıtım turu düzenledi.

Yaptığı yayıncılığı bir tür direniş olarak gören Lerer, Şok Doktrin’in tanıtım toplantısını, Tel Aviv yerine Hayfa’da bir Arap tiyatrosunda gerçekleştirdi.

Büyük ilgi gören toplantıya sadece Filistinliler değil, şiddeti reddeden İsrailliler de çağrıldı. Çünkü BDS hareketinin hedefi, İsrail halkı değil, İsrail hükümetinin “Beyond the Conflict” adlı programı...

Klein’a göre, bu programda kültür, bir tür askeri araç olarak kullanılıyor. İsrail hükümeti, toprak konusunda verilen savaşı kazanırken, diğer yandan dünyaya yayılan işgal ve çatışma haberleri yüzünden ülkenin büyük kayıplar verdiğini düşünüyor.

Bunu önlemek için de, Batılı ülkeler ile İsrail arasında yakınlık kurmayı sağlayacak kitap, müzik, sinema, turizm faaliyetleri yapılıyor.

Başka ülkelerle iletişim kurmak amacıyla kültürün kullanılması iyi bir yöntem olsa da, karşı çıkılan nokta, İsrail’in bunu ülkede sanki her şey normalmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapması...

Kültürel boykotun hedefi, işte bu izlenimi tersine çevirmek...

***

Gerçek şu ki, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi için, Avrupa Birliği ve Amerika’nın daha kesin koşullar belirlemesi gerek.

Örneğin Obama, “yeni Yahudi yerleşimlerine hayır” yerine, “Yahudi yerleşimlerine hayır” diyebilir... Der mi?

Obama, Amerikan dış ve iç politikası gereği, bunu hiçbir zaman söylemeyebilir...

Öyleyse, yanar-döner politikacıların ağzının içine bakıp beklemek yerine, bu tür hareketlerle baskı kurmak gerekiyor.

İyi örgütlenmiş kültürel boykot da, bu yönde önemli bir yaptırım aracı olabilir.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dijital Çağda Ulema Gücü

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Eylül 2009

Son günlerde “iMuslims: Rewiring the House of Islam” (The University of North Carolina Press, 2009) adlı ilginç bir kitap okudum.

Siber dünyanın İslam’ın algılanma biçimi ve Müslüman toplumlar üzerindeki etkisini inceleyen kitabın yazarı, Wales Universitesi İslami Araştırmalar Bölüm Başkanı Gary R. Bunt.

İslam ve teknoloji ilişkisini ele alan çalışmalarıyla, bu alanda dünyada otorite olarak görülen bilim insanlarından birisi Bunt. 2003’te çıkan “Islam in the Digital Age” adlı kitabı, Türkçe’ye de çevrilmişti.

Bunt, İslam’ı farklı yorumlayan ama dijital dünyada bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluğu, “Siber İslami Çevreler” olarak tanımlıyor.

Sosyal, dini, ya da politik amaçlarla bilgi alışverişinde bulunmak üzere siber dünyanın içinde aktif olarak yer alanları anlatmak için de, “iMuslim” şeklinde bir kavram geliştirmiş.

Siber İslami Çevre’nin son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmelere nasıl tepki verdiği, kitapta ayrıntısıyla ele alınıyor.

***

Benim kitapta en çok ilgimi çeken konu, dini otorite (ulema gücü) ve internet ilişkisinin anlatıldığı kısım...

Bunt’a göre, internetteki gelişmeler ile ulemanın geleneksel gücünün kırılışı arasında bağlantı var. Çünkü kendisini otorite olarak gören bir insanın içtihata dayalı kararlar önerme olanağı, 1990’larda göre bugün çok daha fazla.

Günümüzde artık herkes, duyurusunu internet üzerinden rahatlıkla yayabiliyor. Hükümetlerin onaylamadığı İslami reform çabalarının destekçileri, siber ortamda hazırda bekliyor.

İnternetin yayılmadığı dönemlerde, dini bilgilenme, şeyh, alim, evliya, pir ya da imam gibi dini otorite kabul edilip, toplumca saygı duyulan kişiler aracılığıyla oluyordu. Bu karşılıklı görüşme şeklinde olabileceği gibi, yazılı metinler de ihtiyacı karşılıyordu.

Oysa internet sayesinde farklı alternatifler gelişti; bugün insanlar internet üzerinden fetva alıp dua ediyor ya da hatim indiriyor.

Bunt, örnek olarak, Pakistan’da evli çiftlerin yaşadıkları sorunlara karşı bir din bilginini ziyaret edip yardım istediklerini anlatıyor. Bu durum eskiden yüz yüze gelmeyi gerektirirken, artık benzer bir diyalog internet üzerinde de yapılabiliyor.

Aynı şekilde, Pakistan’da uygulanan eski yöntemde, dini-politik lidere bağlılık yemini için toplantı düzenlenirken, aynı yemin artık online yapılabiliyor. Geleneksel yöntemler tamamen ortadan kalkmasa da, internet yeni seçeneklerin önünü açıyor.

Ve öyle görünüyor ki, ulemanın eski gücünü kaybetmesi kaçınılmaz...

***

Aslında internet, başta müzik ve habercilik alanında olmak üzere, birçok alanda otoriteyi ve eski güç sahiplerini yerinden etti.

Gary R. Bunt’a göre, Müslüman dünyasındaki en büyük etkisi de, ulemanın gücünün kırılması oldu.

Günümüzde bilgisayarın başına geçen bir insan, gidip birilerinden icazet almak yerine, her konuda farklı görüşlere ulaşma şansına sahip. Üstelik böylece, şeyhten imama, evliyadan pire değişebilen görüşleri sorgulama ve doğruyu araştırma olanağını yakalıyor.

Baskıcı toplumlarda internetin önünün tıkanmaya çalışılmasının önemli bir nedeni de bu... İnsanlara bilgiye ulaşma yolunda daha fazla inisiyatif kazandırdığı için, tutucu beyinleri rahatsız ediyor olsa gerek...

İşin en garip tarafı da, 21. yüzyılda hâlâ ulema-internet çekişmesinden söz ediyor olmak...

Dünya, çok yakında üç boyutlu internetle tanışacak. Bu durumda akıl, teknolojiye direnmek yerine, güvenilir bilgileri siber dünyada halka ulaştıranların kazanacağını söylüyor.

6 Eylül 2009 Pazar

Amerika'nın Yeni "İç Savaşı"

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Eylül 2009

Filmlerinin gösterime giriş tarihini en isabetli belirleyen yönetmen herhalde Michael Moore olmalı.

Moore, 2004 ABD başkanlık seçimi sırasında “Fahrenheit 9/11” adlı filmiyle Bush’a karşı çok etkili bir muhalefet yapmıştı. Yeni belgeseli ise, "Capitalism: A Love Story" adını taşıyor.

Kapitalizmin yarattığı yıkımı sergileyen bu filmin zamanlaması da mükemmel. Çünkü Amerika'da Obama'nın sağlık ve vergi reformları nedeniyle çılgına dönen aşırı sağ, "town hall meeting" denilen toplantılarla yeniden güç kazanıyor...

Michael Moore’un filmini sinemalarda izlemek için bir süre daha beklemek gerekecek, ama fragmanı internette görmek mümkün. Tanıtım filminden de anlaşılıyor ki, Moore yine birilerini çok kızdıracak.

Bu defa hedefinde dev holdingler var; şirket yöneticilerini tutuklatmak üzere harekete geçiyor, kurtarma paketleriyle dağıtılan paraların nereye gittiğini sorguluyor.

Tanıtım filminde özellikle bir bölüm dikkatimi çekti. Bir sahnede halktan birisi, “Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki çatışmadan” söz ediyor.

Belli ki, kapitalist ekonominin çarpıklığını vurguluyor...

***

"Eh, bilindik mesele," deyip geçmeyin. Bu çarpıklık, Amerika’da öyle boyutlara vardı ki, geçtiğimiz günlerde açıklanan bir çalışma, insanı hayrete düşürecek bilgilerle doluydu.

Kaliforniya Üniversitesi Profesörü Emmanuel Saez’in yaptığı çalışmaya göre, Amerika’da gelir dengesizliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde... Büyük Bunalım dönemindeki düzeyi bile aşan eşitsizlik yüzünden, halkın en zengin yüzde 10'luk kesimi, toplam gelirin % 49.7'sini alıyor...

Böyle bir ortamda Obama yönetimi, dev holdingleri kurtarmak için Kongre’den milyonlarca dolarlık yardım paketleri geçirdi. Yani kapitalizm çarkını döndürmek için, halkın ödediği vergilerle toplanan paraları şirketlere verdi.

Obama şimdi de, verdiği bir diğer sözü yerine getirmek için kolları sıvadı ve sağlık reformunu tartışmaya açtı. Bunun için önerdiği plan, kamu finansmanını devreye sokmak ve yılda 250 bin dolardan fazla kazananların vergilerini yüksetmek...

Vay, sen misin bunu öneren? Sistemden en büyük parsayı toplayan zenginler derhal kazan kaldırdı. Bunun anayasadaki bireysel özgürlüklere aykırı olduğunu söyleyerek kükrediler.

Angelina Jolie’nin babası ünlü aktör John Voight, daha da ileri giderek ülkenin sosyalistleştiğini söyledi ve şu soruyu sordu: "Obama ülkede iç savaş mı başlatıyor?"

Gerçekte Castro'nun dediği gibi, Obama'nın hegemonyacı kapitalist sistemi değiştirmeye ne niyeti ne de gücü var; ama aşırı sağ yine de onu saf dışı etmeye çalışıyor...

***

İşte Michael Moore’un filminin tam da bu sırada gösterime girmesi önemli. Çünkü Moore, belgeselin aynı zamanda bir aşk, savaş, polisiye, vampir ve komedi filmi olduğunu söylüyor.

Nasıl?

Bir tür “aşk” filmi; ama burada söz konusu olan, bir tarafın diğerini sömürdüğü, yıkıcı bir aşk...

Sınıf savaşını anlattığı için savaş filmi...

Ortada işlenen ciddi bir suç olduğu için polisiye...

Küçük bir kesim, halkın kanını emerek beslendiği için vampir filmi...

Bunca sömürüden sonra, birileri hâlâ kapitalizmi savunduğu için de komedi...

***

Peki, bu trajikomedi neden hâlâ sürüyor? Bunun yanıtı, Amerikalı sosyalist yazar Upton Sinclair’den:

Bir insanın kazandığı ücret, belli bir konuyu anlamamasına dayanıyorsa, o kişinin o konuyu anlamasını sağlayamazsınız.

Kapitalizm vampirleri, dünyanın her yerinde aynı. Onlar, yaptıkları yıkımı görmemek için vicdanlarını kararttıkça azgınlaşıyor...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

87 Yıl Önce Bugün...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ağustos 2009

Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı...

Günün anlamı üzerinde her zamankinden daha fazla durup düşünmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.

Nedir 30 Ağustos? 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal'in başkomutanlığında başlayan meydan savaşının, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da zaferle sonuçlandığı gündür...

87 yıl önce emperyalist güçlere karşı verilen savaşın kazanılıp, ulusal bağımsızlığın kurtarıldığı gündür...

Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan ifadesiyle, “Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesi” olarak tarihe geçen gündür...

2009 Türkiyesi’nde “Türk” kavramına farklı ve ayrıştırıcı anlamlar yüklendiği bir sırada, 30 Ağustos’un önemini konuşmak fayda sağlar mı?

Aklımız başımızdaysa sağlamalı...

***

Irk, etnik köken, dil, din, farkı gözetmeden, bu topraklarda yaşayan herkesin, bir ulusa ait olma bilincini hissetmesi gereken bir gündür 30 Ağustos.

Kutlanmalı, anlamı vurgulanmalı ve tarihi önemi gelecek kuşaklara anlatılmalıdır.

Oysa bunun tam tersi gelişmelere sahne oluyor Türkiye... Ders kitaplarından Atatürk ve ulusal değerlerin silinmeye çalışıldığı günleri yaşıyoruz.

“Nutuk”un suç unsuru sayıldığı, Atatürkçü görüşleri savunan laik insanların hapse atıldığı bir korku imparatorluğuna dönüştü ülke... İş öyle boyutlara vardı ki, kimileri Atatürk’ü hatırlatacak her şeyden uzak durur oldu...

Örneğin, medyaya yansıyan haberlere göre, Tarsus’un Çamlıyayla beldesinde 12 yıldır düzenlenen 30 Ağustos Zafer Bayramı Şöleni, bu yıl ve gelecek yıl yapılmayacakmış...

Çünkü Tarsus, Çamlıyayla, Sebil belediye başkanları, MHP Çamlıyayla İlçe Başkanı ile bir toplantı yapmış ve şölenin 2011’e kadar yapılmamasına karar verilmiş...

Nedeni ise oldukça ilginç: 30 Ağustos, iki yıl boyunca Ramazan’a denk geliyormuş. Tarsus Belediye Başkanı, bunun doğuracağı sıkıntıyı düşünerek erteleme kararı aldıklarını açıklamış...

***

Ramazan, ne zamandan beri Zafer Bayramı’nın kutlanmasına engel oluyor? Laik bir devletin temsilcileri ne zamandan beri böyle açıklamalar yapabiliyor?

Ne zamandan beri bu hale geldiğimiz açık...

Nereye doğru gittiğimiz de belli...

Bu durumda, 30 Ağustos’un ne demek olduğunu unutanlara, Mustafa Kemal’in TBMM Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla 5 Eylül 1922 ‘de Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na yazdığı şu telgrafı hatırlatmakta yarar var:

Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün 10’una kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut İngiltere aracılığıyla, hükümetimize resmen başvurduğu taktirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün 10’undan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir.

1-Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız TBMM Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askeri kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.

2-Yunanistan’daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.

3-Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.


***

30 Ağustos, Sevr’i dayatan emperyalizme karşı Anadolu isyanının doruk noktasıdır! Bugünü kutlamaya ne Ramazan engeldir ne de başka bir şey...

Zafer Bayramı kutlu olsun!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Satılık Topraklar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ağustos 2009

Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) yayımladığı bir haritaya uzun uzun baktım geçen gün...

Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki toprak kapma yarışını” gösteren haritada, ülkelerin üzerine üç ayrı renkte işaret konulmuş.

Kırmızı, toprak alanları; mavi, toprak satanları; yeşil de diğer yatırımları belirtiyor.

Kırmızılar arasında dikkati çekenler, İsveç, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Libya, Körfez ülkeleri... Maviler arasında ise, Ukrayna, Brezilya, neredeyse Afrika kıtasının tümü, Pakistan, Tayland, Kamboçya ve Türkiye gibi ülkeler var...

Peki, neden bazı hükümetler ve yabancı yatırımcılar, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerden toprak kapma yarışına girdiler?

Yeterli toprak ve suya sahip olmayan ama kapitali bol ülkeler, bu yarışta başa güreşiyor. Amaçları, toprak ve suyun daha bol olduğu topraklarda tarımsal üretimi ucuza getirebilmek. O nedenle de, bu ülkelerdeki arazilere gözlerini dikmiş haldeler...

Durum öyle ciddi boyutlarda ki, The Guardian’da yer alan bir habere göre, son altı ayda, Afrika ve Güneydoğu Asya’da 20 milyon hektarlık ekilebilir arazi, satıldı ya da kiralandı. Bu, Avrupa’daki bütün ekilebilir arazinin tam yarısına denk geliyor...

Böyle bir gidişata kayıtsız kalmadan neler olduğuna bakmak gerekir...

***

IFPRI, geçtiğimiz aylarda bu konuda “Risk ve Fırsatlar” adlı bir rapor yayımladı.

Rapora göre, küresel ısınma sonucunda doğal kaynakların azalması, su kıtlığı ve büyük üreticiler tarafından getirilen ihraç kısıtlamaları sonucunda gıda fiyatları aşırı yükseldi.

Bu yüzden de, toprak ve su kıtlığı çeken ülkeler, alternatif yollar bulmaya yöneldi. Başka bir ülkedeki ekilebilir toprağın kullanım hakkının satın alınması da, bu arayışın bir sonucu...

Kimileri, bu yöntemle, yoksul ülkelerin tarım alanında ve kırsal bölgelerde yeni yatırımlara kavuşabileceği inancında... Fakat olan biteni araştırınca, pek de böyle masum açıklamalar yapmak olanaklı değil...

Çünkü;

1-Bu şekilde yerel halk, kendisinin ihtiyaç duyduğu toprak üzerindeki haklarını kaybetmiş oluyor...

IFPRI’nın raporunda bunun önlenmesi için şu noktanın altı çiziliyor: Bu tür toprak anlaşmalarının, her iki taraf için de endişeleri en aza indirecek ve olanaklar yaratacak şekilde düzenlenmesi son derecede önemlidir. Anlaşmaların içeriği, geçerlilik süresi ve hangi koşullarda gerçekleşeceği, çok açık bir şekilde belirlenmeli.

Oysa uygulamada, yerel halkın neler olup bittiğinden, kendi toprağının yabancı yatırımcılara devredildiğinden haberi bile olmuyor...

2-Bu anlaşmalarda üzerinde durulması gereken ama göz ardı edilmeye çalışılan önemli bir etik mesele var...

Başta Çin, Güney Kore, İngiltere ve Körfez ülkeleri olmak üzere, kapitali bol ülkelerin kendi sınırları dışında tarımsal üretime ağırlık vermelerinin amacı, biyoyakıt elde etmek... Kiraladıkları ya da satın aldıkları arazilerde, pirinç, mısır, tahıl vs. üretmelerinin başlıca nedeni bu.

Dünyada her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ama o paralı yatırımcıların ürettiği milyonlarca ton mısır, onlar için değil... Çünkü zenginlerin yoksul hakların toprağında yetiştirdiği mısır, diğer zenginlerin arabasını çalıştıran biyoyakıta dönüşecek...

Sonuç şu ki, toprak kapma yarışı, bugünkü uygulama şekliyle, yerel halka hiçbir katkı yapmadan onun sahip olduğu kaynakların üzerine oturmaktır.

Öyle görünüyor ki, bu da, Naomi Klein’ın adını koyduğu “Şok Doktrin”in yıkıcı aşamalarından biridir...

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Geçmişle Yüzleşme Sırası Amerika'da...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ağustos 2009

Kimi okurlar soruyor; “Neden pazar günleri siyaset dışında yazmıyorsun?” diyorlar...

Doğrudur; pazar günleri yazarlar, genellikle daha renkli konularda yazmayı tercih eder. Fakat haftada bir kere yazınca, böyle bir tercih yapma olanağınız pek olmuyor.

O nedenle, bu hafta da yine ciddi bir konuya değineceğim.

***

6 Ağustos, ilk atom bombasının atılışının 64. yıldönümüydü. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında, Japonya’nın Hiroşima kentine attığı bomba, 140 bin kişinin ölümüne neden oldu.

Ama bu yetmedi...

Üç gün sonra Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da yaklaşık 80 bin kişi öldü...

Ve sonunda Japonya teslim olunca savaş sona erdi...

O bombaların ardından çevreye yayılan radyasyon yüzünden, yıllar içinde on binlerce insan hayatını kaybetti, sakat kaldı...

Bu korkunç olaylar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına dev puntolarla yazıldı.

Geçenlerde belki bunun kadar korkunç olabilecek bir haber okudum internette. Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Amerikan halkının çoğunluğunun, ABD’nin atom bombası atmasını doğru bulduğunu ortaya koymuş...

Katılımcıların yüzde 61’i bunu “doğru bir iş” olarak görürken, yüzde 22’si yanlış buluyor, yüzde 16’sı da kararsız...

İnsanın kanını donduran bir katliamı “doğru” olarak tanımlamanın ardındaki neden nedir?

Bu sorunun yanıtı önemlidir. Çünkü o nedeni bulup yok etmedikçe, emperyal güçler, her türlü savaş için halk desteğini bulmakta bugün de zorlanmayacaktır...

Irak savaşı da bunun son kanıtı olmuştur...

***

Bugün Beyaz Saray’da başka ülkelere “geçmişinizle yüzleşin” şeklinde tavsiyede bulunan bir Başkan oturuyor. Ankara’yı ziyaretinde de, Meclis’te milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada bu sözleri yinelemişti.

Ama şimdi geçmişle yüzleşme sırası Amerika’da...

Çünkü Obama, kasım ayında Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü zirve toplantısı için Singapur’a gidiyor. Programına göre, bu sırada Japonya’yı da ziyaret edecek.

Obama, oralara kadar gitmişken daha önce yapılmayanı yapmalı ve Hiroşima Barış Anıt Parkı’nı ziyaret etmeli. Çünkü nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, sadece lafla olmaz; tarihin en dehşet verici nükleer saldırısına uğrayan kentlere gidip, kurbanların anısına çelenk koyması gerekir.

Atom bombasının atıldığı tarihten bu yana, hiçbir ABD başkanı ya da başkan yardımcısı, görevde olduğu süre içinde Hiroşima’yı ziyaret edip kurbanların anısı önünde saygı duruşunda bulunmadı...

Jimmy Carter ve Richard Nixon, Hiroşima’ya gittiklerinde başkan değillerdi. Bu nedenle yaptıkları ziyaret, kişisel bir anlam ifade etmenin ötesine geçmedi.

Bugüne kadar bu anıta çelenk koyan en üst düzey Amerikalı yetkili, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi oldu.

Bakalım Obama, kendi tavsiyesine uyup geçmişle yüzleşecek mi?

Yoksa, “ziyaret kısaydı, vakit olmadı” türünden bahanelere mi sığınacak?

Bu noktada Obama’ya kendisinin söylediği bir sözü hatırlatmakta yarar var:

Bir yandan dost ülkelerle birlikte nükleer silahlarımızı artırdığımız ve Rusların nükleer silahlarını geliştirdiği bir ortamda, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere nükleer silah edinmemeleri konusunda baskı yapabileceğimizi düşünmek saflık olur.

Tek kutuplu dünyanın emperyal gücü Amerika’nın kendi geçmişiyle barışmadığı bir ortamda, dönüp diğer ülkelere bunu tavsiye etmesi de saflık olur...