27 Nisan 2009 Pazartesi

Yine Yazı Kazandı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Nisan 2009

Geçen hafta İstanbul Film Festivali’nde “Disgrace” (Utanç) adlı filmi seyrettim. Doğrusu, bir filmi izleyip izlememek konusunda hiç bu kadar kararsız kalmamıştım...

Nobel ödüllü Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmi merak ediyordum; ama kitabın bende bıraktığı etkiyi bozmak da istemiyordum...

Romanı yedi yıl önce ilk okuduğumda, tek kelimeyle sarsılmıştım. Neden bu kadar etkilenmiştim?

En önemli nedeni yazarı... Coetzee, bana göre, yaşayan en iyi romancı. Edebiyat ve dilbilim profesörü olduğu için, İngilizce’yi kullanmadaki ustalığına şaşırmamak gerek belki...

Onun yazılarında beni çarpan ilk özellik, sözcükler üzerindeki hakimiyeti... Hiçbir eserinde tek bir fazla sözcük yok; o kadar yalın bir dille ama etkileyici yazıyor. (İngilizce bilenlerin kitabı özellikle aslından okumasını öneririm.)

Ele aldığı konular ise, çok ilgi çekici. Sosyal adalet, şiddet, ikilemler, ırk ayrımcılığı, sömürgecilik, suçluluk duygusu, yabancılaşma, insan ve hayvanların yaşam hakkına eşitlkçi yaklaşım, insan ruhunun zayıflıkları gibi konuları işliyor çoğunlukla...

Okurken rahatsız oluyor, tepki veriyorsunuz. Yazarın bunu yapma nedeni, sanata olan bakışı. Çünkü sanatçı ciddiyetinin, etikle estetiği bir araya getirmek anlamına geldiğine inanıyor.

Çok boyutlu karakterlerin karmaşık ilişkilerini anlatırken, olayın geçtiği yerin toplumsal atmosferini büyük bir başarıyla aktarıyor Coetzee. “Disgrace”de, Güney Afrika’da resmi ırk ayrımı politikasının 1990'larda sona ermesinden sonra, ülkede yaşanan sosyal travma ile bireylerin yaptığı tercihler arasında çarpıcı parallellikler kuruyor.

Romanlarının bir özelliği de, anlatımlarında sık sık metafor kullanması... Örneğin, Byron ve Wordsworth’ün şiirleri ve köpekler, “Disgrace”de önemli birer simgedir.



Baş karakter Prof. David Lurie, üniversitede romantik şiir dersleri veren, 52 yaşında, boşanmış bir hocadır. Tutkularına yenilip siyahi bir öğrencisiyle ilişkiye girince, hayatı tamamen değişir. Güney Afrika’nın vahşi kırsalında yaşam savaşı veren lezbiyen kızının çiftlik evine taşındığında, son derece dramatik olaylar gelişir...

Esas olarak üç ana tema etrafında döner roman: Suç, utanç ve zulüm... İnsanın insana, erkeğin kadına, toplumun bireye, insanın hayvana yaptığı zulüm... Fiziksel ya da ruhsal...

Sinemaya sadece eğlenmek için gidenler, bu hikayeyi çok olumsuz bularak eleştirebilir tabii...

Nitekim, Emek Sineması’nda arkamda oturan turistlerin, filmin sonunda yaptığı değerlendirmeler de bu yöndeydi. “Kitap kadar depresif!” dedi birisi... Sanki böyle bir hikaye, eğlenceli olabilirmiş gibi...

Bir diğeri, “Beni bir tek çocuklara yapılan acımasızlık etkiler,” dedi... Romanın sorduğu bir soru da bununla ilgiliydi aslında: Yalnızca çocuklara ya da kendisine yapılan zulüm etkilerse insanı, o zaman hiç gelir mi bu utancın sonu? Sadece kendisine adalet isteyen bulur mu adaleti?

Gelelim asıl soruya... Kitap mı, yoksa film mi daha etkileyici?

Sinemaya doğru ilerlerken ayaklarım geri geri gitti... Çünkü kitabı okurken, işin içine kattığım hayal gücünü yok etmekten çekiniyordum... Yine de, filmi ilgiyle izledim. John Malkovich, rolünün hakkını vermiş; ama benim düşündüğüm Prof. Lurie o değildi. Film, onu yok etti...

Kitapta yer alan bazı önemli olaylar, filmde yer almıyordu... Film onları da yok etti...

Sonuçta, iyi kurgulanmış, iyi oynanmış ve iyi yönetilmiş bir filmdi. Fakat benim açımdan bir şey kesin olarak bir kez daha kanıtlandı: Yazı, görsel olandan daha güçlü...

20 Nisan 2009 Pazartesi

Obama ve Laiklik

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Nisan 2009

Obama, Türkiye’de “laik demokrasi”den söz etti, ama bugünlerde Amerika’daki laikler Obama’dan rahatsız...

Bu rahatsızlık, ilk olarak, ocak ayındaki yemin töreni ile başladı. Evanjelik rahip Rick Warren’ın törende konuşma yapmak için davet edilmesi, liberalleri epeyce kızdırdı.

Obama’nın laik Amerikalılar üzerinde yarattığı hayal kırıklığı, sonraki günlerde daha da arttı. Bunun nedenlerini maddeler halinde sıralayalım...

1-Obama, Bush’un Beyaz Saray’a bağlı olarak oluşturduğu “İnanca Dayalı Girişim” (Faith-Based Initiative) ofisinin işlevine son vermedi. Aksine bu girişimi, danışma işlevi görecek 25 üyeli bir kurul şekline getirerek, daha da güçlendirdi.

Oysa, dini liderlere bireysel olarak, gayri resmi olarak danışan Bush bile, hükümete bağlı olarak çalışan, din adamlarından kurulu bir danışma kurulu oluşturmamıştı.

Aslında Obama, adaylık kampanyası sırasında bu konuda izleyeceği politikanın işaretlerini vermişti. Beyaz Saray’ın, laik ya da inanca dayalı olsun, toplumsal örgütlerle işbirliği yapmasının iyi bir fikir olduğunu; ama inanca dayalı girişimi Bush dönemindeki gibi partizanca kullanmayacaklarını belirtmişti. Yeni bir isimle, (İnanca Dayalı ve Komşuluk Ortaklığı Beyaz Saray Ofisi), işlevine devam edecek olan bu girişim, kendi yönetiminde kritik bir öneme sahip olacaktı...

Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’ne (ACLU) göre, Beyaz Saray’a bağlı dini bir danışma kurulu oluşturulması, çeşitli tehlikeler yaratacak. Çünkü bu kurul, bütçeden sivil toplum örgütlerine dağıtılacak paraların belirlenmesinde ve tartışmalı toplumsal konularda ABD Başkanı’na tavsiyelerde bulunacak.

Americans United for Separation of Church and State’in (AU- Devlet ve din işlerinin ayrı tutulması için çalışan kuruluş) internet sitesine girer girmez karşınıza şu duyuru çıkıyor: “Sayın Başkan, İnanca Dayalı Girişim Programınızı Düzeltiniz!

Çünkü dinin, devlet nezdinde insanlara ayrıcalık tanımasından çekiniyorlar. Bu nedenle de, laiklik konusunda duyarlı herkesi, Obama yönetimine dilekçe göndermeye çağırıyorlar.

2-Laik Amerikalıların diğer bir sorunu, Obama ile birlikte Beyaz Saray tarafından başlatılan yeni bir gelenek...

Önceki başkanlardan farklı olarak, Obama’nın halka hitap ettiği her toplantı artık dua ile başlıyor... Üstelik rahiplerin yapacakları konuşmalar, önceden Beyaz Saray tarafından gözden geçirilerek onaylanıyor... Bu “uygunluk onayı” da, Beyaz Saray’ın bir şekilde dini konularda görüş belirtmesi anlamına geliyor.

Amerika’da başkanların görevi devralış törenlerinde ya da başkanların da katıldığı dini törenlerde din adamlarının konuşması, alışılmış bir durum. Fakat bunun siyasi toplantılarda da yapılması, yeni bir uygulama.

U.S. News & World Report’ta çıkan bir habere göre, Ronald Reagan döneminde bazı etkinliklerde yapıldığı oldu; fakat hiçbir zaman bir rutin haline gelmedi. Ayrıca o dönemde konuşmaların kopyası sonradan Beyaz Saray’a ulaştırıldı, önceden onay alınması için değil...

3-Obama, başkan olarak bir yenilik daha yaptı. Yahudi bayramı Passover’ı kutlamak için Beyaz Saray'da "Seder" denilen yemekli daveti veren ilk başkan oldu.

Anlaşılıyor ki, Obama bütün dinlere eşit durduğu mesajını vermeye çalışıyor. Fakat bu mesaj, Avrupa laikliğindeki şekliyle din ve devlet işlerinin net bir şekilde ayrılması anlamını taşımıyor...

Aksine, son günlerde Amerikalı laikler, Demokrat bir başkanın beklenmedik ölçüde dini Beyaz Saray’a soktuğunu düşünüyor. İnsanın sorası geliyor; acaba Obama’nın başlattığı bu uygulamaları, Bush başlatmış olsaydı neler olurdu?

13 Nisan 2009 Pazartesi

Sempatiklik Stratejisi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Nisan 2009

86 yaşındaki ünlü Amerikalı tarihçi/yazar Prof. Howard Zinn, kısa bir süre önce bir röportajda, “Obama’nın doğruları yapması için gösterilere, protestolara, mektuplara ihtiyaç var,” dedi.

Çünkü Zinn’e göre, Obama, sağlık, vergi gibi konularda halkın isteklerini yapmak için yeterince kararlı gözükmüyor. Ayrıca savaşı Irak’tan Afganistan’a kaydırarak, ABD’nin geleneksel militarist stratejisini sürdürüyor. Bu yüzden de, Roosevelt'in iktidara geldiğinde karşılaştığı türden bir uyarılmayı hak ediyor...

Zinn’in sözünü, Obama’ya, ben de Türkiye için uyarlayabilirim: Obama’nın Türkiye ile ilgili gerçekleri daha net ortaya koyabilmesi için daha fazla uyarılması gerek...

Karşı çıkanları duyar gibiyim... “Obama, Türkiye’ye verdiği önemi dünyaya ilan etti; AB üyeliği için güçlü bir destek verdi; laik demokrasiden ve hukukun üstünlüğünden söz etti,” diyebilirler...

Bunlar doğru; ama Obama’nın bazı noktaların altını yeterince çizmediği de bir gerçek... Türkiye’nin bölgede önemli bir demokrasi olduğunu tekrarlayıp durdu, ama basın özgürlüğüne ve yargı bağımsızlığına ilişkin net bir mesaj vermedi...

Ülkeyi birbirine katan hukuk dışı soruşturma skandallarından, susturulmaya çalışılan gazetecilerden, medya üzerindeki büyük baskıdan, Türkiye’de demokrasinin nasıl çiğnendiğinden habersiz mi yoksa?

Elbette haberli... Ama iç politikada olduğu gibi dış politikada da pragmatik davranıp, sadece işine geleni öne çıkarıyor. Çünkü onun öncelikli sorunu, Türkiye’nin kusursuz bir demokrasi ile yönetilmesi değil; bölgede acilen çözülmesi gereken sorunları için daha fazla işbirliğinin peşinde...

Ayrıca Obama’nın konuşmasının, Bush’un 2004’te İstanbul’da yaptığı konuşmayla büyük oranda benzeştiği de dikkatlerden kaçmıyor. Amerikan başkanları öteden beri Türkiye’nin önemini söyleyip durmaz mı zaten?

Bush da, Avrupa Birliği’ne üyeliğimizi desteklemedi mi?

Bush da, Türkiye’nin demokrasisine ve Atatürk’e övgüler yağdırıp, bölge için modellik rolüne dikkat çekmedi mi?

O da, Türkiye’nin kültürler arasında köprü olduğunu söylemiş, hukuk düzeni ve insan haklarının önemine değinmişti...

Üstelik hatırlıyorum; Bush da Obama gibi, basketbolcu Mehmet Okur’dan söz edip onunla gurur duyduğunu belirtmişti...

Öyleyse, şimdi değişen nedir?

Obama yönetimi ile gelen en önemli değişiklik yöntemdir. Obama, Bush gibi “kimseye danışmadan” emirle yönetme yerine, karşısındakini dinleyerek “diyalogla” yönetecek...

Değişen bir nokta da, din vurgusunun azalması... Obama, Bush'un hatasını görmüş ve Türkiye’ye “ılımlı İslam”ı dayatmanın kendi çıkarına olmadığının farkına varmıştır.

Bush’un politikaları sonucunda, Türk halkının Amerika’ya bakışı, görülmedik ölçüde olumsuzlaştı. Oysa bölgede Irak, İran, Afganistan ve Suriye ile ilişkilerde Türkiye’den beklentileri var Obama’nın... Bu gezi de, bu taleplerin karşılığını alabilmek için izlenen “sempatiklik stratejisi”nin en önemli ayağıdır.

Başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden daha birkaç ay geçmesine karşın hemen Türkiye’ye gelmesinin, konuşmasına Türkçe kelimeler ve deyişler katmasının ardındaki neden de budur...

Peki, yöntem değişince sonuç değişir mi?

Bunu zaman gösterecek... Kapalı kapılar arkasında dile getirilen taleplerin ve bunlara karşılık verilen sözlerin neler olduğu ortaya çıkacak...

Ama bana öyle geliyor ki, Obama'nın başta sözde Ermeni soykırımı iddiası, Yukarı Karabağ ve Kürt sorunu olmak üzere, belli konularda daha fazla uyarılması gerek... Bir de, Mehmetçik’i aniden Afganistan’da Taliban’la savaşır bulmayalım da...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Kaçırılan Anlar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Nisan 2009

New York metrosunda bir trende oturuyorum. Etrafa göz gezdiriyorum; herkesin elinde ya Blackberry var ya da iPhone...

Sanki bir reklam filmi için özel olarak tasarlanmış bir sahneyi yaşıyoruz... Yönetmen komut veriyor: “Herkes tüm dikkatini elindeki alete versin! Kimse başka bir şeyle ilgilenmesin!

Dakikalar geçiyor ama sahne değişmiyor. Trenden iniyorum, bir kafeye giriyorum. Bu defa aynı masada birlikte oturan insanlar var ama ellerinin altında yine aynı aletler duruyor. Konuşur gibi yapıyorlar ama bir yandan da Blackberry’den gelen mesajlarına bakıyorlar...

Az sonra buluşacağım kişi giriyor kafeye. Telaş içinde paltosunu çıkarıyor; çantasından bir iPhone çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Konuşmaya başlıyoruz, fakat telefon rahat vermiyor... Özür dileyip arayanla konuşuyor.

Sonra telefonu kapatıyor ve iki dakika geçmeden yine mesajlarını kontrol etmek istiyor. Mesajlardan bazılarına yanıt vermesi gerektiği için başlıyor ufacık tuşlara basmaya... Öyle alışmış ki hızlı hızlı yazmaya, parmakları uçuşuyor küçücük aletin üzerinde...

Sonunda yazmayı bitiriyor ve telefonu yine masanın üzerine bırakıyor. Fakat bakışlarından belli ki, aklı, yazdığı yanıtlara gelecek yeni yanıtlarda... Bu defa hem konuşuyor, hem de gelen mesajları kontrol ediyor.

O, ben ve telefon arasındaki yarım saatlik buluşmanın sonuna geldiğimizde dönüp şöyle diyor: “Bir dahaki sefere daha uzun görüşelim, yemek yiyelim. Ben bir şey anlamadım bu defa...

Telefonun da aramıza katıldığı böyle bir üçlü buluşmanın ne kadar çekilmez olacağının farkında değil mi, yoksa şaka mı yapıyor?

New York’ta bir süre kalınca benim yaşadığım bu olayın aslında çok sıradan olduğunu görüyorsunuz. Üstelik bu teknolojik bağımlılık, sadece bu kentle sınırlı da değil...

Bir süre önce Conan O’Brien’ın New York’ta yaptığı son şovlardan birine ünlü komedyen Jerry Seinfeld katılmıştı. O’Brien, Jay Leno’nun yerine “Tonight” şovu sunmak üzere Los Angeles’a taşındığı için, Seinfeld’e bu kent hakkındaki önerilerini sormuştu.

Los Angeles’taki insanların karşısındakiyle konuşur gibi yapıp, bir yandan da Blackberry’deki mesajları okuduğunu anlattı Seinfeld: “Bu aletin üzerinde bir sürü düğme var ve senin suratından daha ilginç der gibi bakarlar insana... Büyük bir kabalık bu! Ben hiç buluştuğum insanın suratına karşı kitap açıp okuyor muyum?

Karşılıklı kahve içmenin keyfine varıp anı yaşamaktansa, silmediğiniz sürece telefonunuzda sonsuza kadar kayıtlı kalabilecek bir mesajı yakalamaya çalışmanın mantığını anlayabilmiş değilim...

Mobil internet erişimi sağlayan bu telefonlar, burada adeta insanların yeni bir organı gibi olmuş. Kazara onlar olmadan sokağa adım atarlarsa, düşünme yeteneklerini kaybedecek gibi duruyorlar...

Jose Saramago, müthiş romanı “Blindness”ı (Körlük) yeniden yazsa, teknolojik bağımlılığın vardığı bu son noktayı da dikkate alırdı belki... Bulaşıcı bir virüs nedeniyle görme yeteneğini kaybeden insanlar, mobil internet olmadan hayatlarını nasıl sürdürecek? Her şeyin sesli iletişime dönüşmesi sorunu çözer mi?

Bu yazdıklarımdan teknolojiye karşı olduğumu düşünmeyin... Bu alandaki gelişmeleri her zaman büyük ilgiyle izliyorum. İnsanoğlunun ihtiyaçları doğrultusunda teknolojiyi geliştirmesi, gerçekten hayranlık verici.

Sorun, insanın kendi geliştirdiği teknolojiye giderek tutsak olması... Bu tür aletlere bağımlı hale gelip, gereğinden fazla zamanı onlarla geçirirsek, zamandan tasarruf eder miyiz? Kaçırdığımız anlar birikip hayat kalitemizi yükseltir mi?

30 Mart 2009 Pazartesi

İktidar Sorumluluğu

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/29 Mart 2009

Dev sigorta şirketi AIG’nin yarattığı skandalı duymayan kalmamıştır herhalde... Amerikan hükümetinin hazineden kaynak aktararak batmaktan kurtardığı şirket, yöneticilerine milyonlarca prim vermiş. Olay ortaya çıkınca, hem Obama hükümeti hem de halk büyük tepki gösterdi.

O kadar ki; New York’un en çok okunan tabloid gazetelerinden The New York Daily News, “Domuz AIG” diye başlıkla çıktı. USA Today’in birinci sayfasında ise, üzerine domates fırlatılan AIG logolu bir resim yer aldı.

Televizyonda yayınlanan sokak röportajlarından birinde, genç bir kadın öfkesini şöyle anlatıyordu: “Bu, Amerikan halkına yapılmış bir hakarettir! Bizimle dalga mı geçiyorlar?” Yaşlı bir adamın tepkisi ise, kısa ve özdü: “Çıldırmış bunlar!

Gerçekten birileri çıldırmış bu ülkede... Sonsuz bir açgözlülüğün pençesinde kıvrananlar, kendilerinden başka kimseyi düşünmez olmuş... Dar gelirli, işsiz perişan; AIG’nin tuzu kuru yöneticileri ise, milyon dolarlık primlerin peşinde...

Olayın buraya kadar olan kısmı, bütün dünyada haber oldu. Benim üzerinde durmak istediğim yanı ise, Obama’nın bu konudaki liderlik tavrı...

Önce AIG yöneticilerini en sert şekilde eleştirip, yapılanın yanlış olduğunu söyledi Obama... Beklenebilir bir tepkiydi bu.

Bununla da kalmadı; yöneticilere ödenen primlerin geri alınması için AIG’ye baskı uyguladı. O da yetmedi; Hazine Bakanı Timothy Geithner, prim tutarının AIG’ye verilecek kurtarma paketinden düşürüleceğini açıkladı.

Bu önlemler üzerine, toplumda, hükümetin Amerikan halkının haklarını koruduğuna olan inanç güçlendi. Hükümet, böyle bir skandal karşısında görevini yapmış, gereken tepkiyi ortaya koymuştu.

Fakat Obama bu kadarla yetinmedi; bir devlet başkanının sorunlar karşısında nasıl davranması gerektiğine ilişkin mükemmel bir örnek verdi ve yaşananlar üzerine şunları söyledi:

Washington, kimin hatalı olduğunu bulma telaşına kapıldı. Bazıları Demokratlar’ın hatası diyor, bazıları da Cumhuriyetçiler’in... Bakın; Başkan olan benim, sorumluluk bana aittir.

Aldığı somut önlemlerden sonra, bunları söylemese eleştirilir miydi Obama? Hayır.

Öyleyse neden söyledi? Çünkü başkanlık koltuğunda oturmanın ne anlama geldiğinin ayırdında; ülkede kamuyu ilgilendiren olaylarda, birinci derecede sorumluluğun, en başta kendisine ve hükümetine ait olduğunun bilincinde...

Çünkü halkın, kendisini iş yapması ve sorunları çözmesi için Başkan seçtiğini biliyor...

Peki, böyle bir olay Türkiye’de olsa, sorumluluk makamındakiler nasıl davranırdı? “O adamlara biz mi verdik primi?” deyip, çıkarlar mıydı işin içinden? Sanki halk onları oraya sadece boy göstersin diye getirmiş gibi davranıp, sorumluluktan kaçarlar mıydı?

Almanya’da patlayan Deniz Feneri olayında iktidarın tutumunu gördük... Onca insanın mağdur olması, derhal soruşturma başlatılmasına yetmedi...

Bir nedeni olsa gerek...

Türkiye’de iktidarlar, kamusal çıkarı gözetip, sorunları çözsün diye seçilmiyor mu?

Yolsuzluklara bulaştığı iddia edilen devlet görevlileri hakkında soruşturma açmayanlar, halka karşı sorumluluklarını yerine getirmiş sayılır mı?

Halk, kamu yararı yerine cemaat çıkarlarını savunan politikacılara güven duymaya devam edebilir mi?

Obama hükümetinin ve Amerikalıların, kendilerini aptal yerine koymaya çalışan holding yöneticilerine gösterdiği tepkiden alınacak dersler var...

Türkiye'de özellikle politikacıların, kamu vicdanının yara almamasına özen göstermesi gerekli. Bu, hem siyasetin saygınlığı, hem de ülkenin huzuru açısından şart...

23 Mart 2009 Pazartesi

İki Ada...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/22 Mart 2009

İkisi de 15. yüzyılda Cenovalı gezgin Kristof Kolomb tarafından keşfedildi.

İkisinin de para birimi dolar...

İkisinde de temel dil İngilizce ve halkın çoğunluğu Hıristiyan...

Birisi (ekonomik krize rağmen) zenginliğin sembolü, diğeri yoksulluğun...

Birisi insan aklının tasarladığı bir gökdelen cenneti, diğeri bakir toprakların...

Birisinde hayat baş döndürücü bir hızla akarken, diğerinde olabildiğince telaşsız...

İlki Manhattan, diğeri Jamaika... Son iki haftayı bu iki adada geçirince, ister istemez karşılaştırmalar yaptım.

Önce soğuğun insanın içini titrettiği karlı bir havada indim Manhattan’a... Bir hafta sonra Montego Bay'e vardığımdaysa, sıcak bir rüzgar okşadı yüzümü...

Jamaika’nın ikinci büyük kenti Montego Bay, ülke ekonomisinin can damarı turizm sektörünün en önemli merkezi. Port Antonio ise, beyaz kumlu sahilleri ve turkuvaz renkli berrak deniziyle ülke için bulunmaz bir mücevher değerinde...

Turistik tesislerin yanı sıra, kent merkezlerinde ilk dikkati çeken görüntüler, yarım kalmış inşaatlar. Para bitince ara veriliyormuş binaların yapımına... Tekrar kaynak bulununca da, kaldıkları yerden devam ediyorlarmış...

Jamaikalılar, hayatın getirdiği sorunlara karşı garip bir umursamazlık içinde... Kimine göre, “ganja” olarak adlandırılan marihuana ile uçuşun bir sonucu bu... Marihuana satışı yasak ama yaygın bir kullanımı var.

Bu ülkede herkes, sanki rom ve marihuana etkisinde hayatı yavaş çekimde yaşar gibi... Ağır ağır yapıyorlar her şeyi. Örneğin bir restorana gidiyorsunuz, siparişiniz 40 dakikadan önce gelmiyor...

Ama havasından mıdır, suyundan mı, bilmem; Jamaika, zaman kavramını unutturuyor... Hele o hiç el değmemiş kıyılara giderseniz, bambaşka bir boyuta geçiyorsunuz.

Fakat Jamaika gerçeği turistik tesislerde ortaya çıkmıyor... Bu ülkeyi gerçekten tanımak için, halkın yaşadığı sokaklara girmek gerekiyor. Çünkü o zaman tanık oluyorsunuz yoksulluğa... Derme çatma evler, yalın ayak gezen insanlar, size bir şey satmak için yalvaran insanları görüyorsunuz.

Paralarının alım gücü öylesine düşük ki, 1 Amerikan doları yaklaşık 77 Jamaika doları ediyor. Yüzde 92’sini siyahların oluşturduğu halkın çoğunluğunun umut kaynağı, ülkeye gelen beyaz turistler... Sıkı pazarlığın döndüğü satışlara hep, “Sen benim dostumsun,” diyerek başlıyorlar.

Reggae ve hip-hop ritimlerinin duyulduğu sokaklar, her yer ülkenin bayrağındaki yeşil, kırmızı ve sarı renkle donatılmış. Ulusal kahraman, efsanevi müzisyen Bob Marley de, Che ile aynı kaderi paylaşıyor; fotoğrafları, tişörtleri ve hediyelik eşyaları süslüyor...

Muhteşem doğası, sıcak kanlı insanları ve farklı kültürüyle çok etkileyici bir ülke Jamaika... Ama bir yandan da, suç oranının arttığı, enflasyonun giderek tırmandığı, işsizlikten kırılan yoksul bir 3. dünya ülkesi...

Öyle ki; en önemli ürünlerinden meşhur Jamaika kahvesini içmek için yerel bir kafe soruyoruz, "Burger King'e gidin," diyorlar...

Bir zamanlar Jamaika’dan muz ve şeker ithal eden İngiltere, artık ülkenin ekonomisine destek çıkmaz olmuş...

Oysa İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi Jamaika’da devletin başı İngiltere Kraliçesi değil mi? Adil ticaret sağlanmadıkça, 3. dünya ülkelerinin, sanayileşmiş ülkelerin sübvanse edilen tarımlarıyla mücadele edemeyeceğini Kraliçe bilmiyor mu?

Montego Bay’in geceleri karanlığa gömülen atmosferinden kalkıp, her yerinden ışıklar saçan Manhattan’a inen uçakta bunları düşünüyorum...

16 Mart 2009 Pazartesi

Mücevher ve Boş Buzdolabı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/15 Mart 2009

Bir haftadır New York’tayım ve ekonomik krizin kenti nasıl vurduğuna tanık oluyorum. En son altı ay önce geldiğimde, çok fazla su yüzüne çıkmamış olan bazı değişiklikler, artık günlük yaşamda iyice hissedilir olmuş.

Gıda ürünleri ve zorunlu tüketim malzemeleri satan marketler dışında hangi mağazaya gitseniz, rahatça alışveriş yapıyorsunuz. Eskiden kasalarda görülen o uzun kuyruklar tarihe karışmış. Üstelik hemen her yerde büyük indirimler var... Artık yollarda alışveriş torbaları taşıyan eller, soğuğun da etkisiyle ceplere sokulmuş...

Caddelerde yürürken en çok gördüğüm yazı, kiralık mağazaların camlarına asılan “Retail Space For Rent”... En sık gördüğüm işaret ise, indirimi simgeleyen "%" işareti... Ama belli ki Amerikalılar, hükümetin dağıttığı çeklere karşın alışveriş yapmıyor.

Ekonomiyi canlandırma çabalarının kısa dönemde sonuç vereceğine olan inanç da fazla kuvvetli değil. Obama’nın geçtiğimiz günlerde Kongre’de yaptığı umut verici konuşma olumlu bulunsa da, yaşananlar halkın gözünü korkutmuş. “Ne olur ne olmaz, ben tasarruf edeyim,” diyor herkes...

Kapitalizm, bu tarihsel aşamada öyle yıkıcı boyutlara ulaştı ki, nasıl korkmaz insan?

Mother Jones dergisi, krizde kimin ağlayıp kimin güldüğünü ortaya koymak için güzel bir çalışma yapıp, yaşanan gelişmeleri özetlemiş. Bazi ilginç başlıklar şöyle:

-2006-2007 arasında en varlıklı Amerikalıların oluşturduğu % 5’lik kesimin geliri yüzde 9 artarken, orta sınıfın geliri yüzde 3 arttı.

-Milyonerlerin yüzde 55’i artık eski hayatlarını sürdüremeyeceğinden korkuyor. (Çünkü Forbes’a göre, havyar ve yat fiyatları, 2008’de yüzde 12 artmış...)

-The New York Times’a göre zenginlerin bütçelerinde sınırlama yapmak zorunda kaldıkları harcamalar, estetik operasyonlar, jetler, hizmetçiler, verilen bahşişler ve mücevher olarak sıralanıyor.

-Geçen kasım ayında ücretinde kesinti yapıp yapmayacağı sorulan General Motors CEO’su Rick Wagoner şu yanıtı verdi: “Üniversite masraflarını karşılamak zorunda olduğum bir oğlum var.” Daha sonra da, kamuoyunun tepkisi üzerine, yılda 1 dolar alacağını açıkladı.

-Sigorta şirketi AIG, devletten 85 milyar dolar yardım aldıktan bir hafta sonra sonra, şirketin yöneticileri lüks bir otelde kalıp 443 bin dolar ödedi. 23.400 dolar spa için, 6900 dolar golf için...

-Şu anda 4,5 milyon Amerikalı işsizlik ödeneği alıyor. Bu, son 26 yılda ulaşılan en yüksek rakam.

-Ortalama işsizlik ödeneği haftada 293 dolar.

-Amerikan halkının yüzde 31’i yiyecek ve ilaçta, yüzde 38’i de elektrik ve ısınma harcamalarında kısıtlama yapmak zorunda kaldığını söylüyor.

***

Bütün bu manzara ortaya koyuyor ki, Amerikan kapitalizmi, zengini koruyan, orta sınıfı ve yoksulları görmezden gelen politikalarıyla toplumu bir uçuruma sürükledi. Onunla da kalmayıp, tüm hastalığını dünyaya bulaştırdı...

Bu işin içinden çıkmak için, geçmişteki hataların tekrarlanmaması gerekiyor. Kimileri bunun farkında ama kimileri de eski ayrıcalıklı hayatını yeniden kazanma telaşına düşmüş...

Halkın sesi olması gereken yayın organlarında çıkan bazı yazılar da inanılır gibi değil... Partilerin iptal edilmesinden, artık gündelikçi kadının haftada sadece üç gün gelmeye başlamasından yakınan yazılarla, halkın derdine tercüman olduklarını sanıyorlar...

Amerika, sınıf meselesinin üzerini örtmeye çalıştıkça daha da batacak... Krizde asıl darbeyi yiyen, mücevher alamaz duruma gelen varsıl değil, buzdolabı boş kalan dar gelirlidir! Bu gerçekler yazılmadıkça, orta sınıf güçlendirilmedikçe krizden çıkış yoktur...