29 Ocak 2012 Pazar

Kitap

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Ocak 2012

Geçen ay Cumhuriyet Kitapları’ndan “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı yeni kitabım yayınlandı. İkinci Cumhuriyetçilik tartışmasını irdelediğim bu çalışmamın çıkış noktası, iktisat profesörü İdris Küçükömer’in Türkiye’deki siyasal yelpazeyi altüst edip, solu sağ, sağı sol olarak değerlendiren tezlerinin eleştirisini yapmaktı aslında.

Bu yazıyı, hem bu kitaptan haberi olmayan okuyucularıma duyurmak, hem de üzüldüğüm bazı noktaları paylaşmak için yazdım.

Bir yazarın kendi kitabı üzerine yazı yazmasını garipseyenler ya da bunu kendi reklamını yapmak olarak algılayanlar olabilir. Onlara şunu söylemek isterim. Ben bunu yapmaya zorunluyum. Çünkü arkamda bir holding medyası ve cemaat yok. Kitabım hakkında Cumhuriyet Kitapları'nın gazetemize verdiği ilan dışında medyada çıkan boy boy reklamlar yok. D & R’ın raflarında kitabım yok.

Eminim bu yazıyı okuduktan sonra kitabın çıktığını yeni duyanlar olacaktır. Duyulmasını elbette isterim; emek verdiğim bir çalışmanın olabildiğince çok sayıda kişiye ulaşmasını dilerim.

Neden? Bu işin içinde olanlar bilir; Türkiye’de yazarak zengin olunmaz. Çok satışlı rakamlara ulaşan popüler yazarlar arasında bunu başaranlar olabilir ama onlar istisnadır. Sonuçta kitabımın daha fazla kişiye ulaşmasını istememin nedeni, sadece önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda kendi bakış açımı sunmak.

Bu nedenle kitap çıktığında ilgilenebilecek kişilere de yolladım. Prof. Dr. Emre Kongar, köşesindeki bir yazısında söz etti; onun dışında medyada hiçbir yerde olumlu ya da olumsuz adı geçmedi, kitap eklerinin hiçbirisinde hakkında yazı çıkmadı. Yani kitap görmezden gelindi...

Acaba konu mu ilginç değildi?

Günümüz siyasi hayatına damga vuran temel tartışmalardan birisi değil mi bu? Elbette “liberal” ya da muhafazakar kesimin benim yazdığım bir kitaba ilgi göstermesini beklemiyorum ama daha tarafsız olabileceğini düşündüğüm kesimden de ses çıkmadı.

Acaba ben mi yeterince medyatik değilim? Medyatik olmak için ne yapmalıyım? Son yıllarda özellikle cemaat ile yakın temas kurmak ya da kadın olarak cinselliği öne çıkarmak işe yarıyor. Televizyonlardaki horoz dövüşü benzeri tartışma programlarında birbirine bağıran, köşesinden hakaretler yağdırıp küfredenler de epey medyatik.

Peki bunları yapmayı reddediyorsanız nasıl olacak?

Benim böyle bir yazıyı okurlarla paylaşabilme olanağım var. Ya olmayanlar ne yapacak? Bir yazarın kitabını okuyuculara duyurmak için ne yapması gerekir? Facebook ya da Twitter gibi sosyal medya platformlarını kullanarak bu işi bir yere kadar yapabilir belki ama ana akım medyada yer almıyorsa, orada da ulaştığı insan sayısı sınırlı.

Sonuçta kitap okuyucusunu bulur” diyenler var. Ben pek o kadar umutlu değilim. Çok sayıda kitabın raflara bile girmeden depolarda ölüme terk edildiğini biliyorum.

Önemli olan kitabın basılmış olmasıdır” diyenler var. Elbette basılmış olması çok önemli ve sevindirici. Çünkü basılı malzeme tarihe mal olur ve kuşaktan kuşağa aktarılarak yazılı kültürü oluşturur. Ama bu noktada “Kitap kimin için basılır?” sorusu da akla gelmiyor mu?

Bir yazarın kitaplarını bastırıp kendi kütüphanesindeki raflara dizmesi, kuşkusuz onu çok mutlu edecektir. Fakat asıl amaç, yazılanları okuyucuyla paylaşmak değil midir? Evindeki kütüphanesindeki raflara kendi yazdığı kitapları da yerleştiren bir yazarın duyduğu mutluluk, o kitaplarda yazdıklarını başkalarıyla paylaşamadığında kalp kırıklığına dönüşmez mi?

Yazarın kitabın fiziksel varlığından duyduğu mutluluk nerede başlayıp nerede biter?

-

22 Ocak 2012 Pazar

Leonard Cohen

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Ocak 2012

Bu sütunda “Leonard Cohen” başlığını taşıyan bir yazı görmek belki bazı kişileri şaşırtabilir ama eminim herkesi sevindirecektir. Şarkıları, şiirleri, çizimleri ve romanlarıyla hayatımıza anlam katıp güzelleştiren bir bilge Cohen. Bu eşsiz sanatçının yeni albümü “Old Ideas”ın tanıtımı için Paris’te yaptığı toplantıya Türkiye’den ben katıldım.

Kültür sayfamıza bu konuda bir yazı yazdım ama paylaşmak istediğim ayrıntılar var; onları da burada anlattım. İtiraf ediyorum; Paris’in lüks otellerinden Hotel Crillon’un görkemli salonlarından birine girdiğimde, buluşacağım kişi Leonard Cohen olduğu için kalbim heyecandan hen zamankinden daha hızlı atıyordu.

Giyimime de ayrı bir özen göstermiştim ama toplantıdaki diğer basın mensuplarına bakınca kot pantolonla gelenler olduğunu da gördüm. Oysa Hürriyet Daily News’tan arkadaşım Çetin Cem Yılmaz’ın dediği gibi, “İnsan Cohen ile kafede bile buluşacak olsa iki dirhem bir çekirdek giyinmeli!

Nitekim kapı açılıp da 77 yaşındaki Cohen her zamanki şık haliyle içeri adım atınca, salondaki tüm gençler kıskandı. Ama daha da çarpıcı olan, o bilgeliğini yansıtan sözleri sıraladıkça, hepimizin adeta nutku tutuldu.

Şapkasıyla bizleri selamladıktan sonra ilk sözleri şöyle oldu: “Geldiğiniz için teşekkür ederim. Bazılarınızın çok uzaktan geldiğini biliyorum. Bunun için minnettarım. Burada sert zeminde oturduğunuz süreyi uzatıp içki içilecek zamanı geciktirmek istemiyorum. Ayrıca albümü dinlerken size bakmayacağım. Yüz ifadelerinizi, beğenilerinizi ya da memnuniyetsizliklerinizi gözetim altında tutmak istemiyorum. O nedenle ben de sizinle aynı tarafta oturacağım. İçinizden geldiği gibi tepki verebilirsiniz. Kaydı dinledikten sonra sizinle tekrar konuşacağım.

Ve ardından menajeri ile birlikte salondaki sandalyelere oturarak albümü baştan sona bizimle birlikte dinledi. Yüzünü bize dönüp, tepkilerimizi ölçme baskısında bulunmayacak kadar düşünceli bir müzisyen Cohen. Yan yanaydı gazetecilerle; gözleri kapalı kaldı albüm boyunca. Elinde konuşurken kullandığı mikrofon, zaman zaman sol ayağıyla tempo tutarak dinledi şarkılarını.

Ben bu tür albüm dinleme seanslarına yurtdışında defalarca katıldım. Yabancı müzisyenler, haklı olarak, bizde olduğu gibi albümü dinlememiş gazetecilerin sorularını yanıtlamayı istemiyor. Bu nedenle önceden dinleme toplantıları yapılıyor. O toplantıya katılmayanlara da röportaj verilmiyor.

Ancak bugüne kadar gazetecilerle birlikte oturup albümü onlarla beraber dinleyen müzisyen görmemiştim. Benim için hayatım boyunca unutamayacağım duygusal bir deneyim oldu bu.

Cohen’a onun için bu deneyimin nasıl olduğu sorulunca, “Kimse terk edip gitmedi” dedi gülerek. O konuştukça, kendisini yıllar içinde böylesine süzüp, bu kadar törpülemiş olmasına, alçakgönüllü tavrına daha çok hayran kaldık.

O kadar ki moderatörlük görevi üstlenen Fransız radyocu, “Bizim için ne anlama geldiğinizin farkında mısınız? Bazen size gösterdiğimiz saygıdan sıkılabilirsiniz belki de. ‘Mükemmel şarkıcı’, ‘mükemmel şair’, ‘mükemmel akıl’ vb. ifadeler ne hissettiriyor?” diye sordu. “Muhteşem. Gerçekten iyi hissettiriyor. Bu tür bir inceliğe teşekkür etmekten başka bir şey söylemek çok zor” dedi.

Pazartesi akşamından beri düşünüyorum. Tanıdığım en kibar, en akıllı, en yetenekli, en karizmatik, en duyarlı insanlardan birisi Leonard Cohen. İçtenliğe ulaşmak için kalbinin ve aklının en derinlerine inen ender bir sanatçı. Toplantıdan sonra kokteyle gelip bizimle fotoğraf çektirirken gözünde gördüğüm mutluluk hep sürsün dilerim.

İdeal bir insan varsa o Leonard Cohen...

(Leonard Cohen buluşması ile ilgili diğer yazımı okumak için link: Leonard Cohen İle Bir Paris Akşamı

-

15 Ocak 2012 Pazar

Politik Zikzak

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Ocak 2012

Amerika’da Cumhuriyetçi Parti’nin 2012 Başkanlık seçimi için aday belirleme süreci çok çekişmeli geçiyor. Eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Iowa eyaletindeki önseçimde, kendisinden sonra gelen Rick Santorum’u sadece sekiz oy farkla geride bıraktı. Eski Pennsylvania Senatörü Santorum, beklenmeyen bir çıkış yapsa da, New Hampsire'daki seçimi de kazanan Romney, şu anda parti içinde en şanslı isim olarak görülüyor.

Eski vali olmasının dışında neler biliyoruz Romney hakkında?

Cumhuriyetçi Parti’den ama “Partizan değilim; ılımlıyım ve ilerici görüşlerim var” diyor. Diğer adaylara göre daha liberal görüşleriyle ve sürekli tavır değiştirmesiyle tanınıyor. Hatta önemli konulardaki tavır değişikliği nedeniyle “Mitt flip-flop Romney” diye anılıyor.

Romney’in bu özelliği, politik esprileriyle ünlü Conan O’Brien, Jon Stewart ve Jay Leno gibi televizyonculara da iyi malzeme oluşturdu. O’Brien’a göre, Romney, seçimlerde en azılı rakibiyle, yani 4 yıl önceki Romney’le mücadele edecek.

Ancak Romney’in hiç zikzak çizmeyeceği bir konu olduğunu da belirtmek gerek. Aşağıda bunu açıklamak için bazı rakamlar vereceğim.

Birkaç ay önce The American Dream adlı blogda yayınlanan bir makaleye göre, büyük Wall Street bankalarındaki yöneticilerin Ocak-Eylül 2011 arasındaki dokuz ayda başkanlık için yarışanlara yaptıkları toplam bağışın dolar bazındaki miktarları şöyle:

Mitt Romney: 813.300, Barack Obama: 198.874, Tim Pawlenty: 101.515, Rick Perry: 58.900, John Huntsman: 28.250, Ron Paul: 13.104, Herman Cain: 2715, Michelle Bachmann: 1500, Newt Gingrich: 1250.

Bu manzara şunu ortaya koyuyor: Mitt Romney’in oy oranı 2011’in ilk dokuz ayında yapılan kamuoyu yoklamalarında yüzde 20’ler dolayında olsa da, Goldman Sachs, Morgan Stanley, Bank of America, JP Morgan Chase ve Citigroup gibi dev Wall Street bankalarının çalışanları kendisine 813.300 dolar bağış yaptı. Aynı dönemde diğer bütün Cumhuriyetçi Parti adaylarına verilen toplam bağış ise, 105.719 dolarda kaldı.

Açıkça görüldüğü gibi, Wall Street 2012 başkanlık seçimlerine para gücünü kullanarak yine müdahale ediyor. Peki neden Romney’i destekliyorlar?

Son ekonomik krizde bankaları kurtarma operasyonunun en ateşli temsilcilerinden biriydi kendisi. Milyarlarca doların Amerikan halkının cebinden alınıp bankalara transfer edilmesini savundu. Yeni bir kriz olursa bunu yine isteyeceğine hiç şüphe yok.

Dev şirketler ile adaylar arasındaki çıkar ilişkisi ortada. Amerika’da seçim sürecinde reklam için kim ne kadar para toplayıp harcayabilirse, o kazanır. Bu da bir gerçek. Bu durumda Mitt Romney, kürtaj, sağlık sigortası, küresel ısınma, yasadışı göçmenlerin durumu gibi konularda Cumhuriyetçi Parti tabanını kazanmak için görüşlerini değiştirse de, belli ki bankaların çıkarları söz konusu olduğunda tavrı hep aynı kalacak.

Aslında madem bu kadar rahatça tavır değiştirebiliyor, ben Romney’in Guantanamo konusundaki görüşünden vazgeçmesini dilerim. Ne demişti 2007’de? “Tutuklular Guantanamo’da olduğu için memnunum. Onların topraklarımızda bulunmasını, burada olduklarındaki gibi avukatlara ulaşmalarını istemiyorum. Bazı insanlar Guantanamo’yu kapatmamız gerektiğini söylüyor; bana göre genişletilmeli.

Romney gibi Obama’nın da bu konuda yeniden değişmesi lazım. 2008 seçimlerinden önce bu işkence yuvasını kapatacağını söyleyen Obama, kısa bir süre önce, Amerikan vatandaşlarının da Guantanamo’ya atılıp süresiz tutuklu kalmalarının önünü açan bir yasa imzaladı. Bakalım 2012 seçiminden önce 2008 çizgisine dönecek mi?

Anlaşılıyor ki, Amerikalı politikacılar, düz dikişi bir tek Wall Street çıkarlarını savunurken tutturabiliyor...

-

8 Ocak 2012 Pazar

Dipsiz Bir Cehalet

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Ocak 2012


Yıl oldu 2012. Bilim insanları, İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda deneyler yapıyor. CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi), 14 milyar yıl önce evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama ortamını yaratmak amacıyla işe girişti. Sonunda çarpışma sırasında teorik fizikteki kütle mantığının temelini oluşturan “Higgs Boson” adı verilen atomaltı parçacığının izi bulundu.

Bu bilimsel açıklamaları kavramak ilk anda kolay olmayabilir. Aslında olan şu: Bilim insanları evrenin doğuşunun sırrını bilimsel olarak ortaya koymak üzere. Son derece önemli sonuçlar doğuracak devrimsel nitelikte bir deney bu.

***

Yazıya bu konuyla girmemin nedeni, Cenevre’de bunlar olurken aynı anda dünyanın bir başka köşesinde yaşananların yarattığı absürd durumu ortaya koymak.

Riyad kaynaklı haber şöyle diyor: “Suudi Arabistan’da kadınlar, 2015 yılındaki belediye seçimlerinde bir erkeğin onayına ihtiyaç duymadan oy verebilecek ve yine ilk kez bu seçimlerde kadınlar da aday olabilecek.

Suudi Arabistan Kralı tarafından alınan bu karara karşın, ülkede kadınlara uygulanan baskılar devam ediyor. Kadınlar, seyahat etmek, çalışmak, evlenmek, boşanmak gibi hayatıyla ilgili temel konularda erkeklerden izin almak zorunda.

Bir Suudi kadın, ailesinden bir erkeğin onayı olmadıkça ve bir erkek ona eğitimi süresince eşlik etmedikçe yurtdışında okumaya gidemiyor.

Kadın hastalar, acil durumlar dışında, bir erkeğin onayı olmadıkça devlet hastanelerinde ameliyat edilemiyor. Babalar, istedikleri zaman kız ya da erkek çocuklarının eğitimine son verebiliyor...

Bilindiği gibi, Suudi Arabistan’da Vahhabilik resmi mezhep konumunda. Bu yüzden diğer İslam ülkelerine göre çok daha ağır uygulamalar söz konusu. Suudi Arabistan’ın kadın hakları savunucusu Wajeha al-Hawidar, “Bu yasalar kadını hayatın her alanında bir çocuk yerine koyuyor. Bir kadın, zihni gelişimini tamamlamış bir yetişkin olarak hayatını yönlendiremiyor” diyor.

Bedensel, zihni, ruhsal ve duygusal gelişimini tamamlayarak kendi hayatını yönlendirebilmek, kararlar alıp uygulamak, aldığı kararların sorumluluğunu taşımak”, yetişkin olmanın tanımı değil mi?

Eğer 18 yaşına ulaşmış bir kadın bunları yapacak yeterlikte görülmüyorsa, gelişiminin eksik olduğu var sayılıyor demektir. Daha baştan kadını 2. sınıf insan yerine koyan bu çarpık bakış açısının 21. yüzyılda hâlâ yandaş bulabilmesi gerçekten inanılmaz.

Alınan bu yeni karar, Suudi Arabistan’da kadınlar için yeni bir yasağın kalkması anlamına gelse de, açık ki buna karşı çıkan aşırı tutucular mutlaka olacak. “Hükümet içinde mantıklı önerileri dinlemeye niyetli insanlar var, ama toplumda yok. Farklı olduğunuz için sizden nefret ederler ve o insanlarla konuşmanın bir yolu yoktur” diyor Al-Hawidar.

***

Suudi Arabistan, kadınları aşağılayıp köleleştirmeye devam ederken; aynı anlarda 49 yaşında bir kadın, Fabiola Gianotti, Cenevre’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda yürütülen iki deneyden biri olan ATLAS’ın başında. Bugüne kadar insanoğlunun yaptığı en büyük ve en karışık makine üzerinde çalışan 3000 kişilik bir ekibi yönetiyor. Antik Yunan felsefesi ve sanat tarihi üzerine çalışıp, fizik eğitimi almış. Ayrıca Milano Konservatuarı’nda piyano eğitimini de tamamlamış.

Bir yanda Suudi Arabistan’da erkeğin onayı olmadan çalışamayan kadın... Diğer yanda belki de yakında üzerinde yaşadığımız evrenin nasıl oluştuğunu açıklayacak zinciri tamamlayacak Fabiola Gianotti...

Böyle bir uçuruma, ancak kadını çağ gerisine iten dipsiz bir yobazlık ve cehalet neden olabilir.

_

5 Ocak 2012 Perşembe

Vegan Kolektif'ten Cem Boyner'e Tepki

Sayın Cem Boyner,

5 Ocak 2012 tarihinde Hürriyet gazetesi Ekonomi sayfasında çıkan “Bufalonun kalbine 5 kurşun sıktım. Yine de bizi temize havale edebilirdi” başlıklı yazı nedeniyle sizi protesto ediyoruz.

Şiddeti özendirdiğiniz ve vahşeti böylesine bir soğukkanlılıkla anlattığınız için!

Kendi zevkinizi tatmin adına hayvanların yaşam hakkını çiğnediğiniz için!

Avcılıkta aldığınızı sandığınız riski kapitalist iş dünyasındaki risklerle karıştırdığınız için!

Bir işadamı olarak riskler alıp, kâr hırsıyla gözü dönmüş bir şekilde rakiplerinizi yok etmeye alışmış olabilirsiniz. Ancak avcılık denilen kanlı olay sonucunda gerçekten bir hayat ortadan kalkar!

Bir bufaloyu kalbinden vurmak, seri cinayetler yapan bir katilin duyduğu hazzı mı veriyor? Gerçek anlamda bir canlıyı yok etmek, yıkmak, parçalamak, katletmek, rakibini alt eden bir işadamının duyduğu heyecanla mı özdeşleşiyor?

Sakın “Ben avcılık yapmasam da zaten ormanda hayvanlar birbirini yiyor” türünden bir gerekçeye haklılık kazandırmaya çalışmayın. İnsanoğlunun 21. yüzyılda geldiği noktada, ilkel dönemlerin vahşi yöntemlerini hâlâ uygulamasının hiçbir mantıklı açıklaması olamaz.

Ayrıca elinize aldığınız ileri teknoloji ürünü silahlarla hayvanları öldürmek sizi kahraman yapmaz. O silahı elinize aldığınız anda ormandaki bütün canlılardan daha vahşisiniz; gücünüzü ise mermiler veriyor.

Silahtan aldığınız cesaretle yiğitlik taslamayınız. Ortaya çıkan vahşeti de marifetmiş gibi basında anlatmayınız! Hem tiksindirici hem de utanç verici oluyor.

Röportaj nedeniyle kırdığınız kalpler için özür dilemenizi ve yayımlamayı düşündüğünüz kitaptan vazgeçmenizi istiyoruz. Bu aşamada Boyner mağazalarından hiçbir şekilde alışveriş yapmayacağımızı ve her düzeyde protesto eylemlerine devam edeceğimizi bilginize sunarız.

Hayvanlar, insanların malı değildir Sayın Boyner...

Bu mektubu bu basit cümle doğrultusunda okursanız belki anlamanız olanaklı olur.

Vegan Kolektif

http://tr-tr.facebook.com/pages/Vegan-Kolektif/127639414009632

1 Ocak 2012 Pazar

Veganlar Örgütleniyor

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Ocak 2012  

Yeni yıla yeni dileklerle girmek adettir. Ben de 2012’ye her zamanki gibi adaletli ve daha barışçıl bir dünyada yaşama umuduyla girdim. Ama bu yılın sonuna doğru bir değişiklik oldu hayatımda. İlk kez İstanbul’daki veganlarla buluştum. 

Uzun yıllardır İstanbul’daki veganlarla iletişim kurmaya çalıştım, çevremdeki herkese tanıdıkları varsa benimle tanıştırmalarını rica ettim. Ama pek faydası olmadı; sınırlı sayıda vejetaryenle yolum kesişti ama hiçbir veganla tanışmadım. “Karşılaşacaksın da ne olacak?” diye sorabilirsiniz. Ben çok sosyal birisi değilim ama sonuçta insanım; herkes gibi ben de benzer düşünceleri paylaştığım, ortak yönüm olan insanlarla konuşmayı seviyorum. 

1 Kasım Dünya Vegan Günü’nü hep tek başıma kutlamaya alışmıştım aslında ama Kasım 2011’de güzel bir gelişme oldu. Vegan Kolektif adı altında bir araya gelen veganlar olarak o günü birlikte kutladık. Benim için çok değişik bir gündü. Türler arasında ayrımcılık yapmayan ve şiddeti tamamen reddeden hayat felsefem nedeniyle bugüne kadar toplumda “uzaylı” muamelesi gördüm ama o gün bir de baktım ki, benim gibi başka “uzaylılar” da var! Sayımız az ama yalnız değiliz. 

Türkçe sözlüklerde yer almayan vegan sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmeyenler ya da yanlış bilenler çok. Çok kısa bir ifadeyle, hayvansal hiçbir ürünü/maddeyi yemeyen, giymeyen ve kullanmayanlara verilen isim bu. 

Veganlık, Türkiye’de son bir iki yıla kadar ana akım medyanın hiç ilgi göstermediği bir konuyken, geçen yıl birden dikkat çekti. Bunda en büyük pay, Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde yatan vegan mahkum Osman Evcan’ın kendisine hayvansal ürün içermeyen, yenilebilir yiyecekler verilmesi için başlattığı açlık greviydi. Osman Evcan, haklı mücadelesinde direnince, cezaevi yönetimi istekleri kabul etmek durumunda kaldı. Politik bir vegan hareketinin Türkiye’de başlaması kolay olmasa da önemli bir adımdı Osman Evcan olayı. 

Dünya Vegan Günü’nü birlikte kutladıktan sonra Vegan Kolektif’teki arkadaşlarla toplantılar yapmayı sürdürdük. Geçen cumartesi gecesi de “2012 Vegan Bir Yıl Olsun!” sloganıyla bir gece düzenledik. Vegan, hatta vejetaryen olmasa da gelip merhaba diyen herkes bizi sevindirdi. 

Amacımız, kısa zamanda manifestomuzu yazıp dernek haline gelmek. Daha yolun başındayız. Yapacağımız çok iş var. Belki bu yazdıklarım ilk anda bazı insanlara uçuk fikirler gibi gelebilir. Ama bana da koşabilen, yürüyebilen, yüzebilen, uçabilen, görebilen, duyabilen, hissedebilen, farklı derecelerde de olsa bir muhakeme ve öğrenme yeteneği olan, yavrusunu sahiplenip büyüten canlılara “mal” gibi davranmak, uçuk ve çok acımasız geliyor... 

Gerçekten hayvanların birer eşya gibi görülmekten kurtulacağını düşünmek fazla mı saflık? 

Bana göre, her insan ömründe bir kez tavuk çiftliği ya da et fabrikası ziyaret etse vejetaryen olurdu. Her şeyin mükemmel olduğu bir dünyada da herkes vegan olurdu. Savunduğum bu görüşlerin ülkemizde çok fazla yandaş bulmadığının farkındayım. Ancak üzerinde düşünülmeye başlanması, Vegan Kolektif adlı bir oluşumun kurulması çok olumlu gelişmeler. 

Barışçıl bir dünya yaratılması ve vegan felsefesinin tanıtılması için yapacağımız çabalara destek istiyoruz. Hayvanlara uygulanan köle düzeninin sona erdirilmesi için çalışmak isteyenler bizimle iletişim kursun. 

Diyoruz ki, insana, hayvana ve yeryüzüne özgürlük temelinde bir araya gelelim. Her türlü zulmü, seksist, ırkçı ve türcü yaklaşımı reddedelim! -