26 Ocak 2009 Pazartesi

2023?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/25 Ocak 2009

2009, UNESCO ve Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Astronomi Yılı ilan edildi. Çünkü bu yıl, Galileo Galilei’nin teleskopla yaptığı ilk gökyüzü gözleminin 400. yıldönümü. Aynı zamanda, Evrim Teorisi’ni geliştiren Charles Darwin’in doğumunun da 200. yılı.

Her iki bilimadamı da, buluşlarıyla insanlığa büyük katkılar yaptı. Ama aynı anda da, bağnaz dincilerin hedefi haline geldi. Galilei, Tanrı'ya inansa da, dünyanın döndüğünü savunduğu için kilisenin düşmanlığını kazandı, kitabı yasaklandı, Engizisyon’da yargılanıp ev hapsine mahkum edildi...

Dünyanın döndüğünü savunmanın kilise karşıtlığı olarak değerlendirildiği günler artık geride kaldı; bugün kimse dünyanın yerinde sabit durduğunu savunmuyor. Hatta Vatikan, kilise tarafından yargılanan Galilei’den 366 yıl sonra özür bile diledi...

Bağnaz dincilerin tepkisine neden olanlardan birisi de Charles Darwin’di. Tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla birkaç ortak atadan evrildiğini savunduğu için kıyamet koptu. Sonunda İngiliz Anglikan Kilisesi, geçen yıl, Darwin’in ölümünden 126 yıl sonra, ünlü bilimadamından özür diledi. Onu yanlış anlayıp, yanlış tepki verdiklerini ve başkalarının da onu yanlış anlamasına neden olduklarını itiraf ettiler...

Galilei, kazığa geçirilip yakılmaktan kurtulmak için görüşlerini inkar etmek zorunda kalmıştı. Bir diğer İtalyan bilimadamı Giordano Bruno ise, dünyadan başka pek çok gezegen bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Katolik Kilisesi’nin kararıyla yakılarak öldürüldü... O da Tanrı'yı reddetmiyordu oysa... Sadece Tanrı ile evrenin aynı gerçeğin iki farklı yansıması olduğunu söylüyordu...

Darwin ise, dini inancını “agnostik” (bilinemezci) olarak tanımlasa da, onun kaderi Bruno’nun ve Galilei’nin kaderinden farklıydı. Bunun nedeni, Bruno’nun yakıldığı 1600’den Darwin’in doğduğu 1809 yılına kadar olan dönemde, insanlığın Aydınlanma ekseninde kat ettiği yoldur. Rönesans’ın açtığı yolda ilerleyen toplumlarda zaman içinde din ve devlet işlerinin ayrılması noktasına gelinmiş, bilimsel özgürlükte mesafe alınmıştı.

***

Batı’nın, ortaçağın tutucu skolastik felsefesinden kurtulup Rönesans’ın özgürlük kavramından Aydınlanma’ya uzanması, tarihin en önemli süreçlerinden birisi. Acı gerçek şu ki; şeriatın hüküm sürdüğü Osmanlı, bu süreci fena halde ıskaladı...

Aydınlanma’nın yaşadığımız topraklara varışı, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla oldu. Batı’nın yüzyıllar önce ulaştığı Aydınlanma’yı Türk ulusuna yaşatan, dogmayı reddedip aklın egemenliğini savunan, emperyalizme karşı gelip ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesini hayata geçiren Atatürk’ün 2009’da hâlâ dincilerin hedefi olması, size anormal gelmiyor mu?

Türkiye, 21. yüzyılda dincilerin, tarikatçıların yürüttüğü karşı devrime sahne oluyor. Ne yazık ki, tarih kitapları ilerde 2009 Türkiyesi’ni anlatırken, mahalle baskısından, içki yasağından, tesettür salgınından söz ediyor olacak...

Eğer o kitaplar gerçeği yazarsa, yıllar sonra bunları okuyanlar hayrete düşecek... Onlar için herhalde inanılmaz olacak ama, laiklik karşıtı odak haline gelmiş, ABD, AB güdümlü bir iktidarın hukuku hiçe sayan icraatlarını okuyacaklar...

Atatürk Devrimi’nin Aydınlanma boyutunu değerlendirirken, insanın aklına şu soru geliyor:

Acaba belli kesimlerin Türkiye’deki Aydınlanma gerçeğini anlamaları için, kilise özürlerinde olduğu gibi en az 100 yıl geçmesi mi gerekiyor?

Eğer öyleyse, Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacağı 2023’te, tarih kitapları dincilerin böyle bir özründen de söz ediyor olur mu?

19 Ocak 2009 Pazartesi

Savaş Makinesi ve Barış

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/18 Ocak 2009

Deepak Chopra, Hint kökenli bir Amerikalı, tıp doktoru ve yazar. Alternatif tıp konusundaki çalışmaları, yazdığı 50’den fazla kitabı ve yaptığı radyo programıyla, Amerika’nın düşün hayatına katkıda bulunan önemli bir isim.

Chopra, geçtiğimiz günlerde Obama’ya bir öneri getirdi ve Amerika’da barış temelli bir ekonominin inşa edilmesi için çağrıda bulundu. Bu önerinin dokuz maddede özetlenen aşamaları şöyle:

1-Silah pazarlıklarını gözden geçir ve 2020’ye kadar bunları yasadışı hale getir.

2-Barışa yönelik bir projeyi her türlü savunma sözleşmesine koşul olarak dahil et.

3-Vergi teşviği ve fon sağlayarak askeri şirketlerin barışçıl amaçlar için kullanılmasına öncülük et.

4-Askeri üsleri evsizler için barınağa dönüştür.

5-Yabancı ülkelerdeki askeri üsleri aşamalı olarak ortadan kaldır.

6-Askeri personelin bu yeni altyapının kurulması çalışmalarında görev alması koşulunu getir.

7-Geleceğin silah teknolojilerine yönelik süreci durdur.

8-Süper güç olarak adlandırılan ama artık var olmayan düşmanlara karşı savunma yapmak için geliştirilmiş savaş gemilerinin sayısını azalt.

9-Savunma ve güvenlik bütçelerinde yapılacak indirimle, devletin sosyal hizmetleri bütünüyle finanse etmesini sağla.

Chopra’ya göre, Amerika’nın savaş ekonomisi barış ekonomisine dönüştürülmediği sürece, büyük çıkarların sağlandığı bu askeri-sanayi işbirliği hiçbir zaman sona ermeyecek.

***

Pearl Harbor’dan bu yana savaşan bir ülkenin başına değişim vaadi ile gelen bir Başkan’dan ciddi beklentileri var Amerikalıların... Ama Amerikan ekonomisinin savaşa bağımlılığı o kadar büyük boyutlarda ki, askeri harcamalar sıralamasında kendisinden sonra gelen 15 ülkenin, bu iş için harcadığı paranın toplamından daha fazla harcama yapıyor.

Hangi ülkeler bunlar? Hollanda, Endonezya, Kanada, Avustralya, İtalya, Brezilya, Hindistan, Güney Kore, Suudi Arabistan, Almanya, Japonya, Fransa, Britanya, Rusya ve Çin... Tek başına bu gerçek bile, Amerika’nın nasıl çılgın bir yola girdiğinin göstergesi...

Bir diğer ilginç bilgi de, Amerika’daki War Resisters League’in (Savaş Karşıtları Birliği), ülkenin 2009 yılı bütçesinin dağılım oranlarına ilişkin çalışmasında yer alıyor. Buna göre, Amerikan bütçesinin % 54’ü askeri harcamalara gidiyor.

Bunun % 36’sı mevcut askeri harcamalar (küresel terörle mücadele için ayrılan 200 milyar dolar dahil toplam 965 milyar dolar), % 18’i de gazilere ayrılan ödenek dahil, geçmiş yıllardaki askeri harcamalardan kaynaklanan ödemeler (toplam 484 milyar dolar).

Yani federal hükümetlerin Amerikan halkından topladığı vergilerin (2.659 milyar dolar) yarısından fazlası (1.449 milyar dolar) askeri harcamalara gidiyor.

Bu sayıların da açıkça ortaya koyduğu gibi, sonuç şudur ki; Amerika, dünyanın en büyük savaş makinesi haline geldi. Terörizmle mücadele ettiğini söylerken, sahip olduğu bu devasa militer güçle, kendisi bir tehdide dönüştü.

Bu durumda, aklı başında Amerikalılar soruyor: Bu gidişin sonu nereye varacak? 45 milyon insanın sağlık sigortasına sahip olmadığı bir ülkede, toplanan vergilerin yarısından fazlasının askeri harcamalara ayrılması nasıl açıklanabilir?

***

Chopra’nın önerileri birçok insana ütopik gelebilir. Ama insanoğlu, bugüne kadar içinde yaşadığı dünyadan mutsuz olduğu için ütopyalar kurageldi ve kurmaya da devam edecek...

Ayrıca dünya tarihinin, bir zamanlar olanaksız gibi görülen ama sonradan gerçeğe dönüşen olaylarla dolu olduğunu da unutmamak lazım... Her şeye karşın, barışın da onlardan biri olabileceğine inanmak çok mu ütopik?

12 Ocak 2009 Pazartesi

Medya Hastalıkları

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/11 Ocak 2009

Son dönemde Türk medyasını yakından izleyenler farkındadır; iki türlü kavga sürüyor yazılı ve görsel basında. Bir yandan iktidar, kendisini eleştiren gazetecilere saldırıyor; diğer yandan da, gazeteciler kendi aralarında kavgalı...

Birincisinin nedeni, Başbakan Erdoğan’ın medyada iktidar aleyhinde çıkan haberlerden hiç hoşlanmaması ve bu haberleri yapan gazetecileri patronlarına şikayet etmesi...

Bu tür bir anlayış, demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmaz. Aksine, demokrasinin korunabilmesi için, iktidar hoşlanmasa da, hükümetin icraatlarını eleştirecek medyaya gerek vardır. Çünkü bu olmadığında, hem halk iktidarın faaliyetleri konusunda tam bir bilgi alamaz, hem de iktidar kendi yanlışlarını ya da eksikliklerini görme olanağı bulamaz...

Ama tabii muhalif medyanın uyarılarından faydalanmak, ancak aklın yolundan şaşmayan iktidarların yapabileceği bir iştir. Oysa, AKP iktidarının hangi akıl dışı yollardan gittiğine, 2002’den bu yana tanık oluyoruz...

***

Medyadaki ikinci kavganın nedeni de, aslında birinciden kaynaklanıyor. Bir grup gazeteci, pozisyonunu patronunun iş ilişkilerine göre belirliyor ve iktidara koşulsuz destek veriyor.

Bunun sonucu olarak da, kendisini iktidarla özdeşleştirip aynı Başbakan gibi tavır alıyor; iktidarı eleştirenlere veryansın ediyor; hukuku çiğneyip, yayın yasağı olan, mahkemeye yansımış davalar hakkında belli çevrelerden sızdırılan bilgileri yayınlıyor...

Burada mesleki açıdan ciddi bir sakınca söz konusudur. Çünkü böyle bir durumda, yandaş medya mesleğin temel ilkeleri olan basın özgürlüğü ile halkın haber alma hakkına ters düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalır...

Denilebilir ki; ya iktidarı eleştiren haberler gerçeği yansıtmıyorsa? Her iki kavganın da hassas noktası tam burası... Gazetecinin görevi, kamunun yararını gözeterek doğruları ortaya koymaktır. Yapılan haber doğruysa, zaten ne Başbakan'a ne de yandaş medyaya söyleyecek söz kalır.

Bu nedenle, haberlerdeki iddialar kanıtlanabilir olmalıdır. Araştırmacı gazeteciliğin önemi de buradan gelir. Son dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’nun başarı kazanmasının nedeni nedir? Bir araştırmacı gazeteci gibi çalışıp iddialarını belgelerle ortaya koymuş olmasıdır.

***

Medyamızdaki bir diğer hastalık da, şov dünyasındaki popülerlik kazanma taktiklerinin, medyada aynen uygulamaya konmuş olması...

Nedir bunlar? Kısa yoldan ün kazanmak için ya sürekli polemik yapacaksınız, ya kendinizin haber olmasını sağlayacaksınız ya da radikal bir dönüşüm geçireceksiniz...

Bu üç yol da, tiraj kaygısındaki medyada epey prim yapıyor. Köşe yazılarında iftira atıp hakaret edenler, baş tacı ediliyor. Birisi çıkıp spekülasyon yapıyor; bir başkası da sanki o yazılan gerçekmiş gibi ona atıf yaparak, belli bir görüşü yaymaya çalışıyor. Yani gerçekleri haber yapmıyor, kendi gerçeklerini yaratıyorlar...

Sürekli kendi özel yaşantılarından söz eden egosantrikler, önemli gazeteci oluyor. Birdenbire başka bir tarafa meyledenler, makbul sayılıyor...

Ne yaparsan yap, yeter ki hakkında çok konuşulsun... Başarının temel ölçütü bu olunca, Makyavelist yöntemler giriyor işin içine. Mesleki ilkelerin ayaklar altına alındığı bir ortamda iyi de işliyor bunlar...

Bir de bakıyorsunuz, bu tür “gazeteciler”, sanki bir pop yıldızıymış gibi magazin basınının gözdesi oluyor. Oysa gazetecinin kendisi haber olmaz, haber yapar; iletişim fakültelerinde öğrencilere öğretilen en önemli ilkelerden biridir bu...

İşte bugünkü Türk medyasına başta değindiğim iki kavga ve bu pop yıldızı hastalığı musallat olmuş durumda... Ne diyelim; acil şifalar...

5 Ocak 2009 Pazartesi

Obama Ne Yapacak?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/4 Ocak 2009

Harvard International Review dergisinin internet baskısında, kısa bir süre önce Dr. Steven Kull imzalı bir makale yayımlandı. Makalenin başlığı ilginç: “Obama, Amerika’nın Ortadoğu’daki İmajını Düzeltebilir mi?

Steven Kull, Maryland Üniversitesi Uluslararası Politika Davranışları Programı’nın (PIPA) direktörü. Yazısı, araştırma verilerine dayandığı için oldukça önemli. Altı çizilmesi gereken noktaları aktarmaya çalışacağım.

Temmuz-Ağustos 2008 döneminde BBC/GolobeScan/PIPA için 22 ülkede yapılan bir araştırmaya göre, Obama’nın yarattığı heyecan en az Ortadoğu’da hissediliyor. Bu bölgede Obama’ya verilen destek, dünyanın diğer bölgelerine göre düşük. Mısır ve Türkiye’de % 26, Lübnan’da % 39, Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) % 46.

Obama’nın başkanlığı, Amerika’nın dünya ile ilişkilerinde ne gibi etkiler yapar?” sorusuna, "Daha olumlu," şeklinde yanıt verenlerin oranı şöyle: Mısır % 29, Türkiye % 11, Lübnan % 30, BAE % 40. Bu konuda dünya ortalaması % 46; Avrupa ve Afrika’daki oranlar ise, çok daha üst düzeylerde.

Araştırma kuruluşu PEW için yapılan bir çalışmada ise, uluslararası ilişkilerde doğru olanı yapacağı konusunda Obama’ya ne kadar güven duyulduğu soruluyor. Sonuçlar şu şekilde: Pakistan ve Türkiye’de % 7, Mısır’da % 23, Ürdün’de % 20, Lübnan’da % 22.

Dr. Kull, bu sonuçlar üzerine, “Amerika’nın Ortadoğu ile ilişkilerini değiştirmek için ‘Bush olmamak’ yeterli değilse, ne gerekiyor?” sorusunun yanıtını araştırmış.

Aldığı yanıtları değerlendirince de, Ortadoğu halklarının özellikle üç temel konuda Obama yönetiminin ne yapacağına bakacağı ortaya çıkmış.

1.Amerika, bölgede baskın bir askeri güç bulundurmaya devam edecek mi?
2.Amerika, İsrail-Filistin çatışmasında tarafsız bir rol üstlenecek mi?
3.Amerika, bölgede demokratikleşmeyi destekleyecek mi?


***

Peki, Amerika Obama’nın önerdiği gibi 16 aylık bir sürede Irak’tan askerlerini çekerse, birinci sorudaki endişeler azalır mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü Amerika’nın strateji ve enerji politikalarını bir yana bırakıp, bölgeden tümüyle elini çekeceği hayaline kapılmak için çok saf olmak lazım...

İsrail-Filistin konusunda Amerika’dan tarafsızlık beklemek içinse, Amerikan politikasını hiç bilmemek gerekir. Amerikan dış politikası, Ortadoğu’da İsrail’in korunup desteklenmesi üzerine kuruludur. Obama da, kampanyası boyunca bu konuda İsrail’e büyük destek verdi. İsrail lobisini arkasına almadan başkan seçilmesi olanaklı da değildi. Amerika, İsrail-Filistin barış antlaşmasının sağlanmasına aracılık etme çabalarını sürdürse bile, Gazze'yi yine kana bulayan İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini sağlayabilir mi?

Gelelim bizi de yakından ilgilendiren üçüncü endişeye... Amerika, Ortadoğu’da demokratikleşmeyi destekler mi?

Irak’a kitle imha silahları olduğu yalanını uydurarak girdiler; ama olmadığı ortaya çıkınca Saddam gibi bir diktatörü devirdiklerini, Irak’a demokrasi ihraç edeceklerini söylediler. Edebildiler mi? Hayır. Irak, bugün hâlâ Amerika’nın güdümünde ve işgali altındadır.

Amerika’nın bu demokrasi havariliğinin inandırıcı olması için Obama’nın yapması gereken çok şey var.

Bakalım Müslüman coğrafyadaki tek laik cumhuriyet Türkiye’ye ılımlı İslam’ı dayatmaktan vazgeçecek mi?

İşine geldiği için Mısır ve Suudi Arabistan’daki baskıcı rejimleri desteklemeye son verecek mi?

Emperyalist politikaları terk edecek mi?

Sadece kendi ülkesinin vatandaşları için değil, herkes için barışı, demokrasiyi ve insan haklarını savunabilecek mi?

Cheney'in bile övgü yağdırdığı şahinlerle dolu yeni kabinesiyle bunları yapabilecek mi?

29 Aralık 2008 Pazartesi

2009 ve Türkiye

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/28 Aralık 2008

Üç gün sonra yeni bir yıla giriyoruz. Herkes gelecek günlerin daha iyi olmasını diliyor...

Olabilecek mi?

2008'de Ergenekon denilen garip davayla korku imparatorluğu kuruldu, hükümete muhalif kesimler sindirildi...
Ilımlı İslam destekçileri, doğrudan Atatürk’ü, TSK'yı ve laikliği hedef aldı...
Toplumdaki kamplaşma iyice derinleşti... Türkiye, önemli ölçüde muhafazakarlaştı...
Dış politikada teslimiyetçi anlayış hakim oldu...
Doğu'da terör hortladı...
Kendilerini "liberal" olarak adlandıran takım, yine IMF'nin eteğine yapışıp, bütün umudunu Obama'ya bağladı...
AB projesi bir kenara itildi...
Ekonomik kriz teğet geçmedi, çarpıp savurdu...
İşsizlik tırmandı...

Umudu kaybetmemek gerek tabii; ama, Türkiye’nin çok karışık ve kavgalı bir dönemden geçtiğini de düşünmeden edemiyor insan...

***

Böyle bir ortamda, 2009 yılı bütçe tasarısı, günlerdir TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Bütçe, hükümetlerin bir yıllık zaman içinde hangi hizmetlere ne kadar kaynak ayırmayı planladığını belirler. Hükümetin izleyeceği ekonomik politikalar kadar, sosyal politikaları da görmemize olanak verir. Bu nedenle çok önemlidir.

Öyleyse, şimdi gelin bu gözle bakalım 2009 bütçesine...

Bazı bakanlıkların gelecek yıl için öngörülen bütçeleri şöyle:

İçişleri Bakanlığı: 1 milyar 893 milyon 861 bin TL,
Çevre ve Orman Bakanlığı: 1 milyar 242 milyon 319 bin TL,
Ulaştırma Bakanlığı: 1 milyar 155 milyon 636 bin 740 TL,
Kültür ve Turizm Bakanlığı: 1 milyar 5 milyon 896 bin TL,
Dışişleri Bakanlığı: 816 milyon 935 bin TL,
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı: 709 milyon 448 bin TL,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı: 639 milyon 25 bin TL,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı: 467 milyon 411 bin TL.

Bütçesi bunların her birinden fazla olan kurum hangisi dersiniz? Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığı... AKP, bu başkanlık için 2 milyar 454 milyon 275 bin TL bütçe ayırarak bir rekora imza attı.

Gazete haberlerine göre, son dört yılda Diyanet’in bütçesi yüzde 90 oranında artmış... Bu artışla da, birçok kurumu geride bırakıyor.

Örneğin, sosyal devlet anlayışının beş temel kurumuna bütçeden toplam olarak sadece 1.6 milyar TL pay veriliyor.
Özürlüler İdaresi Başkanlığı'na 5 milyon 916 bin TL, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'ne 5 milyon 731 bin TL, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'ne 4 milyon 404 bin TL, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü'ne 11 milyon 638 bin TL, SHÇEK Genel Müdürlüğü'ne ise 1 milyar 577 milyon 898 bin TL...

Bu rakamlar gerçeği açıkça ortaya seriyor... Din işlerine ayrılan para, özürlüler, yardıma muhtaç insanlar ya da sokak çocuklarına ayrılan toplam ödenekten fazladır.

AKP'nin "sosyal devlet" anlayışı işte bu kadar... Seçimler yaklaştığı için oy karşılığında sadaka gibi kömür ve erzak dağıtılıyor, 80 binden fazla caminin olduğu ülkemizde yenileri yapılıyor, durmadan Kuran kursları açılıyor...

***

Bu arada TÜBİTAK'a ne kadar bütçe ayrılmış? Türkiye’de müsbet bilimlerde araştırmaları geliştirip desteklemekle görevli bu kurumun payı 1 milyar 127 milyon 85 bin TL...

Bunu geçmişle kıyaslayıp bir artış olduğunu söyleyebilirler ama yeterli midir? Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına GSYİH'dan ayırdığımız ödenek, Avrupa’nın çok gerisindedir....

Hükümetin Diyanet'in bütçesini rekor düzeyde artırmasında bir neden vardır elbette...

Kim bilir; belki de herkes gidip bilimin ve sosyal devletin ruhuna Fatiha okuyabilsin diye, her sokağa cami yapma gibi bir projeleri vardır... Laiklik karşıtı odak haline gelmiş bir partiden başka ne beklenir ki?

22 Aralık 2008 Pazartesi

Dali'nin İzinde...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/21 Aralık 2008



Bu satırlar, İspanya’da Cadaques’te yazıldı. Salvador Dali’nin Port Lligat limanındaki evine yürüyerek 15 dakika uzaklıkta bir kafedeyim. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, sırılsıklam bir haldeyim ve bu tuhaf kafede bütün bir öğleden sonrayı geçirmek zorundayım. Çünkü Barcelona’ya gitmek için önce Figueres’e dönmem gerekiyor. Tek ulaşım yolu otobüs. Ama otobüs şirketinin yetkilisi Çinli kadının bildirdiğine göre, ilk otobüs akşama doğru kalkacakmış... Ya da otostop yapabilirmişim ama o hiç aklıma yatmadı.

Aslında sabah Figueres’teki Dali Müzesi’ne gitmek üzere yola çıktığımda şehirde yağmur yağmıyordu. 1.5 saatlik tren yolculuğundan sonra Figueres’e vardığımda yağmura yakalandım.

Öğlen vakti müzeden çıktım ve bu defa Dali ile eşi Gala’nın Port Lligat’taki evini görmek istedim. Önemli bir yerdi orası; Dali, kendisini geriye çekip düşüncelerini şekillendirmeyi o evde öğrendiğini söylemişti. Figueres’teki müze görevlilerine oraya nasıl gidebileceğimi sordum. Arabam yoksa otobüse binmem gerektiğini söylediler ve başka hiçbir şey demediler.

Ben de düştüm yola. Otobüs yolda birçok yerde durdu; sadece ben ve iki Koreli kız Cadaques’e kadar geldik. Çok keskin virajlı yollardan geçtik; bir saat sonra otobüsten indiğimizde yağmur devam ediyordu, şemsiyem de yoktu ama yılmadım.

Heyecanla dar sokaklarda dolaşmaya başladım. Fakat tek bir insanla bile karşılaşmadım. Bütün dükkânlar kapalıydı... Port Lligat’a ulaşınca aldım acı haberi: Dali’nin evi de kapalıydı!

Figueres’teki müze görevlilerinin beni uyarmamasına biraz bozuldum tabii. Ama en azından Picasso, Bunuel, Magritte, Lorca gibi birçok sanatçıya da esin kaynağı olmuş bir yeri görebilirim diye düşündüm.

Yine devam ettim yürümeye. Mavi-beyaz renkteki evleri, deniz kıyısındaki gazinoları ile tam bir balıkçı köyü burası. Sokakları, sadece insanların ve hayvanların yürüyebileceği kadar dar ve engebeli. Bütün o engebeleri aştım. Fakat artık çok ıslanıp üşüdüğüm için kapalı bir yere sığınmam gerekti. O sözünü ettiğim kafeyi görünce de çölde su bulmuş gibi oldum.

Otobüsteki Koreli kızlar da buraya gelmiş. Ama İngilizce konuşmuyorlar. Siz bir şey derseniz, kafalarını aşağı ya da yukarı hareket ettirerek yanıt veriyorlar. Kendi aralarında sürekli gülüşüp eğlendiklerinden onları kendi haline bıraktım.

Kafeyi işleten Nuria ise, “Önce Katalan'ım, sonra İspanyol” diyenlerden. Buralarda çoğu insan kendini bu şekilde tanımlıyor. Bu bana, Türkiye için önerilen İspanya modelini hatırlatıyor...

Sıcak sangria içip kalorifere yapışarak ısınmaya çalışıyorum. Koreli kızlar langırt oynuyor. Nuria ise telefonda bağıra çağıra Katalanca konuşuyor. Kafede internet bağlantısı da var. Ama ben onca yolu internete girmeye gelmedim ki...

Biraz ısındım ya, sokağa çıkma cesareti buluyorum yine. Deniz coşmuş, gök kararmış... Kimin umurunda?

***

Yazının bundan sonrasını yine Cadaques’te bir sahil gazinosunda yazdım. İyi ki Nuria’nın kafesinden çıkmışım; Dali’nin bohem kasabasını daha yakından tanımış oldum.

Gazinonun sahibi Pere’nin anlattığına göre, yazları Cadaques’te otellerde yer kalmazmış. “Burası normal koşullarda hiç bu kadar sessiz değildir,” diyor Pere. Bir bakıma sürreal bir durum demek ki... Hem akşama kadar sıcak sangria içip, camdan Akdeniz’i seyredecek vaktim de var.

İçinde bulunduğum durumda avunulacak bir yan bulmaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Ama otobüs saatine kadar Dali’ye yaraşır uçuk bir hikâye hayal edersem, “Belleğin Azmi” tablosundaki gibi zaman akıp gitmez mi?

-

14 Aralık 2008 Pazar

Sanattır Kenti Zenginleştiren...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/14 Aralık 2008


Bayram haftasında Barselona’da olduğumu duyan bir arkadaşımdan ironik bir yorum geldi: “Demek koyun ya da inek yerine boğa olsun dedin!” İspanya’da boğa güreşi olduğunu hatırlatıyor...

Benim gibi bir veganın boğa güreşi ile uzaktan yakından ilgisi olmaz, ama arkadaşım bir yönden haklı. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hayvanlara bir şekilde eziyet ediliyor... Örneğin, Amerika’da Şükran Günü’nde olan hindilere oluyor. Hatta bu yüzden her yıl hindileri kurtarma kampanyaları düzenlenir Amerika’da. Ama sonuçta hep aynı şeyler tekrarlanır; bu gibi durumlardan kaçış nafile...Yine de Kurban Bayramı’nda uzak bir yerlere gitmenin faydası yok değil. Sokaklara yayılan kan kokusunu solumuyorsunuz hiç değilse...

Diğer taraftan, Barselona’nın boğa güreşi ile özdeşleştirilmesi ise acıklı... Çünkü, bana göre, Katalonya bölgesinin bu güzel başkentinin asıl cazibesi, içinde barındırdığı muhteşem kültür. Bazıları yemeklerini ya da futbol maçlarını da ilginç bulabilir. Ama bu kentte hiçbir şey, Katalan mimar Antoni Gaudi’nin eserlerinden daha etkileyici olamaz.

20. yüzyılın en büyük mimarlarından Gaudi, Barselona’ya öyle bir damgasını vurmuş ki, etkisi kentin ruhuna işlemiş. Barselonalılar, modern mimarinin bu yetenekli öncüsüne ne kadar minnet duysa azdır. Gaudi’nin bıraktığı miras, yüzyıl sonra bile insanları cezbedip büyülemeye devam ediyor.

***


Barselona’nın sokaklarında yürürken, sanatın kalıcılığını derinden hissediyor insan. Zamanla her şey unutulabiliyor; oysa kalıcı olan, kuşaktan kuşağa aktarılabilen sanatsal eserler...

Palau de la Musica Catalana denilen Müzik Sarayı’nda Mozart dinlerken de bunu düşündüm. Moldova Ulusal Senfoni Orkestrası, Mozart’ın “Requiem” adlı eserini yorumluyordu. 1791 yılında bestelendi bu eser. Aradan geçen 217 yıla rağmen hâlâ zevkle dinleniyor ve Gaudi’nin yapıtları gibi çarpıcı.

Tabii belirtmek gerekir ki, Mozart’ın müziği, Palau de la Musica Catalana kadar olağanüstü bir mekânda çalınmasa da çok güzel. Gösterişsiz bir salonda ya da evde, nerede dinlenirse dinlensin, zamanı ve mekânı aşıp yoğun duygular yaratabiliyor...

Barselona halkı, görkemli bir mimari ile bezenmiş bir kentte müzikle iç içe yaşıyor. Labirenti andıran sokaklarda, birden karşınıza flamenko yapan bir dansçı çıkabiliyor.. Güell Park’ta yürürken, kendi yaptığı “hang” adı verilen ilginç bir enstrümanı çalan bir gençle karşılaşıyorsunuz... Kentin meydanları, genciyle yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, şarkı söyleyip dans eden insanlarla dolu...

***


2007’de 7.2 milyondan fazla turist ziyaret etmiş Barselona’yı. Bir önceki yıla göre yüzde 8 oranında bir artış olmuş. Nedir bu ilginin sebebi? Sıcak iklimi, ünlü plajları, yemekleri ve gece hayatı mı? Mutlaka hepsinin etkisi büyük, ama bunların bir arada bulunduğu başka kentler de var. Öyleyse neden Barselona? Başta da belirttiğim gibi, bunun en önemli nedeni, kentin büyüleyici mimarisi ve Joan Miro, Salvador Dali gibi büyük sanatçılar yetiştirmiş bir kültür ortamının canlılığı.

Bütün bunlara karşın, küreselleşmenin tek tipleştirme politikasının, Barselona’da da işlediği görülüyor... Başka bir ülkeyi ziyaret edince baş köşede McDonalds’la karşılaşmak can sıkıcı doğrusu. Kentlerin yerel kültürünü tanımak, giderek daha da zorlaşıyor. Farklılıkları bulmak için artık arka sokaklarda iz sürmek gerekiyor...

Peki, 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olacak İstanbul ne durumda dersiniz? Kenti birbirine benzeyen alışveriş merkezlerinin cenneti haline getirenler düşünsün...