27 Haziran 2010 Pazar

“Pencere” Tarihin Belgesidir

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Haziran 2010

Pazartesi günü öğlen saatlerinde telefonum çaldı. Ankara’dan babam arıyordu. Çok üzgün bir sesle “Başımız sağ olsun” dedi; İlhan Selçuk’un ölüm haberini ondan aldım...

Konuşamadım, susup kaldım bir süre. Uzun zamandır sağlığının kötü olduğunu bilmeme karşın ölümü hiç yakıştıramadığım, yakıştırmak istemediğim insanlardan biriydi İlhan Bey...

Kendisini en son aylar önce hastanede ziyaret ettiğimde konuşmakta güçlük çekiyordu. Ama o haldeyken bile çevresine aydınlık yaymaya devam ediyordu...

İlhan Selçuk’la Cumhuriyet’te yazmaya başladığımdan bu yana birçok kez konuşma olanağı bulduğum için kendimi hep çok şanslı hissettim.

Gazetenin Cağaloğlu’ndaki eski binasında ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Yazdığım kitapları imzalayıp kendisine verdiğimde “Ooo bu yaşta kitaplar yazmışsın! Bizim o yaşta hiç kitabımız çıkmamıştı” demişti.

O belki genç yaşta birkaç kitap yazmış olmama şaşırmıştı; ama aslında farkında olmadan eğittiği milyonlarca gençten biriydim ben. Kitabın iç kapağını imzalarken bunu not düşmüştüm. Fakat ona bugüne kadar söyleyemediğim önemli bir şey kaldı...

Bana gazetecilik mesleğini seçtiren şey onun yazılarıydı... Çocuk yaştan beri evimize giren tek gazeteydi Cumhuriyet. Her sabah gazeteyi elime alır almaz ilk okuduğum köşeydi Pencere...

Hiç aksamadan bugüne kadar devam etti bu ritüel. Üniversitede gazetecilik okurken, her yazısından sonra “Bir gün ben de böyle yazabilir miyim acaba?” diyerek umutlandım.

Laik Cumhuriyet’in ilkelerinden sapmayan, her zaman demokrasi ve adaleti savunan, Atatürk’ün açtığı Aydınlanma yolundan dönmeyen bir vatandaş olma yolunda en önemli adımları onun yazılarıyla attım...

İlhan Selçuk, benim öğretmenimdi...

Kalemini satmayan gazeteci tarifi, benim için onun kimliğiyle hayat buldu; hep dik duran yazar tavrı onunla bütünleşti...

Yaklaşık bir yıl önce gazetedeki odasına çağırıp uzun bir konuşma yapmıştı benimle. Mesleğe, ülkeye ve dünyaya bakış açısını anlatmıştı. İlk gençlik dönemimden bu yana yazılı okuduğum düşünceleri onun sesinden canlı dinlemiştim.

Yazılarını kesip sakladığım, satırlarını tekrar tekrar okuduğum tek gazeteciydi o. Dili kullanma ustalığına, makalelerindeki yalın ama çarpıcı uslüba hayran olduğum köşe yazarıydı...

Benim için tam bağımsızlık idealinin, Türkiye’deki Aydınlanma hareketinin en büyük simgelerinden biriydi. Küresel kapitalizmin ezip geçtiği dünyada sosyalist hareketin öncü düşünürlerindendi.

Devrimci ve Atatürkçü kimliği ile basın ve düşün tarihimizin efsane bir aydınıydı...

Sanılmasın ki, geçmiş zaman kipiyle yazdığım bu satırlar onun savunduğu ideallerinin de sonunun habercisi...

Evet, İlhan Selçuk’u kaybettik, o artık hayatta değil; ancak onun idealleri sahipsiz kalmayacak...

İlhan Selçuk’un ölümünü hızlandıran sürece imza atanların vicdanı bugün rahat mıdır bilemem...

Ama herkes şunu bilmeli ki; Pencere’de yazılanlar tarihin belgesidir; ne yok olur, ne de unutulur...

-

20 Haziran 2010 Pazar

Biden’ın barbekü partisi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Haziran 2010

Bir Başkan Yardımcısı evinde gazetecilere havuz partisi verip samimi bir şekilde eğlenebilir mi?

Bir gazeteci böyle bir davete icabet eder mi?

Ederse, bu kadar samimiyetten sonra, hakkında yazılar yazıp programlar hazırladığı kaynağı ile ilgili tarafsızlığını koruyabilir mi?

Amerikan medyası, son günlerde yoğun bir şekilde bunu konuşuyor. Columbia Journalism Review de, internet sitesinde bu konuda bir tartışma başlattı.

Gazetecilik etiğine ilişkin bu önemli sorular, durduk yerde gündeme gelmedi. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, geçenlerde bir hafta sonunda evinde Washington gazetecilerine barbekü partisi verdi.

Katılanlar arasında, Obama’nın Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel, CNN’den Wolf Blitzer ve Ed Henry, CNN’in Beyaz Saray muhabiri Dan Lothian, The New York Times’dan David Sanger, The Atlantic yazarı ve CBS’in siyaset danışmanı Marc Ambinder, NBC’nin Beyaz Saray muhabiri Savannah Guthrie ve hepsinin aileleri var.

Yani çoluk çocuk, ailece yenilmiş içilmiş. Hatta onunla da kalmamış, su tabancasıyla oyunlar oynanmış.

Ed Henry bu gelişmeleri Twitter’dan şöyle duyurmuş: “Jill Biden beni vurmaya çalışıyor. Küçük bir kız Başkan Yardımcısı’nın yüzüne su sıktı. Ama gizli Servis tarafından henüz tutuklanmadı.

Olanlar videolarla, fotoğraflarla da belgelenmiş. Bunların bir kısmı internette yayımlandı.

En çarpıcı olanıysa, Ed Henry’nin Twitter’da yazdığı şu satırlar: “Wolf Blitzer, Rahm’la girdiği su savaşını kaybetti. Belki de Başkan’la röportaj ayarlamak amacıyla Rahm’a yağ çekmek için kaybetmiştir...

***

Gazeteci ve siyasetçi ilişkisi, her iki meslek içinde de çok hassas bir konu. Gazeteci, haber yapabilmek için bir kaynak olarak siyasetçiye, siyasetçi de halka ulaşmak için bir araç olarak gazeteciye ihtiyaç duyar. Bu nedenle, iletişim içinde olmaları kaçınılmaz.

Ancak hassas olan nokta, bu iletişimin hangi koşullarda, ne şekilde kurulacağı ve sınırının ne olduğudur. Bu ilişkide mutlaka bir sınır olmalıdır. Çünkü gazetecinin siyasetçiyle fazla samimi olması, tarafsız kalmasını ve dolayısıyla işini gereği gibi yapmasını engelleyebilir.

Wolf Blitzer, Rahm Emanuel’le o partideki kadar yakınlık kurduysa, bundan sonra onunla ilgili haberlerde kendisine otosansür uygulamayı nasıl önleyecek? O görüntüleri izleyen halk, Blitzer’in programlarda tarafsız kalabildiğine nasıl inanacak?

Bu tür bir ilişkinin bir diğer sakıncası da, gazetecileri kendi yanlarında gören siyasetçilerin, haklarında yapılacak haberler konusunda artık hiç endişe duymaması olabilir.

Bu yakınlaşmaların, gazeteciler üzerinde etkisi olmadığını, sadece off-the-record bilgiler için fırsat sunduğunu düşünenler çıkabilir. Bana göre bu fazla iyimser bir görüş...

Kuşkusuz, gazetecilerle fazla yakınlaşma, siyasetçinin işine gelir. Bu işten zararlı çıkanlarsa, meslekte saygınlığını yitiren gazeteciler ve nihayetinde halktır.

Şimdi Ed Henry’ye sorsanız, muhtemelen Wolf Blitzer hakkında yazdıklarını espri olsun diye yazdığını söyleyecektir. Ne yazık ki, bu konunun böyle bir espriyi kaldırmayacak kadar hassas olduğunun farkında bile değil...

Eh, birileri bu duruma düşer de Jon Stewart bunu kaçırır mı? Ünlü komedi şovu Daily Show’da Biden’ın partisini diline fena dolamış. Havuzun kaydırağından kayarken yüzüne sıkılan sularla boğuşan Biden’ı ekrana getirip şöyle diyor Stewart:

Politikacılar ile onları yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutacağına güvendiğimiz insanların birbirini böyle sırılsıklam etmesi çok eğlenceli. Beyaz Saray toplantı odasındaki koltuğu kapmak için su tabancası ile savaşmak mı? Gazeteci misiniz, yoksa bir sosyal kulübe girmeye mi çalışıyorsunuz?!

-

14 Haziran 2010 Pazartesi

Marslı’nın kaçışı

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Haziran 2010

Geçenlerde elime eski bir dergi geçti. The International Herald Tribune’un Aralık 2009’da yayımladığı yıl sonu dergisi. Siyaset, edebiyat, sanat, ekonomi, medya ve bilim dünyasının başarılı isimleri, 2010'a ışık tutacak düşünceleri yazmış.

Özellikle tarihçi Prof. Paul Kennedy’nin makalesi ilgimi çekti. Kennedy, “Bugün Marslılarla karşılaşsak, onlara bu dünyada insanlığın neden bu kadar bölünmüş olduğunu anlatamayız. Onlar da muhtemelen beğenmez, çeker giderlerdi böyle çatışmalı bir gezegenden” şeklinde bir görüş belirtmiş.

Gerçekten de 21. yüzyılın dünyası, ardı arkası gelmeyen savaşlarla sarsılıyor. Ülkeler arasında nükleer savaş tehdidi sürerken, aynı anda füzeler havalanıyor, bombalar patlıyor...

Daha önce de bir yazımda belirttiğim gibi, Dünyanın Ağası var. Küresel emperyalizmin kurallarını o koyuyor, oyunun planlarını o belirliyor...

İnsanın insanla savaşı, ormandaki vahşi hayvanların mücadelesini aratmıyor. Uygar dünyanın en akıllı canlı türü, aklını barış için değil, daha vurucu yeni teknolojiler geliştirmek için kullanıyor. Eski çağlardaki gibi artık bilek gücüyle değil, üstün teknolojiyle daha da öldürücü olabiliyor.

***

Bütün bunlar ne adına, ne için yapılıyor? Elbette temel neden, dünyada tükenmeye başlayan kaynakların paylaşılması sorunu... Kömür ve çelik, nasıl 2. Dünya Savaşı’nda savaş sanayisinin temeli olduysa, bugün de Ortadoğu’daki savaşlar petrol üzerinde dönüyor...

Bir diğer neden, din ve etnik köken farklılıkları. Bir inanca bağlı olan ya da belli bir kökenden gelenlerin diğerlerine tahammül edememesi, insanoğlunun en ilkel yönü...

Ya aynı dinden olanların kavgasına ne demeli? İşte o mezhep kavgasıdır ki, onu anlamak daha da zor. Mantık sınırlarını zorlayan bir dizi cehalet silsilesini yaşadı insanlık. Bugün de Irak’ta olanları ibretle izlerken, Aydınlanma çağını yakalayamamış topraklardaki ilkelliğe tanık oluyoruz.

Bir de cinsiyet farkı var tabii... Erkeğin kadını köleleştirme mücadelesi 2000’lerde hâlâ son bulmadı. Gün geçmiyor ki, dünyanın bir yerinde bir kadın fiziksel ve ruhsal şiddete maruz kalmasın, tecavüze uğrayıp katledilmesin...

İnsanın kendi türü ile olan savaşı yetmiyormuş gibi, diğer canlılara karşı uyguladığı vahşetin de sonu gelmiyor. Hayvanlara yapılan zulmün listesini yapsam buraya sığmaz...

Doğa katliamını da unutmayalım. Meksika Körfezi’ne yayılan tonlarca petrolün yarattığı faciayı dehşetle izliyor, küresel ısınmanın yok ettiği canlı türlerini, bitkileri konuşuyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegen can çekişirken, kimin daha çok petrole sahip olacağının kavgasını veriyoruz...

***

Şimdi gelin bütün bu saçmalıkları dünyalı olmayan birisine, örneğin bir Marslı’ya anlatmaya çalışın. Şu soruları sorarsa ne diyeceksiniz?

Neden böyle güzel bir gezegeni cehenneme döndürmeye çalışıyorsunuz?

Neden bunca vahşet?

Neden bunca kaynağa sahip dünyada insanlar açlıktan ölüyor?

Neden aklınızı kullanmıyor ve farklılıklara saygı duyup barış içinde yaşamıyorsunuz?

Uzun uzun yanıt vermeye kalkarsanız; taa ilkçağlara gitmeniz ve sonunda da kapitalizme uzanmanız gerekir. Ama kısaca şöyle de diyebilirsiniz Marslı’ya:

Hepsinin nedeni, insanoğlunun dizginlenemeyen hırsı ve açgözlülüğüdür. Herkese yetecek kaynak varken, birileri hep daha fazlasını, bazen de hepsini istemiştir. Sonuçta küresel kapitalizm palazlanırken kitleler ezilmiş; Aydınlanma’nın uğramadığı yerlerde demokrasi ve özgürlük yeşerememiştir.

Bütün bunları duyan Marslı dünyada kalıp da ne yapsın? Herhalde hemen geri dönüp kendi gezegenini insanlara bırakmamak için önlemler alır...

-

6 Haziran 2010 Pazar

Obama'dan Altın Öğüt

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Haziran 2010

Obama, başarılı konuşmalarıyla ünlü bir siyasetçi. Ben, kendisini 2004’te Boston’da Demokrat Parti Kurultayı’nda ilk kez canlı dinledikten sonra, Cumhuriyet'te, başkanlık adaylığının bu konuşmadan sonra gündeme geldiğini yazmıştım.

O günden beri de Obama'nın konuşmalarını dikkatle dinliyorum. Özenle yazılmış, vurucu metinler var bu başarının ardında...

Tabii bana göre, bunların içinde TBMM’de yaptığı konuşmayı ayırmak gerekir. Çünkü ben, Obama’yı Meclis’te ayakta alkışlayan milletvekilleriyle aynı düşünmüyorum. O dönemde yazdığım bir yazıda da belirttiğim gibi, Obama’nın TBMM konuşmasında Türkiye’nin başına iş açacak önemli ayrıntıların izleri vardı...

Bugünkü yazıma konu olan ise, Obama’nın son dönemde yaptığı en iyi konuşmalardan birisi. Yine 29 yaşındaki Jon Favreau tarafından mı kaleme alındı bilmiyorum; ama sonuçta şu satırlar, Obama’nın başarı hanesine yazıldı:

Sadece The New York Times okuyorsanız, arada bir The Wall Street Journal’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Glenn Beck ya da Rush Limbaugh hayranıysanız, The Huffington Post’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.

Obama, bunları Michigan Üniversitesi’nin diploma töreninde söyledi. Mezun olan öğrencilere anlamlı bir öğüt verdi. Tea Party Movement (Çay Partisi Hareketi) ile radikal sağın ve ırkçılığın yeniden yükselişe geçtiği, ideolojik kutuplaşmanın derinleştiği Amerika’da bundan daha değerli bir öğüt olamazdı.

***

Bizde olduğu gibi, Başbakanın, iktidar partisini eleştiren gazeteler için “Almayın, okumayın bunları!” dediği bir ülkeden bakınca nasıl tezat değil mi?

Bir an için hayal edelim; Başbakan şöyle demiş olsaydı:

Sadece Zaman okuyorsanız, arada bir Cumhuriyet’in sayfalarına da göz gezdirmeye çalışın. Eğer Uğur Dündar ya da Yılmaz Özdil hayranıysanız, Yeni Şafak’ta birkaç köşe yazısı okumayı deneyin. Öfkelenebilirsiniz, fikirleriniz de çoğunlukla değişmeyebilir. Ama karşıt görüşleri dinlemek, etkin bir vatandaşlık için gereklidir.

Başbakan, iktidarı eleştirenlere ve destekleyenlere aynı mesafede durabilseydi, acaba medya bugünkü kadar kamplaşır mıydı? “Yandaş medya”, “candaş, yoldaş medya” ayrımları yapılır mıydı?

Belki, “Medya bu ülkede her zaman farklı kutuplara ayrılmıştır. Her iktidar bazı gazetelere daha yakın olmuştur” diyebilirsiniz. Ama medyanın bugünkü kadar gazetecilik etiğini yerle bir eden utanç verici bir hale geldiğini herhalde söyleyemezsiniz.

Gerçekleri çarpıtma pahasına yapılan yayınlar, ağza alınmayacak hakaretler havada uçuşurken, zorba ve çığırtkan bir medya doğdu.

Bu gelinen noktada suçlu kim? Medya üzerinde baskı kuran siyasetçiler, buna direnmeyen patronlar ve mesleki ilkeleri koruyamayan gazeteciler...

***

Peki ne yapmalı?

Gazeteciliği yeniden saygın meslekler arasına sokmak için yapılabilecek çok şey var. Gerçeği yazmak, haber diline özen göstermek, haberin kanıtlanabilir olmasına dikkat etmek, kimsenin kişilik haklarına saldırmamak, gazeteciliğin kamu yararı için yapılan bir meslek olduğunu unutmamak gibi...

Obama’nın konuşmasında adları geçen Glenn Beck ve Rush Limbaugh, Amerika’da dinci sağın en önde gelen medya figürleri. İkisi de, Obama yönetimini şiddetle ve insafsızca eleştiriyor.

Ancak yine de Obama, “O adamları izlemeyin, dinlemeyin” demiyor; “Arada bir farklı görüşlere de bakın” diyor.

Meselenin çözümü de burda; etkin vatandaşlık ve başarılı iktidar için karşıt görüşleri de öğrenmek gerek. Çare, yok etmek, susturmak değil; önce dinlemek...

-