25 Ağustos 2008 Pazartesi

Ulaşılmaz Bir Rüya...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/24 Ağustos 2008

Geçtiğimiz günlerde Malatya'da bir at katledildi... Bu konudaki haberler de, medyadaki yoğun siyaset ve magazin polemikleri arasında kaybolup gitti ne yazık ki...

Olay, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da destek verdiği “Saddam’ın Askerleri Kara Güneş” filminin setinde meydana gelmiş. Senaryo gereği bağlamışlar iki atı kamyonetin arkasına, başlamışlar çekmeye ki film gerçekçi gözüksün! Ama atlardan birisi eziyete dayanamayıp ölmüş...

Önce yapılan vahşete inanamayıp fotoğraflara baktım, sonra da internetteki kamera arkası görüntülerini izledim... Keşke izlemeseydim... O günden beri gözümün önünden gitmiyor o korkunç görüntüler...

Film ekibinden birinin sesi duyuluyor videoda; “Çok güzel be! Valla, hiç bozma” diyor sürüklenme sahnesinde. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta bir peşmerge köyünde yapılan işkenceleri anlatmak amacıyla yola çıkanlar, ticari kazanç uğruna kendileri de işkence yapıyor!

***

Bu faciayı duyan Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Temsilcisi Sitare Şahin, harekete geçip savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Olayı kınarken de, bu tip görüntülerin AB’ye üye olmayı hedefleyen Türkiye’nin ülke imajı açısından sorun oluşturduğunu söylemiş.

Doğru olmasına doğru, ama yüreğimi dağlayan üzüntünün nedeni AB nezdinde bozulan ülke imajı değil... Ben zavallı atın çektiği acıya yanıyorum... İnsanın bu derece canavarlaşabilmesi, vahşice zulmetmesi gerçekten korkunç... Üstelik kendisine bu kadar yararlı bir hayvana karşı...



Atlar değil mi o koca cüssesine karşın insanı ezmeyip ona dost olan?

Atlar değil mi fiziksel ve psikolojik rahatsızlığı olanlara yönelik hippoterapi tedavilerinde kullanılan?

Atlar değil mi yarıştırılıp üzerinden para kazanılan?

Atlar değil mi yüzyıllardır insanları sırtında gezdirip istedikleri yere ulaştıran?

Atlar değil mi yükleri taşıyan?

Atlar değil mi sabanları çeken?

Yoksa teknoloji gelişince mertlik bozuldu, atların değeri mi azaldı?

***

Amerikalı müzisyen Willie Nelson, bir keresinde esprili bir şekilde atların insanlardan daha akıllı olduğunu; hiç insanlar üzerine bahse girip beş parasız kalan bir at duymadığını söylemişti. Malatya'daki film setinde yapılan katliam da bu görüşü destekleyecek türden...

Uzun uygarlık tarihi boyunca böyle bir hayvan dostu olduğunun farkına varmayıp ona eziyet edenlerin zeka düzeyi için ne söylenebilir? Vefadan haberlerinin olmadığı belli, ama akıl ve vicdan yoksunluğunun zirvesine vardıkları da ortada...

Eğer Türkiye hukuk devletiyse, bu olayın sorumluları, 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nı ihlal edip suç işledikleri için ceza almalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı derhal görevini yapmalı ve film setinde meydana gelen olayla ilgili soruşturma açmalıdır. Hayvan haklarına duyarlı olan herkesin ortak talebidir bu!

***

Katledilen atla ilgili haberden sarsılmış bir halde, 2008 Olimpiyat Oyunları’nın açılış törenini izledim. Yüzlerce insanın Kuş Yuvası adı verilen stadyumda bir araya gelip güvercin figürü çizdiği sahne çok etkileyiciydi. “Tek Dünya, Tek Rüya” sloganıyla yarattıkları görüntülerle, bütün insanların aynı dünyada yaşadığını vurgulayıp, barışa duyulan özlemi anlattılar...

Ne ulaşılmaz bir rüya şu barış! İnsan denen varlık, içindeki şiddet duygusunu ve para hırsını dizginleyip, kendi türdeşleri dahil diğer canlıların yaşama hakkına saygı duymayı öğrenemediği sürece de ulaşılmaz olacak...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Seçim Taktiği Savaşlar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/17 Ağustos 2008

Yazıya, Amerika’da dinci sağın propaganda aracı Fox News'un "Hannity & Colmes" adlı programında, sunucu Alan Colmes (AC) ve konuğu Dick Morris (DM) arasında geçen söyleşiden bazı bölümlere yer vererek başlıyorum.

***

DM: Obama seçimi kazanırsa, tabii İsrail'de iktidar partisinin liderinin kim olacağına bağlı olarak da, yemin töreninden önce İran’a saldırı olabilir. Eğer McCain kazanırsa, biraz daha zaman verilebilir. Asıl çarpıcı olan, Obama ve McCain’in başa baş gitmesi durumunda, eğer İsrail'de de sertlik yanlısı aday kongreyi almışsa, benim tahminim McCain’in kazanması için seçimden önce İran’a saldırır.

AC: Ve siz bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorsunuz?

DM: Evet... Kesinlikle!

AC: McCain’in seçilmesini sağlamak için yapılmasını mı veya İran’a saldırıyı mı iyi bir fikir olarak görüyorsunuz?

DM: Her ikisi de. Suudiler, Iraklılar ve Kuveytliler, İsrail saldırısına şükranlarını sunmak için partiler verecektir. Kamuoyunda kınasalar da aslında buna bayılacaklardır...

Kamuoyu yoklamaları McCain’in kazanacağını gösterirse, İsrail, seçimin ya da yemin töreninin sonrasına kadar saldırmayabilir. Çünkü McCain’in doğru kararı vereceğine dair tam bir güven içindeler. Fakat kamuoyu yoklamaları Obama’nın kazanacağını gösterirse, yemin töreninden önce saldıracaklar. Çünkü Obama’nın Irak hava sahasının kullanılmasına izin vereceği konusunda güven duymuyorlar...

Şu anda İran’da ve özellikle İsrail’de yanıtı aranan en önemli soru, Obama’nın İran’a saldırmak için Irak’ın kullanılmasına izin verip vermeyeceği. İsrailli politikacılar arasında hakim olan görüş vermeyeceği yönünde...

AC: Irak bağımsız bir devlet değil mi? Irak Başbakanı da kendi topraklarının ve hava sahasının İran’a saldırı için kullanılmasına izin vermeyeceğini açıkladı.

DM: İkna edilebileceklerini düşünüyorum.

***

İnanması güç ama Amerikan televizyonlarında bu tür görüşler dile getiriliyor.. Dick Morris’i dinlerken bir an kendinizi film izliyor sanabilirsiniz. Çünkü gerçekten dehşet verici konuşmalar yapıyor. Açıkça ABD başkanlık seçiminin sonucuna etki edebilmek için savaşın kullanılmasını destekliyor... Savaşın bir seçim taktiği olduğunu hiç çekinmeden anlatıyor...

Tabii bunları okuduktan sonra bu savaş tamtamları çalanın kim olduğunu merak edebilirsiniz. Ben söyleyeyim... Dick Morris, gazeteci, yazar, siyasi yorumcu ve danışman olarak çalışıyor. Bill Clinton ile Arkansas Valiliği döneminde yakınlık kurdu. İlk Clinton yönetiminde danışmanlık yaptı ve 1996 seçim kampanyasını yönetti. Clinton’ı Demokrat ve Cumhuriyetçi politikaları karıştırıp orta yol izlemeye yönelten kişi olarak tanınıyor.

1996'da bir hayat kadını ile ilişkisinin açığa çıkması ve o kadına hava atmak için Başkan Clinton'la yaptığı konuşmaları dinlettiğinin belirlenmesi üzerine istifa etti. Son yılllarda da Clinton'lara karşı çıkışlarıyla gündeme geldi. Ailesinin bir tarafı Musevi, bir taratı Katolik. Şu anda New York Post gazetesinde köşe yazıları yazıyor ve Fox News’da yorumculuk yapıyor.

***

Dick Morris, İran’a saldırıyı Obama ile McCain'in oylarını gösteren kamuoyu araştırmalarına bağlıyor. Demek ki, Ortadoğu’nun kaderi o araştırmaları yapacak olan şirketlerin elinde...

Ona göre her üç durumda da İran bombalanacak. 1. Obama kazanacak gibiyse, yemin edip başkanlık görevini devralmadan önce; 2. McCain kazanacak gibiyse, biraz daha sonra; 3. İki adayın oyları çok yakınsa, McCain kazansın diye seçimden hemen önce...

Ve bunun adı da demokrasi... İnanırsanız...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Küresel Kapitalizm, Emperyalizm ve Uygarlık

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/10 Ağustos 2008

Geçen gün bir zamanlar dergilerden kesip bir kitabın içine koyduğum iki karikatürü buldum.

Birisi, Rus karikatürist Gennady Chegodayev’e ait. İki emekçi büyük bir kütüğü uçlarından tutarak omuzlamış. O kütüğün üzerine dört tane takım elbiseli adam (muhtemelen bürokrat) oturmuş ama onların da sırtına bir masa yüklenmiş. Masanın sahibi konumunda olan daha yüksek makamdaki iki kişi ise, emirler yağdıran tepedeki tek adamın masasını tutuyor. “En üsttekinin rahatça oturması için alttakilerin canı çıksın” misali tam bir kapitalist bürokrasi modeli...

İkinci karikatür, Danuse Sedlackova adlı Çek sanatçının eseri. Bu defa siyah takım elbiseli, yaşlı ve zengin adam almış eline kırbacı, tarlada çalışan işçilere vuruyor. Ağızlarından burunlarından kan gelinceye kadar çalıştırıyor onları ki, bir yandan da altın liralar çuvala dolsun... Karikatürün altında Çek dilinde yazılmış bir yazı var: “Kapitalismus Ma Jeden Cil”. Türkçe’de, “kapitalizmin yalnızca tek bir amacı vardır” anlamına geliyor.

***

Sedlackova’nın karikatürü 1953 tarihli. Chegodayev’inkini tam bilemiyorum ama o da epey eski. Ne yazık ki, eski olmaları verdikleri mesajı eskitmiyor. Çünkü eleştirdikleri sömürü düzeni, tüm şiddetiyle, üstelik küreselleşerek devam ediyor. Kapitalizmin tek amacının kar maksimizasyonu olduğunu biliyoruz. Ezme, yok etme, çiğneme, sömürme pahasına kar! Bir de bu hırs, tüm dünyaya egemen olup emperyalizm ile el ele verince siz düşünün gerisini...

***

Küresel kapitalizmin sonuçlarını gözle görmek zor değil. Hangi büyük kentte olursanız olun, gösterişli ana bulvarları geçip arka sokaklara daldığınızda tanık olursunuz o utanç verici ezilen/ezen, sömürülen/sömüren ayrımına...

Örneğin Paris’te cafcaflı Champs Elysées’de bir tur atıp sonra Cezayirlilerin ya da Arapların yaşadığı mahallelere giderseniz, dramatik bir fark görürsünüz. Oralarda yaşayan göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcılık, yıllar geçtikçe öyle derinleşti ki, sonunda isyan bayrağını kaldırdılar. Ama o berbat yaşam koşulları umurlarında bile olmayan Sarkozy gibiler, onları “haşarat” diye nitelemekte gecikmedi...

Aynı şekilde New York’un milyon dolarlık dairelerinin bulunduğu Madison Avenue’den çıkıp, İspanyol Harlemi’ne uğrarsanız, bambaşka iki dünyayla karşılaşırsınız. Manhattan’ın yukarı kısmında ve Brooklyn'in kimi bölgelerinde yollar ve binalar bakımsızdır. Fakirliğin yansımalarını görürsünüz oralarda...

İşin tuhaf yanı, zenginlik-fakirlik uçurumu sergileyen bu mahallelerin birbirine metro ile ancak 10 dakika mesafede oluşudur. Bu yüzden, New York, Paris, ya da Londra gibi Batılı kentlerin en zengin semtlerinde gezen turistlerin, “Ne uygar toplum!” diye iç geçirmelerini garip bir tebessümle karşılarım.

Uygarlığın ölçütü, lüks mağazalar, ışıklı caddeler, pahalı restoranlar değildir. Uygarlık, insan aklında yatar. O akıl ki, eşitliği, emeğe saygıyı, sosyal adaleti, paylaşımı ve hakça bir düzeni savunur.

Yanıbaşlarında yoksulluktan kırılanların yaşam savaşına duyarsız kalan insanların düzeni uygar olabilir mi?

Kendi ülkelerinin sınırları içinde yarattıkları yıkımla yetinmeyip, emperyalizmin kılıcını fakir halkların üzerinde şaklatanlar uygar görülebilir mi?

Elbette hayır...

Çünkü onların tek bir amacı vardır: Her koşulda önlerine geleni sömürmek ve böylece karikatürdeki gibi o altın liraları çuvala doldurmak!

Ama Chegodayev’in karikatürüne iyi bakmak lazım. Ya altta kütüğü omuzlayan emekçi dayanamayıp yıkılırsa ya da kütüğü şöyle bir silkelerse...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Akla İhanet...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/3 Ağustos 2008

Amerika garip bir ülke...

Bir bakıyorsunuz, en ileri teknoloji, en gelişmiş bilimsel araştırmalar oradan çıkıyor. Ama bir de bakıyorsunuz, çağın gerisindeki anlayışlar yine orada hortlamış.

Aslında ülkenin siyasal açıdan ikiye bölünmüşlüğünün bir göstergesi bu... Louisiana’da son günlerde yaşanan bir gelişme de, bunu açıkça ortaya koyuyor.

Olay şu: Louisiana Eyalet Meclisi’ne yeni bir Bilim Eğitim Yasası teklifi verildi. Yapılan gizli oylama sonucunda teklif, 3 ret oyuna karşılık 94 kabul oyuyla yasalaştı.

Yasaya göre, eyalet içinde görev yapan öğretmenlerin derslerde Darwin’in evrim teorisine alternatif olarak bilim dışı teorileri de öğretmelerine izin veriliyor. Bunların başında da ID (Intelligent Design-Akıllı Tasarım) adı verilen ünlü teori geliyor.

Bilindiği gibi, evrim teorisine göre canlılar doğal seçilimin ve mutasyonun ürünüdür. Oysa buna karşı ortaya atılan ID teorisi, hayatın, olağanüstü bir gücün varlığı olmadan açıklanmak için fazla karışık olduğunu ve bu nedenle kökeninde “tasarlayıcı bir akıl” bulunduğunu iddia ediyor.

Bugün Amerika’da, nasıl Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında kıyasıya bir çekişme varsa, bu konuda da taban tabana zıt iki görüşü savunanlar şiddetli bir tartışmanın içinde. Söz konusu yasanın taraflarına bakınca durum daha iyi anlaşılıyor.

Evrim teorisi, küresel ısınma ve hücre klonlama gibi konuların bilimselliğini tartışmaya açan yasanın destekleyicileri arasında, dini liderler, kilise görevlileri, okula gönderilmeyip evde eğitim verilen gençler var... Karşıtları da, Louisiana Devlet Üniversitesi profesörleri, eyaletteki eğitimcilerin oluşturduğu birlik ve devlet ile kilise işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunanlar...

Ne garip değil mi? Sanki ülkemizi çağrıştırıyor...

Söz konusu yasa en büyük desteğini ise, Louisiana Valisi Piyush “Bobby” Jindal'dan alıyor. Hink kökenli genç vali Jindal, bir yandan da, Cumhuriyetçi John McCain’in kasım ayındaki başkanlık seçimini kazanması için elinden geleni yapıyor...

***

Amerika’da evrim teorisine karşı yürütülen kampanya, elbette Lousiana ile sınırlı değil; bütün ülkede devam ediyor. Örneğin, Kentucky'deki Yaratılış Müzesi’nde insanlarla dinozorların aynı dönemde yaşadığını gösteren heykeller yer alıyor.

Oysa bilimsel çalışmalara göre, insanoğlunun ilk atası sayılabilecek hominidlerin izi 7 milyon yıl önceye kadar uzanıyor. Dinozorlar ise 65 milyon yıl önce yok oldu! Öyleyse nasıl oluyor da, dinozorlarla insanlar aynı dönemde var oluyor? Biz bu soruyu soruyoruz ama ne çare... Anlaşılan milyonlarca dolar harcanarak yürütülen dini kampanyalar amacına eriyor. Çünkü yapılan araştırmalar, bu ülkede halkın yarıya yakın bir kesiminin bu saçmalıklara inandığını gösteriyor...

***

Kanımca, dincilerin dayattığı görüşlerin ikiyüzlülüğünü sergilemenin en etkili yolu, onlara kendi temel referanslarını hatırlatmak.

Bu yaklaşımı izlersek, Amerika’daki dinci sağa, neden “insan hayatının kutsallığı” gerekçesiyle kürtaja karşı çıkarken diğer yandan savaşı desteklediklerini; neden başka ülkelerin suçsuz sivil halklarının üzerine bombalar yağdırılmasına karşı gelmediklerini sormamız gerek.

Aynı bizdeki dincilere de, neden Kuran’da açıkça yasaklandığı halde faizi savunduklarını, ama dinen zorunluluk bulunmayan türbanı ölüm kalım meselesi haline getirdiklerini sormamız gerektiği gibi...

Bunu yapmazsak akla ihanet etmiş oluruz...

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Medyanın Hali

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/27 Temmuz 2008

Yazıya başlıktaki konuyla ilgili olarak dünya medyasından örnekler vererek başlıyorum.

Birinci örnek Romanya’dan. İktidarda bulunan Ulusal Liberal Parti’den ve aşırı sağcı Büyük Romanya Partisi’nden birer senatör, bir süre önce medya ile ilgili bir kanun önerisi verdi. Yasalaşan öneriye göre, ülkedeki bütün radyo ve televizyon yayınlarında iyi ve kötü haberlerin eşit oranda olması zorunlu hale getirildi. Amaç da, halkın ruh sağlığını korumak! Hangi haberlerin olumlu hangilerinin olumsuz olduğuna karar verme yetkisi ise, Ulusal Audiovisuel Kurulu'na bırakıldı.

Tabii muhalefetteki liberal demokratlar, bu safsatayı yemedi ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasanın iptali için anayasa mahkemesine başvurdu. Hatta yetkilendirilmek istenen kurulun başkanı bile, “Haber haberdir. Olumlu ya da olumsuz gerçeği yansıtır. Olaylar ve insan aklı programlanamaz” diyerek yasaya karşı çıktı.... Sonunda da Romanya Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etti.

***

İkinci örnek Uganda’dan. Hükümet, basın yasalarını gözden geçirmek üzere bir komite oluşturdu. Bu komite, medyanın daha sıkı bir şekilde kontrol edilmesini önerince de, hükümet aleyhindeki yayınlara bir dizi yeni yasak geldi. Ülkede zaten var olan uygulamaya göre, özellikle din, etnik kimlik ve ulusal güvenlik gibi hassas konularda medyanın yayınları sınırlanmış durumda.

Üçüncü örnek de Afrika kıtasından. Bostvana'nın yasalarına göre, bu ülkede devlet ya da hükümet başkanına muhalefet eden herhangi bir yayın yapmak yasak.

***

“Şimdi ne diye bu örnekleri veriyorsun?” diye sorabilirsiniz. Yapmak istediğim, içinde bulunduğumuz dönemde Türk medyasının yönlendirildiği tehlikeli rotaya dikkat çekmek.

Avrupa’dan ya da Amerika’dan örnekler verirsem, ancak giderek uzaklaştığımız noktayı görebiliriz.

Neresidir orası?

İktidarın kıyasıya eleştirilebildiği, basın özgürlüğünün demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olarak algılandığı, gazetecilerin halka doğruyu aktarmak için gerçek habercilik yaptığı nokta...

Ama verdiğim örnekler, medyanın hızla sürüklenmek istendiği yeri gösteriyor.

Neresidir orası?

Gazetecilerin susturulmaya çalışıldığı, köşe yazarlarının iktidarın maşası haline geldiği, kirli hesaplarla düzmece haberlerin yapıldığı, gerçeklerin saptırıldığı ters istikamet. O istikamette baş aktörler de belli: Eleştiriye dayanamayan baskıcı iktidar ve onun kontrolu altında kuklalaşan gazeteciler...

Bunları yazarken üzülüyorum. Çünkü bugün Türk medyasında gördüğümüz örnekler vahimdir. İktidar yanlısı medyanın yayınları, gazetecilik okullarında "mesleki yozlaşma" başlığı altında okutulacak türdendir. İnanılmaz bir bilgi kirliliği yaratılmakta, aynı zamanda malum cemaatin kontrolüne giren iletişim organlarının bütün medya içindeki oranı da giderek artmaktadır.

Oysa gazetecilik bu değildir... Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gazeteciliği bize böyle anlatmadılar. Mesleğin tüm dünyada ortak kabul gören ilk kuralının “doğru haber verme” olduğu öğretildi bize. İftiradan, hakaretten kaçınarak, basın ahlak anlayışı içinde haber yapılmasının şart olduğunu anlatırdı hocalarımız. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, çoğulculuğun, kamuoyunu oluşturacak kitle iletişim araçlarının da çoğulcu olmasını gerektirdiğini tekrarlardı hep...

Umarım medyadaki bu utanç verici karalama kampanyaları ve köşe savaşları çok sürmez... Ve sonunda Türk medyası, olayların ve insan aklının programlanmaya çalışıldığı bu trajediden çıkarak, Uganda ya da Bostvana medyasına benzemekten kurtulur...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Temiz Hava İnsanlık Hakkıdır

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Temmuz 2008

Sigara yasakları başladığından beri bir tartışmadır gidiyor. Yasa çıktı çıkmasına, ama hala uygulamaya aykırı davranışlara ve buna göz yumanlara rastlamak mümkün. İlginç olansa, sürekli olarak “Türk insanı bu yasaya zor uyar,” türünden görüşlerin dile getirilmesi.

Neden acaba?

Türkiye’nin giderek yasalara uymamanın normal karşılandığı bir ülkeye dönüşmesinden mi?

Birkaç gün önce, bunu düşündürtecek bir olayın içinde buldum kendimi.

Yasaya rağmen, Üsküdar-Beşiktaş deniz motorunda sigara yaktı birisi.

Birkaç kişi tarafından uyarılınca da verdiği yanıt aynen şöyle oldu: “Ne yapalım yasa varsa? Devletin en yetkili makamlarında oturanlar anayasa, hak, hukuk tanımıyorsa, ben ne diye uyacağım?

Tabii bu tavırdan sonra tartışma iyice alevlendi.

Dağ başı mı burası?” dedi birisi.

Diğeri, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyenlerin ülkeyi getirdikleri nokta işte bu...” diyerek Özal’ı andı.

Özal’a kadar gitme, sen şimdikine bak!” dedi bir başkası.

Herkesin aynı anda konuşup kimsenin birbirini dinlemediği tartışma beş dakika kadar sürdü. Sigarasını söndüren vatandaş, Beşiktaş’a vardığımızda söyledi son sözünü: “Tamam kardeşim, geldik zaten. Susun artık!

Ve sigarasını içmiş olmanın rahatlığıyla indi motordan...

***

Bu olay hakkında aklıma takılan asıl mesele, neden Türkiye’de insanların yasalara uymamakta direndiği...

Uygar ve demokratik bir toplumda birlikte yaşayabilmek için herkesin uyması gereken kurallar bütünüdür hukuk. Nasıl hükümet, Anayasa’nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesi uyarınca laikliğe uygun bir yönetim sergilemek durumundaysa, vatandaşlar da yasalara uymak zorundadır. Yasalar beğenilmeyebilir, eleştirilebilir, ama yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlar.

İşin aslı bu kadar basit aslında. Fakat yasaları uygulamakla görevli yargıçların uyarılarını “Y-Muhtıra” olarak niteleyen bir medya olduğu sürece ne bekliyoruz ki?

Yasaları daha demokratik ve daha uygar hale getirmeyi tartışacağımıza, onlara uyup uymamayı konuşuyoruz... Tehlikeli olan ve ilerlemeyi engelleyen de bu zaten.

***

Oysa sigara yasağına uymamak yerine, onu düzenleyen yasadaki eksikliklerin nasıl giderilebileceğine odaklansak daha doğru olmaz mı?

Neden yasağın lokanta ve barlarda bir yıl sonra uygulanmaya başlayacağını sormuyoruz da, taksilerde içilememesine takılıyoruz? Taksinin içinde ortalama 15-20 dakika kalıyorsak, restoranda daha fazla zaman geçiriyoruz. Üstelik orada bir değil, çok sayıda kişi aynı anda içince, mekan tam bir gaz odasına dönüşüyor.

Bir yandan da, yasak kapsamına giren alışveriş merkezlerindeki lokantaların sahipleri, yasanın müstakil lokantalarda gelecek yıl uygulamaya girmesinin haksız rekabet yaratmasından şikayetçi. Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı, bu durumda müstakil lokantalar için de yasağın öne alınabileceğini söylemiş.

Haksız ticaret varsa elbette önlenmesi gerekir; buna bir itiraz yok. Ama merak ettiğim şu: Sigaranın hem içenin hem de çevresindekilerin sağlığına zararlı olduğu, bütün dünyada bilim insanlarınca kanıtlanmış bir gerçektir. Öyleyse, neden lokanta ve barların bir yıl daha insanları zehirlemeye devam etmesi uygun bulunmuştur?

Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı, “Temiz hava da temiz su gibi insanlık hakkıdır. Kimsenin başkasının havasını kirletmeye hakkı yoktur. Başkasını kanser yapmak insan hakkı değildir," diyor.

Kimileri de hala kamuya açık mekanlarda sigara içmeyi savunuyor!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Mutsuzluk...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Temmuz 2008

Amerika’daki Michigan Üniversitesi ülkelerin mutluluk düzeyleri üzerine araştırma yapmış. Haber gazetelere de yansıdı. 97 ülkede yapılan araştırmaya göre, en mutlu ülke Danimarka iken, Türkiye ancak 60. sıraya yerleşmiş...

Aynı haberi okuyan bir Japon arkadaşım e-posta gönderdi: “Öylesine güzel bir ülkede yaşayanların mutsuz olması üzücü...” Kısa bir turistik ziyaret için ülkemize gelen bir yabancının gözüyle bakınca Türkiye adeta cennet gibi. Korumak için ne kadar özen gösterilmese de, doğal güzelliği hala büyüleyici. Tarih ve kültür iç içe. İnsanları sıcak kanlı. Ama gel gör ki, ülkemizin siyasetinde huzur ve barış ortamı yok...

Araştırmayı yürüten ekibin başındaki Prof. Ron Inglehart, mutluluk üzerindeki en önemli etkenleri, “insanların hayatlarını istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne sahip olmaları, sosyal eşitlik, zenginlik, barış ve huzur” olarak sıralamış.

Ülkemizin doğal güzelliklerine bakıp halkın mutsuzluğuna şaşıran arkadaşım bilmiyor ki, özellikle AKP iktidara geldiğinden bu yana bunların hiçbirisi ülkemizde yok... İnsanlar, Cumhuriyet rejimiyle elde ettikleri çağdaş ve laik yaşamı artık sürdüremeyecekleri endişesi içinde! Sosyal eşitlik çoktandır sizlere ömür! İşsizlikten kırılan yoksul halk kesimleri, karnını nasıl doyuracağını düşünmekten uyku uyuyamıyor! 18 YTL eğitim yardımı için insanlar Şanlıurfa’da birbirini eziyor...

Ama hükümetin hiç böyle dertleri yok... Hükümet, bu sorunlarla mücadele edeceği yerde, kendi özel gündemiyle meşgul... Aylardır türban için üniversite rektörleriyle, yargıyla kavga edip laikliği zayıflatmaya çalışırken, şimdi de darbe tartışmalarını alevlendirip korku imparatorluğunu kuruyor...

Kimi gazeteciler, son dönemde yaşananların bir ilk olmadığını yazıp, nededeyse olanları sıradanmış gibi göstermeye çalışıyor. Türkiye’de siyasal çekişmenin hep şiddetli olduğu doğrudur; ne yazık ki, demokrasi zaman zaman kesintiye de uğramıştır.

Fakat neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt olanlar bile, kutuplaşmanın hiç bu kadar keskinleşmediğini, devletin saygın kurumlarının hiç böyle bir saldırıya uğramadığını söylüyor.

***

İnternette dolaşan bir mesaj var. AKP’nin açılımını “Atatürk’ten Kurtulma Partisi” diye yapmışlar... Şakası bile utanç verici... Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu değil mi Mustafa Kemal? Osmanlı’nın kullardan oluşan ümmet toplumunu ulus olma bilincine taşıyan, onun önderi olduğu devrim değil mi? Koskoca Müslüman coğrafyasında çağdaşlık seviyesine ulaşma hedefini koyan tek lider Atatürk değil mi? Emperyalizme karşı ulus iradesini egemen kılan o değil mi? Eğer bağımsız, demokratik, laik, uygar bir ülke olmaya itirazları yoksa, bu eşsiz lidere bunca nefret neden?

Bir türbanlı çıkıyor ekrana, Atatürk’ü değil Humeyni’yi sevdiğini söylüyor! Kul olmak için mi? İkinci sınıf vatandaş olmak için mi? Bir adamın dört karısından biri olmak için mi? Nedir bu din devletine duyulan özlem?

***

Türkiye, laik rejimine yönelik saldırıların yoğunlaştığı karanlık bir dönemden geçiyor.

Amerika'nın tasarladığı yeni dünya düzenine uymayan ama Türk halkının en güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, işbirlikçilerin desteğiyle yıpratılmaya çalışılıyor. Amaç, Ankara'yı emperyalizmin amaçlarına hizmet eder hale getirmek... Ortalık toz duman...

Yargı siyasallaştırılıyor. Herkes tedirgin...
Kararsızlar en büyük ikinci seçmen grubu olmuş. Umut verici alternatif bir muhalefet partisi yok...
Kimse bu çılgın gidişin nereye varacağını bilmiyor.
Böyle bir belirsizliğin içinde yaşayanlar nasıl mutlu olur ki?