© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/25 Mayıs 2008
1. Perde: Vatikan
Katoliklerin 545. Papası 2005’te göreve başlar. Yeni Papa, geçmişte Nazi Gençlik Örgütü’nde çalışan, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayan Galileo’nun yargılanmasını adil bulan tartışmalı bir kişiliktir.
Eylül 2006’da yaptığı, İslam dünyasını hedef alan Regensburg konuşmasıyla büyük tepki çeker. Ayrıca o dönemde, Türkiye’nin AB üyeliğine karşıdır.
Kasım 2006’da Türkiye’yi ziyaret eder. Gelmeden önce kendisine Vatikan’ın resmi tarihçisi tarafından Türkiye ile ilgili bir rapor sunulur.
Raporda, kendisini laik bir cumhuriyet olarak tanımlasa da, Türkiye'nin gerçek anlamda bir laiklikten yoksun olduğu belirtilir.
Bu, tam da Papa’nın amacına uygun bir durumdur. Çünkü onun derdi, Avrupa’da güçlenen laikliktir. Türkiye’ye gelerek yapmak istediği, imana vurgu yapan ortak dini söylemi öne çıkarıp, “Relativizme Karşı Kutsal İttifak”ı kurmaktır.
Nisan 2008’de Amerika’yı ziyaret eder. Amerikalı rahiplere, laiklikle mücadele etmelerini öğütler.
***
2. Perde: Avrupa Birliği
Laik ve demokratik hukuk devletlerinden oluşur Avrupa Birliği. Bu, üyeliğe kabul için de kriterdir.
Fakat konu, aday ülkelerden Türkiye’ye gelince durum değişir. Halkının çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede, iktidarda dini referans alan bir parti vardır.
Diğer yanda ise, laikliğe sahip çıkan geniş kitleler, meydanlara inip mitingler yapmaktadır.
Fakat AB yetkililerine göre, Türkiye’de “demokratik laiklik” yoktur.
***
3. Perde: Amerika
İslamcı terörizmle mücadele eden Amerikan İmparatorluğu, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye “ılımlı İslam ülkesi” rolünü biçmiştir.
Çünkü hesaba göre, Türkiye gibi ülkelerde Amerika'ya bağlı ılımlı İslam modeli yerleşirse, radikal İslam'a karşı mücadele kolaylaşacaktır. O nedenle, bu projesini yürüten AKP’ye açıkça destek verir.
***
4. Perde: Türkiye
Bu uluslararası konjonktür, Türkiye’de gerici karşıdevrim için paha biçilmez bir fırsat sunar.
2002’de iktidara gelen AKP, laikliğe aykırı uygulamaları ve söylemleriyle tepki toplar. Ülke, büyük bir gerilim içine girer.
Sonunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, anayasadan kaynaklanan yetkilerini kullanarak iktidar partisine kapatma davası açar.
***
Dört ayrı sahnede eşzamanlı olarak bir oyun oynanıyor. Olan biteni daha iyi anlamak için, bazı sorular sorabiliriz. Çünkü bazen sorular, yanıtlardan daha çok şey anlatır...
-Vatikan, katı Avrupa laikliğine karşı, laik olmadığına inandığı Türkiye’de kutsal ittifak ararken; AB, Türkiye’nin sözde “katı laikliğini” hedef alıyor. İlginç değil mi?
-Papa, “Devlet, dini özel alana hapsedilecek bireysel bir duygu olarak ele alamaz,” diyor. Diğer yandan da, “herkesin özgür bir şekilde inanmasına olanak tanıdığını” söylediği Amerikan tarzı laikliği öneriyor. Devlet, dini kamusal alana taşırsa, tarafsızlığını koruyabilir mi?
-AB Komisyonu Başkanı, “Esas olan tüm dinlerin özgürlüğü, ama aynı zamanda bir din sahibi olmama özgürlüğü de olmalı,” diyor. Laiklik Türkiye'de anayasal bir ilke olarak korunmazsa, bu nasıl mümkün olacak?
-AB’ye girmek için, demokratik bir hukuk devleti olma şartı vardır. Anayasasındaki değişmez ilkeleri çiğneyen bir parti, demokratik bir hukuk devletinde var olabilir mi?
-ABD, Türkiye’de ılımlı İslam’ı desteklerken, halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede laiklik zayıflatılırsa, rejimin aşırı İslam’a kayacağını bilmiyor mu?
-Aynen yargı bağımsızlığı gibi, özü itibariyle demokrasinin önkoşullarından olan laikliğin demokratikliğinin tartışılmasında bir tuhaflık yok mu?
26 Mayıs 2008 Pazartesi
Dört Perdelik Bir Oyun
Etiketler:
AKP,
Amerika,
Avrupa Birliği,
Büyük Ortadoğu Projesi,
ılımlı İslam,
laiklik,
Papa,
Türkiye,
Vatikan
19 Mayıs 2008 Pazartesi
Obama Marksist, Clinton Sosyalist mi?
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/18 Mayıs 2008
Amerika’daki başkanlık yarışı, ilginç ve bir o kadar da absürd tartışmalarla devam ediyor. Bunun son örnekleri, Demokrat başkan aday adaylarından Barack Obama’nın Marksist, Hillary Clinton’ın sosyalist olduğu yönündeki iddialar...
Her ikisi de, hem medyanın bir konuyu nasıl çarpıtabileceğini, hem de Amerika’da sosyalizmin nasıl hala öcü gibi görüldüğünü gösteriyor.
***
Barack Obama ile ilgili tartışma, kendisinin bir süre önce seçim kampanyası sırasında dile getirdiği sözlerle başladı. "Amerika’nın orta bölgelerinde yaşayanların kırgınlık duyması, dine ve silaha sarılması, kendilerine benzemeyen insanlara antipati beslemesi ve serbest ticarete karşı çıkması şaşırtıcı değildir" dedi Obama. Çünkü bu insanların yıllardır karşı karşıya kaldıkları zor hayat koşullarından söz ediyordu.
Gerçekleri söylüyordu aslında, ama Clinton ve Cumhuriyetçi aday John McCain, bu sözlere farklı anlamlar yüklemekten geri kalmadılar. Sonunda da Obama’yı "elitist" yapıp çıktılar.
En ilginç yorum ise, yeni muhafazakarların önde gelenlerinden Bill Kristol'den geldi. Kristol, The New York Times gazetesinde çıkan makalesinde, Obama’nın sözleriyle Marksizm arasında bağlantı kurup maskenin düştüğünü yazınca, tartışma yeni bir boyut kazandı. Obama’nın görüşleriyle Marx’ın ünlü “Din halkın afyonudur” sözü arasında paralellik vardı makaleye göre.
Böyle bir iddianın ne gibi bir amacı olabilir?
Marksizm’i tek bir cümle ile değerlendirme hatasına düşen bu yorum, konuya hakim olanlar için gerçekten gülünç.
Ama kapitalizmin kalesinde yaşayan ve siyasi tercihlerini yalnızca medyadan aldığı bilgilere göre belirleyen ortalama bir Amerikalı için durum farklı. Çünkü o, oyunu elbette Marksist olduğundan şüphelendiği bir adaya vermeyecektir...
Kristol'ün hedefi de bu. Ne de olsa kendisi Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nin (PNAC) iki kurucusundan birisi. Obama'nın önünü kesip, Bush'un üçüncü dönemini sürdürecek McCain'e yol açma gayreti bundan.
***
Hillary Clinton'ın sosyalist gibi gösterilmesine gelince... Bu da, Cumhuriyetçi Parti’nin propaganda makinesi Fox News kanalındaki bir programda meydana geldi.
Muhafazakar kanattan da oy toplama arayışındaki Clinton, Amerikan medyasının en tartışmalı isimlerinden Bill O’Reilly’nin programına katıldı. Clinton’ın uzaktan yakından sosyalizm ile ilgisi yok, ama programda geçen şu diyalog oldukça ilginç.
O’Reilly soruyor; “Başkan olursanız cüzdanımdan ne kadar parayı geri alacaksınız?” Clinton, yanıt olarak orta sınıf aileler için getirdiği önerileri sıralamaya başlayınca da sözünü kesiyor: “Ben orta sınıftan değilim, zengin bir adamım!"
Sonra da, Clinton'ın varlıklılardan alıp daha az geliri olanlara vereceğini iddia ediyor ve ekliyor: “Bu sosyalizmdir.” İşte o an Hillary’nin suratı görülmeye değer. Tam olarak ne düşünüyor bilinmez, ama sanki korkunç bir iftira ile karşı karşıya kalmış gibi tepki veriyor: “Teddy Roosevelt de mi sosyalistti? Bence çok iyi bir başkandı!”
Yani "sosyalist olsaydı iyi olamazdı" demeye getiriyor...
Komik ve garip ...
Sosyalizmin, Hillary Clinton gibi kapitalizme yürekten bağlı birinin politikalarına indirgenmesine mi yanalım, yoksa medya kurbanı halka mı?
Çünkü bugünlerde Obama Marksist, Clinton sosyalist olabilir mi diye endişe ediyorlar.
Bak şu medyanın yaptığına...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/18 Mayıs 2008
Amerika’daki başkanlık yarışı, ilginç ve bir o kadar da absürd tartışmalarla devam ediyor. Bunun son örnekleri, Demokrat başkan aday adaylarından Barack Obama’nın Marksist, Hillary Clinton’ın sosyalist olduğu yönündeki iddialar...
Her ikisi de, hem medyanın bir konuyu nasıl çarpıtabileceğini, hem de Amerika’da sosyalizmin nasıl hala öcü gibi görüldüğünü gösteriyor.
***
Barack Obama ile ilgili tartışma, kendisinin bir süre önce seçim kampanyası sırasında dile getirdiği sözlerle başladı. "Amerika’nın orta bölgelerinde yaşayanların kırgınlık duyması, dine ve silaha sarılması, kendilerine benzemeyen insanlara antipati beslemesi ve serbest ticarete karşı çıkması şaşırtıcı değildir" dedi Obama. Çünkü bu insanların yıllardır karşı karşıya kaldıkları zor hayat koşullarından söz ediyordu.
Gerçekleri söylüyordu aslında, ama Clinton ve Cumhuriyetçi aday John McCain, bu sözlere farklı anlamlar yüklemekten geri kalmadılar. Sonunda da Obama’yı "elitist" yapıp çıktılar.
En ilginç yorum ise, yeni muhafazakarların önde gelenlerinden Bill Kristol'den geldi. Kristol, The New York Times gazetesinde çıkan makalesinde, Obama’nın sözleriyle Marksizm arasında bağlantı kurup maskenin düştüğünü yazınca, tartışma yeni bir boyut kazandı. Obama’nın görüşleriyle Marx’ın ünlü “Din halkın afyonudur” sözü arasında paralellik vardı makaleye göre.
Böyle bir iddianın ne gibi bir amacı olabilir?
Marksizm’i tek bir cümle ile değerlendirme hatasına düşen bu yorum, konuya hakim olanlar için gerçekten gülünç.
Ama kapitalizmin kalesinde yaşayan ve siyasi tercihlerini yalnızca medyadan aldığı bilgilere göre belirleyen ortalama bir Amerikalı için durum farklı. Çünkü o, oyunu elbette Marksist olduğundan şüphelendiği bir adaya vermeyecektir...
Kristol'ün hedefi de bu. Ne de olsa kendisi Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nin (PNAC) iki kurucusundan birisi. Obama'nın önünü kesip, Bush'un üçüncü dönemini sürdürecek McCain'e yol açma gayreti bundan.
***
Hillary Clinton'ın sosyalist gibi gösterilmesine gelince... Bu da, Cumhuriyetçi Parti’nin propaganda makinesi Fox News kanalındaki bir programda meydana geldi.
Muhafazakar kanattan da oy toplama arayışındaki Clinton, Amerikan medyasının en tartışmalı isimlerinden Bill O’Reilly’nin programına katıldı. Clinton’ın uzaktan yakından sosyalizm ile ilgisi yok, ama programda geçen şu diyalog oldukça ilginç.
O’Reilly soruyor; “Başkan olursanız cüzdanımdan ne kadar parayı geri alacaksınız?” Clinton, yanıt olarak orta sınıf aileler için getirdiği önerileri sıralamaya başlayınca da sözünü kesiyor: “Ben orta sınıftan değilim, zengin bir adamım!"
Sonra da, Clinton'ın varlıklılardan alıp daha az geliri olanlara vereceğini iddia ediyor ve ekliyor: “Bu sosyalizmdir.” İşte o an Hillary’nin suratı görülmeye değer. Tam olarak ne düşünüyor bilinmez, ama sanki korkunç bir iftira ile karşı karşıya kalmış gibi tepki veriyor: “Teddy Roosevelt de mi sosyalistti? Bence çok iyi bir başkandı!”
Yani "sosyalist olsaydı iyi olamazdı" demeye getiriyor...
Komik ve garip ...
Sosyalizmin, Hillary Clinton gibi kapitalizme yürekten bağlı birinin politikalarına indirgenmesine mi yanalım, yoksa medya kurbanı halka mı?
Çünkü bugünlerde Obama Marksist, Clinton sosyalist olabilir mi diye endişe ediyorlar.
Bak şu medyanın yaptığına...
12 Mayıs 2008 Pazartesi
Modus Operandi
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/11 Mayıs 2008
Başlıktaki Latince deyimi, hukukçular, psikologlar ve özellikle kriminoloji uzmanları iyi bilir. Bir de polisiye roman meraklılarını sayabiliriz.
Meriam-Webster Sözlüğü’ne göre, bu deyimin iki anlamı var:
1-İş görme yöntemi.
2-Bir suçlunun birden fazla suçu işlerken kullandığı belli bir davranış ya da eylem şekli. Örneğin, Karındeşen Jack olayında olduğu gibi, bir seri katilin ceset üzerinde ya da olay mahallinde bıraktığı aynı tipteki izler, daha sonraki cinayetlerin çözülmesinde ve katilin psikolojisinin ortaya çıkarılmasında ipucu olur.
***
Bunları anlatarak nereye varmak istiyorum? Uzun yıllardır tekrarlanan bir davaya getireceğim sözü. Davamız bireysel değil toplumsal. Bu nedenle, suçluları ortaya çıkarmak için bir toplumda yaşananları kısaca özetleyeceğiz.
Bir ülke var; 85 yıl önce muazzam bir Kurtuluş Savaşı vererek ulusal bağımsızlığını kazandı. Toprakları Batılı ülkeler tarafından paramparça edilip paylaşılmak üzereyken, halk bir lider öncülüğünde bir araya gelip direndi ve vatanını korudu. Hilafete son verildi, ülke şeriatla yönetilirken egemenlik halka geçti. Hedef olarak çağdaşlığı gösterdi ufku geniş önder. Birçok farklı inanç ve etnik kökenden gelen insana vatan olan topraklarda barış içinde yaşanabilmesi için, kamusal alanı laik ilkelere göre düzenledi. 1.5 milyarlık İslam dünyasındaki tek laik, sosyal, hukuk devleti haline getirdi ülkeyi. Aklın ve bilimin öncülüğünden şaşmamalarını öğütleyip, ülkeyi gençlere emanet ettikten sonra da hayata veda etti.
***
Ne var ki, bu ülkenin gerçekleştirdiği devrim bazılarını hiç memnun etmedi. En başta emperyalist ülkelerin keyfi kaçtı. “Ne güzel paylaşacaktık şu ülkeyi!” diyerek hayıflandılar yıllarca. Fakat emellerinden vazgeçmediler; ülkenin içindeki etnik unsurları kışkırtıp durdular. Ayaklanmalar, bombalamalar, cinayetler hiç bitmedi. Darbeler yapıldı; ülkenin aydın insanları hapse atılıp işkenceden geçirildi; bir dönem büyük umutlarla başlatılan demokrasi hamlesi tersine çevrilip temel haklar gasp edildi. Eğitimdeki birlik ilkesi çiğnendi, gençler apolitize edildi.
Tabii her dönemde emperyalistlerle kol kola ilerleyen işbirlikçiler çıktı sahneye. Bunlar, dünya imparatoru Büyük Patron’dan gelen direktiflere koşulsuz boyun eğdiler. Gerekçeleri hep hazırdı: “Küreselleşen dünyanın gereği böyle!” dediler.
***
İç ve dış mücadeleyle dolu uzun yıllar geçti ve sonunda Büyük Patron, kendi çıkarları için öyle bir oyun sahnelemeye başladı ki, aklınız şaşar! Dünyada büyük petrol yataklarının bulunduğu bölgede hakim olmak için bir proje geliştirdi. Çünkü kendi ülkesindeki enerji kaynakları tükeniyordu. O güzelim laik ülke de, bu bölgede önemli bir konumda olduğundan proje gereğince “Ilımlı İslam Ülkesi”ne dönüştürülmesi planlandı. Bunu tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri için yine içerden yardım aldılar.
İşte tam bu noktada, başlangıçta söz ettiğimiz “modus operandi” kısmına geldik. Büyük Patron ve işbirlikçilerin uyguladıkları şu klasik harekat planı aranılan ipuçlarıdır:
-Ulusalcı güçlerin tasfiyesine başlanıp işbirlikçilere geçit verilmesi.
-Devlet yönetiminde dini esasların ön plana çıkarılması.
-Yargı bağımsızlığının yok edilip, hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınması.
-Ümmet anlayışından kurtulup ulus olma bilincine kavuşan bir topluma çağdışı anlayışların dayatılması.
-Ekonominin tamamen yabancı sermayeye muhtaç bırakılması.
-Medyanın susturulmaya çalışılması.
Bunlar, bir ülkeyi katletme planının ana aşamalarıdır...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/11 Mayıs 2008
Başlıktaki Latince deyimi, hukukçular, psikologlar ve özellikle kriminoloji uzmanları iyi bilir. Bir de polisiye roman meraklılarını sayabiliriz.
Meriam-Webster Sözlüğü’ne göre, bu deyimin iki anlamı var:
1-İş görme yöntemi.
2-Bir suçlunun birden fazla suçu işlerken kullandığı belli bir davranış ya da eylem şekli. Örneğin, Karındeşen Jack olayında olduğu gibi, bir seri katilin ceset üzerinde ya da olay mahallinde bıraktığı aynı tipteki izler, daha sonraki cinayetlerin çözülmesinde ve katilin psikolojisinin ortaya çıkarılmasında ipucu olur.
***
Bunları anlatarak nereye varmak istiyorum? Uzun yıllardır tekrarlanan bir davaya getireceğim sözü. Davamız bireysel değil toplumsal. Bu nedenle, suçluları ortaya çıkarmak için bir toplumda yaşananları kısaca özetleyeceğiz.
Bir ülke var; 85 yıl önce muazzam bir Kurtuluş Savaşı vererek ulusal bağımsızlığını kazandı. Toprakları Batılı ülkeler tarafından paramparça edilip paylaşılmak üzereyken, halk bir lider öncülüğünde bir araya gelip direndi ve vatanını korudu. Hilafete son verildi, ülke şeriatla yönetilirken egemenlik halka geçti. Hedef olarak çağdaşlığı gösterdi ufku geniş önder. Birçok farklı inanç ve etnik kökenden gelen insana vatan olan topraklarda barış içinde yaşanabilmesi için, kamusal alanı laik ilkelere göre düzenledi. 1.5 milyarlık İslam dünyasındaki tek laik, sosyal, hukuk devleti haline getirdi ülkeyi. Aklın ve bilimin öncülüğünden şaşmamalarını öğütleyip, ülkeyi gençlere emanet ettikten sonra da hayata veda etti.
***
Ne var ki, bu ülkenin gerçekleştirdiği devrim bazılarını hiç memnun etmedi. En başta emperyalist ülkelerin keyfi kaçtı. “Ne güzel paylaşacaktık şu ülkeyi!” diyerek hayıflandılar yıllarca. Fakat emellerinden vazgeçmediler; ülkenin içindeki etnik unsurları kışkırtıp durdular. Ayaklanmalar, bombalamalar, cinayetler hiç bitmedi. Darbeler yapıldı; ülkenin aydın insanları hapse atılıp işkenceden geçirildi; bir dönem büyük umutlarla başlatılan demokrasi hamlesi tersine çevrilip temel haklar gasp edildi. Eğitimdeki birlik ilkesi çiğnendi, gençler apolitize edildi.
Tabii her dönemde emperyalistlerle kol kola ilerleyen işbirlikçiler çıktı sahneye. Bunlar, dünya imparatoru Büyük Patron’dan gelen direktiflere koşulsuz boyun eğdiler. Gerekçeleri hep hazırdı: “Küreselleşen dünyanın gereği böyle!” dediler.
***
İç ve dış mücadeleyle dolu uzun yıllar geçti ve sonunda Büyük Patron, kendi çıkarları için öyle bir oyun sahnelemeye başladı ki, aklınız şaşar! Dünyada büyük petrol yataklarının bulunduğu bölgede hakim olmak için bir proje geliştirdi. Çünkü kendi ülkesindeki enerji kaynakları tükeniyordu. O güzelim laik ülke de, bu bölgede önemli bir konumda olduğundan proje gereğince “Ilımlı İslam Ülkesi”ne dönüştürülmesi planlandı. Bunu tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri için yine içerden yardım aldılar.
İşte tam bu noktada, başlangıçta söz ettiğimiz “modus operandi” kısmına geldik. Büyük Patron ve işbirlikçilerin uyguladıkları şu klasik harekat planı aranılan ipuçlarıdır:
-Ulusalcı güçlerin tasfiyesine başlanıp işbirlikçilere geçit verilmesi.
-Devlet yönetiminde dini esasların ön plana çıkarılması.
-Yargı bağımsızlığının yok edilip, hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınması.
-Ümmet anlayışından kurtulup ulus olma bilincine kavuşan bir topluma çağdışı anlayışların dayatılması.
-Ekonominin tamamen yabancı sermayeye muhtaç bırakılması.
-Medyanın susturulmaya çalışılması.
Bunlar, bir ülkeyi katletme planının ana aşamalarıdır...
Etiketler:
emperyalizm,
Ilımlı İslam
5 Mayıs 2008 Pazartesi
Biri Yer Biri Bakarsa...
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/4 Mayıs 2008
Açlık, içinde yaşadığımız gezegeni tehdit ediyor; tüm dünyayı sanki yedi kollu on bacaklı canavar gibi sarıyor. Haiti’de, Mısır’da, Endonezya’da isyanlar çıkıyor; Etiyopya’da her gün açlık yüzünden insanlar ölüyor.
Sorun öyle bir aşamaya geldi ki, sonunda Dünya Bankası Başkanı Robert Zellick, artan gıda fiyatları nedeniyle 100 milyon kişinin daha açlığa mahkum olacağını açıkladı. Bununla mücadele etmeye yönelik çalışmalar için de, acilen 500 milyon dolara gereksinim duyulduğunu söyledi.
Harekete geçilmediği takdirde gerçeğe dönüşebilecek kabusun yarattığı korku, zenginler kulübünün ödünü koparmaya yetti; Amerika hemen 200 milyon dolar yardım yaptı. Şimdi diğer G8 ülkelerinin de ellerini ceplerine atmalarını bekliyoruz. Ama acaba acil durum karşısında yazılan bu çekler açlık sorununu aşmaya yeter mi?
Yetmez. Neden yetmez?
Çünkü bu utanç verici sorunun kaynağı, yüzyıllardır süren haksızlıklar; birileri ekmek için can verirken, birileri de olanları duymuyor, görmüyor, görmezden geliyor...
***
Sömürüyü tüm çıplaklığıyla görmek için şu verilere göz atmak yeterli:
-Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, günde iki dolardan daha az bir parayla yaşamaya çalışıyor.
-En yoksulların oluşturduğu % 40’lık kesim, küresel gelirin ancak % 5’ine erişirken, en zenginlerin oluşturduğu % 20’lik kesim gelirin 1/3’ini elinde tutuyor.
-Aşırı borç yükü altındaki 47 ülkenin gayri safi yurtiçi hasıla toplamı, en zengin 7 ülkenin toplam servetinden daha az.
-Dünyanın en zengin ülkesindeki zengin ve fakirler arasındaki uçurum, bütün diğer endüstrileşmiş ülkelerde bu iki kesim arasındaki uçurumdan daha fazla.
-Gelişmiş ülkelerde yaşayan nüfusun % 20’si, dünyadaki malların toplam % 86’sını tüketiyor.
-1960 yılında dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan en varlıklı % 20’nin geliri, fakir ülkelerdeki en alt gelir grubunu oluşturan % 20’nin gelirinden 30 kat daha fazlaydı. Bu oran 1997’de 74 katına çıktı.
Bunlar, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı raporlarından alınan resmi rakamlar. Küresel kapitalizmin dünyayı getirdiği nokta işte bu... Her gün dünyada sayıları 26.500 ile 30.000 arasında değişen çocuk yoksulluk nedeniyle yaşamını kaybediyor...
Homo sapiens bu kadar aciz ya da duyarsız mı?
***
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler, kitlesel açlığın sorumlusunun Batı ülkelerinin uyguladığı politikalar olduğunu söylüyor.
Gıda fiyatlarındaki artışın yarattığı son kriz, Amerika başta olmak üzere Batı ülkelerinin biyoyakıta yönelmesine bağlanıyor. Fosil temelli yakıtlara bağımlılığı azaltmak amacıyla tercih edildiği söylenen bu yöntemin, önceleri küresel ısınmaya karşı olumlu etki yapacağı düşünülüyordu. Ama sonuçta aşırı üretim, temel gıda gereksinimi için ayrılan alanların yakıt üretimi için kullanılmasına yol açtı.
İşin başka boyutlarının olduğu da zamanla ortaya çıktı. Biyoyakıtlara en büyük yatırımı yapanlar arasında kimler yok ki! Mesela George Soros var. Özellkle eski sosyalist ülkelerde Amerika yanlısı yönetimleri iktidara getirme çabalarıyla ünlü bu spekülatör, belli ki yine bir siyasi/ticari çıkar peşinde. Ayrıca yatırımcılar arasında BP, General Electric, Shell, Ford, Cargill ve Carlyle Group da başı çekiyor.
Bu noktada soru şudur: İnsanoğlu, türdeşlerini ve üzerinde yaşamını sürdürdüğü doğayı yok etmeye başlayan küresel kapitalizmin sömürüsüne daha ne kadar seyirci kalacak?
Yaşayarak göreceğiz, ama şu sözü hatırlamanın sırasıdır: Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/4 Mayıs 2008
Açlık, içinde yaşadığımız gezegeni tehdit ediyor; tüm dünyayı sanki yedi kollu on bacaklı canavar gibi sarıyor. Haiti’de, Mısır’da, Endonezya’da isyanlar çıkıyor; Etiyopya’da her gün açlık yüzünden insanlar ölüyor.
Sorun öyle bir aşamaya geldi ki, sonunda Dünya Bankası Başkanı Robert Zellick, artan gıda fiyatları nedeniyle 100 milyon kişinin daha açlığa mahkum olacağını açıkladı. Bununla mücadele etmeye yönelik çalışmalar için de, acilen 500 milyon dolara gereksinim duyulduğunu söyledi.
Harekete geçilmediği takdirde gerçeğe dönüşebilecek kabusun yarattığı korku, zenginler kulübünün ödünü koparmaya yetti; Amerika hemen 200 milyon dolar yardım yaptı. Şimdi diğer G8 ülkelerinin de ellerini ceplerine atmalarını bekliyoruz. Ama acaba acil durum karşısında yazılan bu çekler açlık sorununu aşmaya yeter mi?
Yetmez. Neden yetmez?
Çünkü bu utanç verici sorunun kaynağı, yüzyıllardır süren haksızlıklar; birileri ekmek için can verirken, birileri de olanları duymuyor, görmüyor, görmezden geliyor...
***
Sömürüyü tüm çıplaklığıyla görmek için şu verilere göz atmak yeterli:
-Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, günde iki dolardan daha az bir parayla yaşamaya çalışıyor.
-En yoksulların oluşturduğu % 40’lık kesim, küresel gelirin ancak % 5’ine erişirken, en zenginlerin oluşturduğu % 20’lik kesim gelirin 1/3’ini elinde tutuyor.
-Aşırı borç yükü altındaki 47 ülkenin gayri safi yurtiçi hasıla toplamı, en zengin 7 ülkenin toplam servetinden daha az.
-Dünyanın en zengin ülkesindeki zengin ve fakirler arasındaki uçurum, bütün diğer endüstrileşmiş ülkelerde bu iki kesim arasındaki uçurumdan daha fazla.
-Gelişmiş ülkelerde yaşayan nüfusun % 20’si, dünyadaki malların toplam % 86’sını tüketiyor.
-1960 yılında dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan en varlıklı % 20’nin geliri, fakir ülkelerdeki en alt gelir grubunu oluşturan % 20’nin gelirinden 30 kat daha fazlaydı. Bu oran 1997’de 74 katına çıktı.
Bunlar, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı raporlarından alınan resmi rakamlar. Küresel kapitalizmin dünyayı getirdiği nokta işte bu... Her gün dünyada sayıları 26.500 ile 30.000 arasında değişen çocuk yoksulluk nedeniyle yaşamını kaybediyor...
Homo sapiens bu kadar aciz ya da duyarsız mı?
***
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler, kitlesel açlığın sorumlusunun Batı ülkelerinin uyguladığı politikalar olduğunu söylüyor.
Gıda fiyatlarındaki artışın yarattığı son kriz, Amerika başta olmak üzere Batı ülkelerinin biyoyakıta yönelmesine bağlanıyor. Fosil temelli yakıtlara bağımlılığı azaltmak amacıyla tercih edildiği söylenen bu yöntemin, önceleri küresel ısınmaya karşı olumlu etki yapacağı düşünülüyordu. Ama sonuçta aşırı üretim, temel gıda gereksinimi için ayrılan alanların yakıt üretimi için kullanılmasına yol açtı.
İşin başka boyutlarının olduğu da zamanla ortaya çıktı. Biyoyakıtlara en büyük yatırımı yapanlar arasında kimler yok ki! Mesela George Soros var. Özellkle eski sosyalist ülkelerde Amerika yanlısı yönetimleri iktidara getirme çabalarıyla ünlü bu spekülatör, belli ki yine bir siyasi/ticari çıkar peşinde. Ayrıca yatırımcılar arasında BP, General Electric, Shell, Ford, Cargill ve Carlyle Group da başı çekiyor.
Bu noktada soru şudur: İnsanoğlu, türdeşlerini ve üzerinde yaşamını sürdürdüğü doğayı yok etmeye başlayan küresel kapitalizmin sömürüsüne daha ne kadar seyirci kalacak?
Yaşayarak göreceğiz, ama şu sözü hatırlamanın sırasıdır: Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar...
Etiketler:
açlık,
Birleşmiş Milletler,
biyoyakıt,
Dünya Bankası,
G8,
George Soros,
gıda krizi,
Jean Ziegler,
Robert Zellick,
yoksulluk
28 Nisan 2008 Pazartesi
Çarpıcı Bir Sergiden Politik İzlenimler
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/27 Nisan 2008
Bu pazar gününü biraz daha ilginç kılabilmek adına, bu yazıyı, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici sergiye ayırmak istedim.
Cai Guo-Qiang’ın New York Guggenheim Müzesi’ndeki “I Want To Believe” (İnanmak İstiyorum) başlıklı retrospektif sergisinden söz ediyorum.
Günümüzün önemli sanatçılarından birisi Cai Guo-Qiang. 1995’ten bu yana New York’ta yaşıyor, ama doğduğu ülke Çin’le olan bağlarını hiç koparmamış. Çocukluğu ve ilk gençliği, Mao Devrimi’nin en heyecanlı günlerine rastlamış. Bu nedenle, eserlerinde devrimin izleri var. Ayrıca Taocu kozmoloji, Budist felsefe, mitoloji, Çin efsaneleri, sosyal idealizm, şiddet ve küreselleşme, sanatçıyı belirgin bir şekilde etkilemiş.
Cai Guo-Qiang, New York’taki sergide, müzeyi “patlamaya hazır bir fişek” haline getirmek istediğini söylüyor. Bunu gerçekten de başarmış!
***
Müzeden içeri adımınızı attığınız anda tavandan asılarak sarkıtılan 6 adet gerçek otomobil görüyorsunuz. Beyaz renkli arabaların içinden, sürekli yanıp sönen neon ışıklar fışkırıyor. İlk bakışta çok eğlenceli gözüküyor, ama bir yandan da, dünyanın birçok yerinde neredeyse her gün tanık olunan araba bombalama olaylarını anımsatıyor.
Müzenin hafif yokuşlar halinde dönerek yükselen katlarını tırmandıkça, gerçek boyutta 9 adet replika kaplan çıkıyor karşımıza. Tavandan asılarak farklı şekillerde yerleştirilen kaplanların bedenlerine oklar saplanmış. Acı içinde kıvranan hayvanlar, insan ve doğa arasındaki mücadeleyi, yok olan türleri ve aşırı şiddet kullanımını anlatıyor.
Biraz daha ilerleyince, bu defa gerçek boyutta 99 adet replika kurtla karşılaşıyoruz. Giderek yerden havaya doğru yükseliyorlar, ortak bir hedefe yönelmişler. Berlin Duvarı’nı çağrıştıran kalın bir camdan duvara doğru sürü psikolojisiyle koşuyorlar. Sonunda cama toslayan kurtlar, tam bir bozguna uğrayıp yere yığılıyor. Bir inanç etrafında cahilce bir araya gelen bir toplumun, aynı hataları tekrarlama yanılgısı, bundan daha iyi nasıl anlatılır?
Birkaç adım sonra, yine tavandan asılan kocaman tahta bir gemi görüyoruz. Onun da her tarafına oklar saplanmış. Burada sanatçıya esin kaynağı olan, 2. yüzyıldan kalma bir Çin efsanesi: General Zhuge, bir gün komutasındaki gemi filosunu düşmana doğru sürmüş. Fakat gemiye askerlerin yerine samandan yapılma maket insanlar yerleştirildiği için, düşman okları kimseyi öldürmemiş; aksine gemiler geri döndüğünde, bu oklar yeni silah olarak kullanılmış. Çin, Batı’nın bilgi ve teknolojisine karşı gösterdiği aynı yaklaşımla küresel bir güç haline gelmedi mi?
***
Sergideki eserler bu kadarla sınırlı değil ama yazı için ayrılan yer bitti.
Ateşlenen barutla yapılan resimler, Batı’nın bireyciliğine karşı Çin geleneğindeki kolektivizmi öne çıkararak yerel halka birlikte yapılan yerleştirmeler ve devrim öncesi toprak sahiplerinin zulmü altında ezilen köylüleri gösteren gerçek boyutlu kil heykeller… Hepsi, bu sıra dışı sanatçının yaratıcılığının ürünü.
Sanatla ilgilenenlerin zaten yakından tanıdığı Cai Guo-Qiang ismini, ağustos ayından itibaren daha sık duyacağız. Çünkü kendisi, bu yılki Pekin Olimpiyatları’nın açılış gösterisinin görsel sanat direktörlüğünü yürütüyor.
Fakat bugünlerde Olimpiyat açılışı, işin bu sanatsal yönüyle değil, politik yönüyle gündemde. Çin’in insan hakları konusundaki tutumunu protesto etmek isteyen bazı liderler, açılışa katılmamayı planlıyor. Şu kesin ki, 2008 Olimpiyat Oyunları, hem sanatsal hem de politik açıdan farklı olacak.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/27 Nisan 2008
Bu pazar gününü biraz daha ilginç kılabilmek adına, bu yazıyı, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici sergiye ayırmak istedim.
Cai Guo-Qiang’ın New York Guggenheim Müzesi’ndeki “I Want To Believe” (İnanmak İstiyorum) başlıklı retrospektif sergisinden söz ediyorum.
Günümüzün önemli sanatçılarından birisi Cai Guo-Qiang. 1995’ten bu yana New York’ta yaşıyor, ama doğduğu ülke Çin’le olan bağlarını hiç koparmamış. Çocukluğu ve ilk gençliği, Mao Devrimi’nin en heyecanlı günlerine rastlamış. Bu nedenle, eserlerinde devrimin izleri var. Ayrıca Taocu kozmoloji, Budist felsefe, mitoloji, Çin efsaneleri, sosyal idealizm, şiddet ve küreselleşme, sanatçıyı belirgin bir şekilde etkilemiş.
Cai Guo-Qiang, New York’taki sergide, müzeyi “patlamaya hazır bir fişek” haline getirmek istediğini söylüyor. Bunu gerçekten de başarmış!
***
Müzeden içeri adımınızı attığınız anda tavandan asılarak sarkıtılan 6 adet gerçek otomobil görüyorsunuz. Beyaz renkli arabaların içinden, sürekli yanıp sönen neon ışıklar fışkırıyor. İlk bakışta çok eğlenceli gözüküyor, ama bir yandan da, dünyanın birçok yerinde neredeyse her gün tanık olunan araba bombalama olaylarını anımsatıyor.
Müzenin hafif yokuşlar halinde dönerek yükselen katlarını tırmandıkça, gerçek boyutta 9 adet replika kaplan çıkıyor karşımıza. Tavandan asılarak farklı şekillerde yerleştirilen kaplanların bedenlerine oklar saplanmış. Acı içinde kıvranan hayvanlar, insan ve doğa arasındaki mücadeleyi, yok olan türleri ve aşırı şiddet kullanımını anlatıyor.
Biraz daha ilerleyince, bu defa gerçek boyutta 99 adet replika kurtla karşılaşıyoruz. Giderek yerden havaya doğru yükseliyorlar, ortak bir hedefe yönelmişler. Berlin Duvarı’nı çağrıştıran kalın bir camdan duvara doğru sürü psikolojisiyle koşuyorlar. Sonunda cama toslayan kurtlar, tam bir bozguna uğrayıp yere yığılıyor. Bir inanç etrafında cahilce bir araya gelen bir toplumun, aynı hataları tekrarlama yanılgısı, bundan daha iyi nasıl anlatılır?
Birkaç adım sonra, yine tavandan asılan kocaman tahta bir gemi görüyoruz. Onun da her tarafına oklar saplanmış. Burada sanatçıya esin kaynağı olan, 2. yüzyıldan kalma bir Çin efsanesi: General Zhuge, bir gün komutasındaki gemi filosunu düşmana doğru sürmüş. Fakat gemiye askerlerin yerine samandan yapılma maket insanlar yerleştirildiği için, düşman okları kimseyi öldürmemiş; aksine gemiler geri döndüğünde, bu oklar yeni silah olarak kullanılmış. Çin, Batı’nın bilgi ve teknolojisine karşı gösterdiği aynı yaklaşımla küresel bir güç haline gelmedi mi?
***
Sergideki eserler bu kadarla sınırlı değil ama yazı için ayrılan yer bitti.
Ateşlenen barutla yapılan resimler, Batı’nın bireyciliğine karşı Çin geleneğindeki kolektivizmi öne çıkararak yerel halka birlikte yapılan yerleştirmeler ve devrim öncesi toprak sahiplerinin zulmü altında ezilen köylüleri gösteren gerçek boyutlu kil heykeller… Hepsi, bu sıra dışı sanatçının yaratıcılığının ürünü.
Sanatla ilgilenenlerin zaten yakından tanıdığı Cai Guo-Qiang ismini, ağustos ayından itibaren daha sık duyacağız. Çünkü kendisi, bu yılki Pekin Olimpiyatları’nın açılış gösterisinin görsel sanat direktörlüğünü yürütüyor.
Fakat bugünlerde Olimpiyat açılışı, işin bu sanatsal yönüyle değil, politik yönüyle gündemde. Çin’in insan hakları konusundaki tutumunu protesto etmek isteyen bazı liderler, açılışa katılmamayı planlıyor. Şu kesin ki, 2008 Olimpiyat Oyunları, hem sanatsal hem de politik açıdan farklı olacak.
Etiketler:
Budizm,
Cai Guo-Quiang,
Çin,
Mao Devrimi,
Olimpiyatlar,
Taocu kozmoloji
21 Nisan 2008 Pazartesi
Cheney'i Gandhi Gibi Gösterecek Başkan Adayı
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Nisan 2008
O da kim?
Kim o derece şahin olabilir ki, ABD Başkan Yardımcısı Cheney onun yanında Gandhi gibi kalsın?!
Amerikalı politikacı/yazar Pat Buchanan’a göre o kişi, başkan adaylığı kesinleşen Cumhuriyetçi John McCain. Buchanan, geçmişte Nixon, Ford, Reagan gibi başkanlara danışmanlık yapan çok tanınmış bir isim.
Muhafazakar kesimin önde gelenlerinden birisi böyle diyorsa, gerisini siz düşünün…
***
George W. Bush’un Beyaz Saray’daki koltuğundan ayrılmasına az kaldı. Başkanlık seçimleri bu yıl 4 Kasım’da. Ama prosedüre göre, yeni başkan ve başkan yardımcısı, göreve 20 Ocak 2009 tarihinde yemin ederek başlayacak.
Sonuç olarak, dünyada milyonlarca insan nefesini tutmuş bir halde, Bush’un gidişini kutlamayı bekliyor.
Bugünlerde Bush, her ne kadar şehit askerlerin arkasından ağlasa da, etrafa gülücük dağıtmaya çalışıp her gittiği yerde dans etse de, hiç kuşkusuz en sevilmeyen politikacılar arasında ilk sıralarda.
O listede Bush’un hemen yanında yer alanlardan birisi de Dick Cheney. Kapılı kapılar ardında Amerika’yı asıl yönetenin o olduğunu herkes biliyor artık.
Fakat Cheney’in sevilmemekle ilgili bir sorunu yok, bu nedenle de Bush gibi umutsuzca şirin gözükmeye çalışmıyor. Hatta geçenlerde Türkiye’ye yaptığı ziyarette, kendisine bu konuda soru yönelten bir Amerikalı gazeteciye, “Eğer sevilmek isteseydim, televizyon muhabiri olurdum,” şeklinde bir yanıt vermiş.
Yani hem kendi halkı hem de dünyadaki diğer halklar tarafından sevilmediğini, hatta nefret edildiğini biliyor ve bu hiç umurunda değil…
Böyle bir adamı Gandhi gibi gösterecek McCain’in başkan olması durumunda neler olur? İnsan düşününce bile ürperiyor.
***
İşin ilginç tarafı, Amerikalı seçmenlerin çoğunluğu, John McCain hakkındaki gerçeklerin farkında değil. Amerikan medyasında çizilen McCain portresi, büyük ölçüde Cumhuriyetçi adayın savaş gazisi, deneyimli senatör ve güvenilir politikacı imajlarına dayanıyor.
Öyleyse biz pek öne çıkarılmayanları sıralayalım:
McCain, özellikle Irak, Rusya ve Çin konusunda, Bush-Cheney politikalarına göre çok daha sertlik yanlısı. Irak’tan çekilmek gibi bir planı yok, bölgede kalmaktan yana. Bush’un “ülkesine derinden bağlı bir lider” diye tanımladığı Putin’in gözlerine baktığında, sadece KGB harflerini gördüğünü söylüyor. Çin’in dünya liderliğine soyunmasından rahatsız. Bu ülkeyi, Amerika’nın çıkarlarına baş tehdit yaratacak bir güç olarak görüyor.
Bush yönetiminin uyguladığı önleyici savaş (pre-emptive war) stratejisini şiddetle savunuyor.
McCain, son dönemde özellikle aşırı dinci sağ kesimle yakın temas içinde. Amerika’nın varoluş amacının İslam dinini yok etmek olduğuna inanan rahip Rod Parsley’i ruhani lideri olarak tanımlıyor.
İşkenceye karşı olduğu izlenimini vermeye çalışıyor, ama bir yandan da CIA’nin uyguladığı basınçlı su ile sorgulama (waterboarding) olarak bilinen işkence tekniğinin yasaklanması için verilen yasa önerisine karşı oy kullanıyor.
Ev için aldıkları banka kredilerini ödeyemez hale gelenlere ikinci bir iş bulup tatilden vazgeçmelerini öneriyor. Ardından kendisine ve eşine ait en az sekiz adet ev olduğu ortaya çıkıyor.
Kürtaj konusunda kadınların karar verme hakkına karşı. Tüm çocukların sağlık sigortası kapsamına alınmasını öneren yasaya karşı. Çok sayıda lobi grubundan kampanyasına büyük miktarlarda yardım kabul ediyor.
McCain ABD Başkanı seçilirse, olabilecekleri tahmin etmek çok da zor değil...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Nisan 2008
O da kim?
Kim o derece şahin olabilir ki, ABD Başkan Yardımcısı Cheney onun yanında Gandhi gibi kalsın?!
Amerikalı politikacı/yazar Pat Buchanan’a göre o kişi, başkan adaylığı kesinleşen Cumhuriyetçi John McCain. Buchanan, geçmişte Nixon, Ford, Reagan gibi başkanlara danışmanlık yapan çok tanınmış bir isim.
Muhafazakar kesimin önde gelenlerinden birisi böyle diyorsa, gerisini siz düşünün…
***
George W. Bush’un Beyaz Saray’daki koltuğundan ayrılmasına az kaldı. Başkanlık seçimleri bu yıl 4 Kasım’da. Ama prosedüre göre, yeni başkan ve başkan yardımcısı, göreve 20 Ocak 2009 tarihinde yemin ederek başlayacak.
Sonuç olarak, dünyada milyonlarca insan nefesini tutmuş bir halde, Bush’un gidişini kutlamayı bekliyor.
Bugünlerde Bush, her ne kadar şehit askerlerin arkasından ağlasa da, etrafa gülücük dağıtmaya çalışıp her gittiği yerde dans etse de, hiç kuşkusuz en sevilmeyen politikacılar arasında ilk sıralarda.
O listede Bush’un hemen yanında yer alanlardan birisi de Dick Cheney. Kapılı kapılar ardında Amerika’yı asıl yönetenin o olduğunu herkes biliyor artık.
Fakat Cheney’in sevilmemekle ilgili bir sorunu yok, bu nedenle de Bush gibi umutsuzca şirin gözükmeye çalışmıyor. Hatta geçenlerde Türkiye’ye yaptığı ziyarette, kendisine bu konuda soru yönelten bir Amerikalı gazeteciye, “Eğer sevilmek isteseydim, televizyon muhabiri olurdum,” şeklinde bir yanıt vermiş.
Yani hem kendi halkı hem de dünyadaki diğer halklar tarafından sevilmediğini, hatta nefret edildiğini biliyor ve bu hiç umurunda değil…
Böyle bir adamı Gandhi gibi gösterecek McCain’in başkan olması durumunda neler olur? İnsan düşününce bile ürperiyor.
***
İşin ilginç tarafı, Amerikalı seçmenlerin çoğunluğu, John McCain hakkındaki gerçeklerin farkında değil. Amerikan medyasında çizilen McCain portresi, büyük ölçüde Cumhuriyetçi adayın savaş gazisi, deneyimli senatör ve güvenilir politikacı imajlarına dayanıyor.
Öyleyse biz pek öne çıkarılmayanları sıralayalım:
McCain, özellikle Irak, Rusya ve Çin konusunda, Bush-Cheney politikalarına göre çok daha sertlik yanlısı. Irak’tan çekilmek gibi bir planı yok, bölgede kalmaktan yana. Bush’un “ülkesine derinden bağlı bir lider” diye tanımladığı Putin’in gözlerine baktığında, sadece KGB harflerini gördüğünü söylüyor. Çin’in dünya liderliğine soyunmasından rahatsız. Bu ülkeyi, Amerika’nın çıkarlarına baş tehdit yaratacak bir güç olarak görüyor.
Bush yönetiminin uyguladığı önleyici savaş (pre-emptive war) stratejisini şiddetle savunuyor.
McCain, son dönemde özellikle aşırı dinci sağ kesimle yakın temas içinde. Amerika’nın varoluş amacının İslam dinini yok etmek olduğuna inanan rahip Rod Parsley’i ruhani lideri olarak tanımlıyor.
İşkenceye karşı olduğu izlenimini vermeye çalışıyor, ama bir yandan da CIA’nin uyguladığı basınçlı su ile sorgulama (waterboarding) olarak bilinen işkence tekniğinin yasaklanması için verilen yasa önerisine karşı oy kullanıyor.
Ev için aldıkları banka kredilerini ödeyemez hale gelenlere ikinci bir iş bulup tatilden vazgeçmelerini öneriyor. Ardından kendisine ve eşine ait en az sekiz adet ev olduğu ortaya çıkıyor.
Kürtaj konusunda kadınların karar verme hakkına karşı. Tüm çocukların sağlık sigortası kapsamına alınmasını öneren yasaya karşı. Çok sayıda lobi grubundan kampanyasına büyük miktarlarda yardım kabul ediyor.
McCain ABD Başkanı seçilirse, olabilecekleri tahmin etmek çok da zor değil...
-
Etiketler:
ABD Başkanlık Seçimleri,
Amerika,
Dick Cheney,
Gandhi,
George W. Bush,
John McCain,
Putin
14 Nisan 2008 Pazartesi
Doktor Yerine Dua!
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Nisan 2008
Bir New York sabahı hızla metronun merdivenlerinden inerken, elime bir gazete tutuşturuyor birisi. “Dünyanın en büyük küresel gazetesi” sloganıyla yayımlanıp bedava dağıtılan Metro gazetesiymiş meğerse.
Trene bindiğimde görüyorum ilk sayfadaki manşeti: 11 yaşındaki hasta kız, anne ve babası doktor aramak yerine dua etmeyi tercih edince hayatını kaybetti...
Kızın adı Madeline. Öldükten sonra yapılan otopside şeker hastası olduğu, fakat zamanında müdahale edilemediği için vücudunda azalan insülin oranı nedeniyle öldüğü ortaya çıkıyor.
Soruşturmayı yürüten polis şefinin verdiği bilgiye göre, bir ay önce hastalık belirtileri başlamış olmasına karşın, ailesi Madeline’i doktora götürmeyi reddediyor. Nedeni, aşırı dindar olan ailenin, kızlarının hastalığını doktorların değil, duaların iyileştireceğine inanması!
***
Haberi okudukça ürperiyorum. Bu çağda hala hastalıkların Tanrı’dan geldiğini ve bu nedenle de sadece duayla geçebileceğini düşünmek dehşet verici…
21. yüzyıldan 12. yüzyıla geri dönüş mü yaptık acaba?
12. yüzyılda yaşıyor olsaydık, bu bağnazlık karşısında nasıl tepki verirdik? Aydınlanmayı yaşamayan insanoğlu, böylesine bir cehaletin neden olduğu vahşeti kabul edilebilir bulur muydu?
Bunun yanıtını vermek için, önce aydınlanmanın ışığını hissetmeyen toplumlara bakmak gerekir. Bu tür toplumlarda insan, sorgulamayan ve eleştirmeyen, yalnızca kalıp halinde sunulan emirlere biat eden bir varlık olarak kalır.
İnsan, bir kere aklını kullanmayı bırakıp dogmalara inanmaya görsün, ondan sonrasında düşeceği karanlığın ucu bucağı yok.
Kızları gözlerinin önünde komaya girip can çekişse bile, düşünme yeteneğini kaybeden beyinler uyuşmuştur bir kere... Onlara göre tek doğru vardır; o da değişmez. Bulabildikleri tek çözümse, kadere boyun eğip dua etmektir.
***
Bu gazete haberini, Amerika’da özellikle Evanjelistlerin iktidarında artan bir tartışma kapsamında değerlendirmek gerek.
Nasıl oluyor da birçok bilim dalında dünyanın en ileri ülkesi olan Amerika’da hala bu tür olaylar yaşanabiliyor?
Gerçek şu ki, Amerika’da bilimi sanki dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bir kesim var. Bu ülkede, özellikle son sekiz yıldır, bilimsel çalışmalar dini nedenler gösterilerek engelleniyor.
Milyonlarca hastanın yaşam umudu olabilecek kök hücre araştırmalarına izin verilmiyor.
Dine aykırı olduğu söylenerek kürtaja karşı çıkılıyor. Hatta bazıları, anne tecavüze uğramışsa bile kürtaj hakkı olmaması gerektiğini savunuyor… İsa Peygamber, yaşamında kürtaja karşı hiçbir şey söylememiş, ama dincilere bakarsanız kürtaj dine aykırı…
Fanatik dincilerin aldatmacalarına kanmayan Amerikalılar soruyor:
İsa, yaşadığı süre boyunca savaşlara karşı değil miydi? Sürekli insan hayatının değerini vurgulamamış mıydı? Madem o kadar dine bağlısınız, neden ülkeyi haksız yere bir savaştan diğerine sürükleyip suçsuz insanların hayatıyla oynuyorsunuz?
Bu dincilerin yöntemi her yerde aynı; peygamberlerin söylemediğini, kutsal kitaplarda yazmayanı değişmez emirmiş gibi topluma dayatmak, dinen açıkça yasaklanmış olanı da görmezden gelmek…
Tanıdık geliyor değil mi?
Din ile bilimi sanki karşı karşıya iki ayrı inançmış gibi gösterenlerin topluma sundukları ayrım da şu:
Ya dindarsınız ya da bilimden yanasınız…
Ya inanıyorsunuz ya da inanmayanlardansınız…
Bu, çok tehlikeli bir ayrımdır.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Nisan 2008
Bir New York sabahı hızla metronun merdivenlerinden inerken, elime bir gazete tutuşturuyor birisi. “Dünyanın en büyük küresel gazetesi” sloganıyla yayımlanıp bedava dağıtılan Metro gazetesiymiş meğerse.
Trene bindiğimde görüyorum ilk sayfadaki manşeti: 11 yaşındaki hasta kız, anne ve babası doktor aramak yerine dua etmeyi tercih edince hayatını kaybetti...
Kızın adı Madeline. Öldükten sonra yapılan otopside şeker hastası olduğu, fakat zamanında müdahale edilemediği için vücudunda azalan insülin oranı nedeniyle öldüğü ortaya çıkıyor.
Soruşturmayı yürüten polis şefinin verdiği bilgiye göre, bir ay önce hastalık belirtileri başlamış olmasına karşın, ailesi Madeline’i doktora götürmeyi reddediyor. Nedeni, aşırı dindar olan ailenin, kızlarının hastalığını doktorların değil, duaların iyileştireceğine inanması!
***
Haberi okudukça ürperiyorum. Bu çağda hala hastalıkların Tanrı’dan geldiğini ve bu nedenle de sadece duayla geçebileceğini düşünmek dehşet verici…
21. yüzyıldan 12. yüzyıla geri dönüş mü yaptık acaba?
12. yüzyılda yaşıyor olsaydık, bu bağnazlık karşısında nasıl tepki verirdik? Aydınlanmayı yaşamayan insanoğlu, böylesine bir cehaletin neden olduğu vahşeti kabul edilebilir bulur muydu?
Bunun yanıtını vermek için, önce aydınlanmanın ışığını hissetmeyen toplumlara bakmak gerekir. Bu tür toplumlarda insan, sorgulamayan ve eleştirmeyen, yalnızca kalıp halinde sunulan emirlere biat eden bir varlık olarak kalır.
İnsan, bir kere aklını kullanmayı bırakıp dogmalara inanmaya görsün, ondan sonrasında düşeceği karanlığın ucu bucağı yok.
Kızları gözlerinin önünde komaya girip can çekişse bile, düşünme yeteneğini kaybeden beyinler uyuşmuştur bir kere... Onlara göre tek doğru vardır; o da değişmez. Bulabildikleri tek çözümse, kadere boyun eğip dua etmektir.
***
Bu gazete haberini, Amerika’da özellikle Evanjelistlerin iktidarında artan bir tartışma kapsamında değerlendirmek gerek.
Nasıl oluyor da birçok bilim dalında dünyanın en ileri ülkesi olan Amerika’da hala bu tür olaylar yaşanabiliyor?
Gerçek şu ki, Amerika’da bilimi sanki dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bir kesim var. Bu ülkede, özellikle son sekiz yıldır, bilimsel çalışmalar dini nedenler gösterilerek engelleniyor.
Milyonlarca hastanın yaşam umudu olabilecek kök hücre araştırmalarına izin verilmiyor.
Dine aykırı olduğu söylenerek kürtaja karşı çıkılıyor. Hatta bazıları, anne tecavüze uğramışsa bile kürtaj hakkı olmaması gerektiğini savunuyor… İsa Peygamber, yaşamında kürtaja karşı hiçbir şey söylememiş, ama dincilere bakarsanız kürtaj dine aykırı…
Fanatik dincilerin aldatmacalarına kanmayan Amerikalılar soruyor:
İsa, yaşadığı süre boyunca savaşlara karşı değil miydi? Sürekli insan hayatının değerini vurgulamamış mıydı? Madem o kadar dine bağlısınız, neden ülkeyi haksız yere bir savaştan diğerine sürükleyip suçsuz insanların hayatıyla oynuyorsunuz?
Bu dincilerin yöntemi her yerde aynı; peygamberlerin söylemediğini, kutsal kitaplarda yazmayanı değişmez emirmiş gibi topluma dayatmak, dinen açıkça yasaklanmış olanı da görmezden gelmek…
Tanıdık geliyor değil mi?
Din ile bilimi sanki karşı karşıya iki ayrı inançmış gibi gösterenlerin topluma sundukları ayrım da şu:
Ya dindarsınız ya da bilimden yanasınız…
Ya inanıyorsunuz ya da inanmayanlardansınız…
Bu, çok tehlikeli bir ayrımdır.