30 Ekim 2013 Çarşamba

HAYVAN HAKLARI VE VEGANİZM

Bu ay Kült Neşriyat tarafından yayınlanan "Hayvan Hakları & Veganizm" adlı kitaba yazdığım sunuş yazısını aşağıda paylaşıyorum. Ponçik'e adanan bir kitaba katkıda bulunmaktan büyük mutluluk duydum. (Kitap hakkında bilgi için: http://www.kultnesriyat.com/hayvan-haklari-ve-veganizm)

Bilmem hatırlar mısınız; bu yıl haziran ayında Gezi Direnişi sırasında sosyal medyaya yasak geleceği yönünde çıkan haberlerde kullanılan bir görsel vardı. Twitter’ın simgesi olan kuş, demir parmaklıklar arkasına hapsedilmiş görünüyordu. İnsanların düşüncelerini paylaştıkları platformlara yasak gelmesi, düşünceyi ifade ve iletişim özgürlüğünü yok edeceğinden tepki büyük oldu. İçinde yaşadığımız yüzyılda bu tür sansürcü uygulamalara ancak baskıcı yönetimler başvuruyor; demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yönetimler bunlar. 

Ancak sözünü ettiğim haberlerde benim dikkatimi çeken, bu yasak girişimini kınarken sergilenen tutarsızlıktı. Demir parmaklıklar ardındaki kuş, insanın sansürlenmek istenen düşüncesinin görsel metaforuydu, demir parmaklıklar da yasakların... Ne var ki, o kuş ve demir parmaklık bir hayal ürünü değildi; kuşların kafeslerde tutulduğu ve bunun hayvan sevgisine dayandırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerde, internette gördüğüm parmaklıklar ardındaki kuş görseli ve bunun ortaya koyduğu çarpıcı tutarsızlık, beni epey düşündürdü. Uçmayı özgürlükle özdeşleştiren insanoğlu, “kuşlar kadar özgür” deyiminin de yaratıcısı. Ama gelin görün ki, kendi bencilce hevesi için onları kafese koyup, ev ortamında hapseden de yine aynı insanoğlu...

Uçabilen, yürüyebilen, yüzebilen, sürünerek ilerleyebilen bir varlığın engellenmesi, kelimenin tam anlamıyla o varlığın köleleştirilmesidir. Düşüncenin hapsedilmesi nasıl kabul edilemez ise, fiziksel olarak hapsedilmek yani kölelik de kabul edilemez. Acaba kuşları kafese koyup satanlar ve onları satın alanlar, özgürlük denilince, bunun yalnızca insan türünü kapsadığını mı farz ediyor? Öyle olmasa, 21. yüzyılda hala en utanç verici haliyle sürdürülen hayvan köleliği nasıl açıklanabilir?

İşte bu nokta, insanın hayvana bakış açısındaki sorunların başladığı yer. Hayvancılık endüstrisinin bugün ulaştığı kitlesel üretim düzeyi, ancak toplu katliam ve soykırım kavramları ile açıklanabilir. Fakat bilim ve teknoloji, ironik bir şekilde, bir yandan geliştirdiği yeni makinalarla bu katliamın boyutunu artırırken, bir yandan da araştırmalar aracılığıyla hayvanlara yapılan zulmün boyutlarını da ortaya koyuyor. Belki saat başına yok edilip sucuk haline getirilen hayvan sayısı artıyor ama sığırın sucuğa dönüşürken çektiği acılar da kuşku götürmeyecek şekilde kanıtlanıyor. 

Örneğin geçen yıl Cambridge Üniversitesi’nde “İnsanda ve Hayvanda Bilinç” başlığı altında  gerçekleştirilen Francis Crick Anma Konferansı’nda, aralarında Stephen Hawking’in de olduğu 15 uzman toplandı. Konferansın sonunda imzalanan Cambridge Bilinç Deklarasyonu’nda insanın bilinç sahibi tek canlı olmadığı; hayvanların da insanlarla kıyaslanabilecek derecede bilince sahip olduğu belgelendi. O güne kadar yapılan başka çalışmalarda zaten bunun bulguları bulunmuştu. Cambridge Deklarasyonu’nun önemi, hayvanlarda bilinç olgusuna çok daha geniş bir boyut kazandırarak, bunu şu cümlelerle bilimsel olarak tartışmasız ortaya koyması: “Aynı noktada buluşan ortak kanıtlar, hayvanlarda nöroanatomik, nörokimyasal ve nörofizyolojik bilinç durumlarının alt katmanlarının var olduğunu ve hayvanların kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi taşıdıklarını göstermektedir. Bunun sonucu olarak, elimizdeki kanıtlara göre, insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.

Bu deklarasyonun imzalandığı 7 Temmuz 2012, insan-hayvan ilişkisinde önemli bir tarih olarak kayda geçti. Deklarasyona imza koyanlar arasında bulunan Kanadalı bilim insanı Philip Low, bulunan veriler karşısında vegan olmayı planladığını, hayvanların acıyı deneyimlerken çektikleri zulümden etkilenmemenin olanaklı olmadığını söyledi. Bu tür haberleri kaç kişi izliyor, izleyenlerin kaçını bu konu etkiliyor bilmiyorum ama benim düşünceme göre, insanın hayvanla ilişkisinin altüst edilerek yeniden değerlendirilmesi şart. İnanın, gerçek devrim de o zaman olacak. İlk insanların vejetaryen oldukları düşünülürse, bugün çok büyük bir ağırlıkla etçil olmasının arka planında yatan nedir? Tarımın olmadığı dönemlerde avcılık başladı ama bugün binbir çeşit gıdanın üretilebildiği toplumlarda hala hayvan katliamının sürdürülmesinin gerekçesi nedir? İnsan, kendisine gereken besinleri et yemeden sebze, meyve ve tahıllardan alabiliyor. Bunu da ispatladı bilim. Ortada bir sağlık gerekçesi yoksa, “et yemenin büyüsü” nereden gelmektedir? Etçil insanlarla konu hakkında yapılan konuşmalardan çıkan sonuç, hayvanların yaşam hakkını ellerinden almanın gerekçesi olarak, büyük ölçüde, alışkanlık, yerleşik sistem, kolay erişilebilirlik ve tat duygusuna bağlanıyor. 

Philip Low’un alışkanlıklarını kırması için, hayvanların acıyı aynen insan gibi deneyimlediklerinin bilimsel olarak ortaya konması yetmişti; yani vicdanı sarsan etik bir nedeni vardı. Bunun yetmediği, “Böyle gelmiş, böyle gider,” ya da “Hayvanlardan bana ne!” diyenlerin çokluğundan anlaşılıyor. Bilimin kanıtladığı bütün verilere karşın “Hayvanlardan bana ne!” diyenlere benim diyecek fazla bir sözüm yok. Ama “Böyle gelmiş, böyle gider,” diyenlere yanıtım var: Bir zamanlar insan köleliği de yerleşik “düzende” kabul görüyordu, bundan rahatsız olanlar çıkınca da aynı tepki veriliyordu. Ama gün geldi devran döndü... Hayvan özgürlüğü de bir gün hayal olmaktan çıkacak. 

Hayvanların sadece yemek olarak değil, ayakkabı, çanta, eldiven, mont vs. haline dönüştürülerek de yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Oysa teknoloji aynı deri benzeri yapay malzemeler üretebiliyor. Demek ki tutkunun kaynağı, sadece tat duygusu değil. Peki, ürünlerini hayvanlar üzerinde test yaparak deneyen firmalar, bulunan sonuçların çok büyük ölçüde insanlar açısından geçerli olmadığı belirlendiği halde neden bunu sürdürüyor? Neden laboratuvarlarda her yıl binlerce hayvan boşu boşuna ölüyor? 

Bütün bu soruların ve mantıksızlık zincirinin ardında, hayvanları insandan daha değersiz gören türcü yaklaşım var. İnsanoğlunun dünyanın bütün kaynaklarını tüketen davranışlarının çıkış noktası da aynı. Üzerinde yaşadığımız gezegeni başka canlılarla paylaştığımızı bir türlü kabul etmeyip, kendini ovaların, nehirlerin, dağların, bütün canlıların sahibi sayan bir bağnazlık bu. Doğayı öldüren, kurutan, kirleten, hayvanın sütüne, yavrusuna, derisine, etine el koyan, yakıp yıkan bir vahşilik...

Bu vahşet karşısında son yıllarda doğayı koruma kampanyaları, hayvan haklarını iyileştirme çabaları başlasa da, insanlar çıplak gerçeği görmek istemiyor. Hayvancılık endüstrisi, doğaya en büyük zararı veriyor. Bir insan hibrid araç kullanırsa yılda 1 ton daha az karbon dioksit gazı salımı gerçekleşirken, vegan beslenirse azalan oran 1.5 tona çıkıyor. Eğer her Amerikalı her hafta bir porsiyon daha az tavuk yese, yoldaki 500 bin arabanın neden olduğu karbon dioksit kadar daha az gaz salımı gerçekleşiyor. Bunun gibi birçok örneği toprak ve su kullanımı açısından da sıralamak mümkün. Açık bir şekilde görülüyor ki, vegan beslenme en etkili çevrecilik hareketi aynı zamanda. 

Ancak hayvan özgürlüğünü hedef alan veganizm felsefesi, türcü anlayışı reddederek konuyu ekolojik çerçeve ile sınırlamadan hayatın tümüne uygulayan, temel olarak hayvanı metalaştırmayı ve sömürüyü reddeden, yaşam hakkına saygılı, devrimci ve etik bir bakış açısına sahip olmalıdır. Böyle bir felsefeye sahip olan hareketin hedefi, hayvanların çiftliklerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi değildir; o çiftliklerde hayvanların esir edilip sonra da katledilmesinin engellenmesidir. Konunun kapsamlı hukuki, politik, toplumsal, ekonomik yönleri vardır; ama bana sorarsanız asıl mesele vicdanidir. Temel soru da şudur: Hayvan köleliğine karşı mısın, değil misin? Böyle bir sorunun yanıtı, içinde “ama”lar bulunmayan, kesin bir yanıt olmalıdır; çünkü aksi halde, bunun anlamı köleliğe bir şekilde haklılık kazandırmak olur. 

Bu kitapta, konunun bütün bu farklı yönleri ele alınıyor. Kapitalist sistemin iyice vahşileştirdiği insan-hayvan ilişkisini sorgulamak isteyen ya da bugüne kadar üzerinde düşünmediği yaklaşımları merak eden herkes, işe bu önemli klasik metinleri okuyarak başlamalı. Gerisi, okuyucunun vicdanında şekillenecektir. Bakarsınız bu kitabı okuduktan sonra, kafeslerin kapakları bir daha kapanmamak üzere açılır, kuşlar gökyüzünde süzülür...

Zülal Kalkandelen
Eylül 2013, İstanbul