23 Kasım 2009 Pazartesi

Medya ve İktidar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Kasım 2009

Geçen hafta dünya basınına önemli bir haber yansıdı. Küresel medya imparatoru Rupert Murdoch, gazetelerinin editoryal bağımsızlığına ilişkin bir soruya şöyle yanıt vermiş:

İngiltere’deki gazete editörleri Başbakan’a karşı tavır aldığı için üzgünüm. Gordon Brown benim dostum. Ama onun bir Başbakan olarak hayal kırıklığı yarattığı konusunda haklılar.

Buna karşın Gordon Brown ise, The Sun gazetesini siyasi bir partiye dönüşmekle suçluyor. Fakat şu ayrımı da yapıyor: “Bu Rupert’la ilgili kişisel bir mesele değil, kendisi bana karşı her zaman dostça davrandı.

Bu konuşmaların ardında aslında çok önemli bir değişim yatıyor. 1997’de ilk sayfadan “The Sun Blair’i destekliyor” diye dev bir manşetle çıkmıştı gazete. Oysa 30 Eylül 2009 tarihli kapağında yer alan Gordon Brown fotoğrafının altındaki manşet şöyle: “İşçi Partisi kaybetti.”

Gazete bununla ilgili açıklama yazısında, “İktidardaki 12 uzun yıldan sonra, bu hükümet yolunu kaybetti. Artık The Sun’ın desteğini de yitirdi,” diyor...

***

The Sun, 3 milyon satışıyla İngiltere’nin en etkili gazetesi. Blair’in 1997’de seçilmesinde çok büyük etkisi olmuştu. Gazetenin bunca yıldan sonra böyle açık bir dönüşüm geçirmesi, ilk anda çok şaşırtıcı görünüyor.

Tabii ki işin arkasında türlü türlü hesaplar var. Murdoch, Brown’un dostu olduğunu söylese de, artık herkes biliyor ki, The Sun daha doğrusu Murdoch-Brown savaşı başladı...

Murdoch, iş dünyasının en pragmatist, en hırslı ve en kurnaz iş adamlarından birisi. Daima kazanan politikacıların yanında yer alır. Son dönemde süper lüks yatında Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’u ağırladığına göre, mutlaka bir bildiği vardır...

İktidardaki İşçi Partisi’nin kamuoyu desteği giderek azalıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki tarihi yenilgi bunu ortaya koydu. Ekonomideki kötü gidişat ve üst üste yaşanan siyasi skandallar, Brown’u iyice yıprattı. Gelecek yıl haziran ayına kadar yapılması gereken seçimlerde İşçi Partisi’nin kaybedeceği tahmin ediliyor...

Hal böyle olunca, Murdoch’un, The Sun’ın dönüşümünü sanki editörlerin gazetecilik refleksiyle verdikleri bir kararmış gibi göstermesini kimse yutmaz...

Her şeyden önce, gazetelerinin editoryal yönetimine karışmak konusunda sabıkalı bir patron Murdoch. Onun onayı olmadan, The Sun, İşçi Partisi’ne 12 yıldır verdiği büyük desteği asla çekemezdi...

***

Her ne kadar İngiltere’deki basın özgürlüğü Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar geniş olsa da, durum budur. Bunun nedeni, medya iktidar ilişkilerindeki çok önemli bir soruna dayanıyor.

O sorun, gazete ve televizyonların holdinglerin yan kuruluşu olmasıdır. Bu yüzden medya sahipleri, politikacılarla çok yakın çıkar ilişkisi içinde... Daha çok kâr elde etme ve büyüme hedefini gözettikleri için, iktidarla olan ilişkilerini düzenlerken sürekli baskı hissediyorlar.

İhalelere giriyorlar, bürokraside kolaylık sağlamak istiyorlar, yasaların onlardan yana olması için lobi yapıyorlar... Ve bunları yaparken iktidara karşı güçlü olmalarını sağladığı için de medya sektörüne giriyorlar...

Türkiye’de iktidarı rahatsız eden olayların üzerine gidilememesinin nedeni de bu...

Sonuçta İngiltere, medya-iktidar ilişkisini güçlü demokratik kurumları ve basın özgürlüğü sayesinde bir şekilde düzenler; ama bunlardan yoksun ülkemizde durum vahimdir...

Bugün Türkiye’de hiç çekinmeden gerçekleri yazan sadece birkaç gazete var: Cumhuriyet, Sözcü ve Aydınlık.

Büyük medyada birkaç yazarın dışında belli konuların üzerine gidebilen yok...

Türkiye dinci sivil bir faşizme doğru kayıyor, medya sus pus...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Kapitalizmin Amerika Maceraları...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Kasım 2009

Amerika’daki sağlık sigortası tartışmalarını büyük bir dikkatle izliyorum. Çünkü dünyanın en gelişmiş ülkesinin, 21. yüzyılda 47 milyon vatandaşını sigortasız yaşatma hikâyesi gerçekten ilginç...

Ben bu yazıyı yazdığım sırada, Amerika’da bu konuda önemli bir gelişme oldu. Temsilciler Meclisi, sağlık sigortasında reform yapan tasarıyı onayladı. 435 üyeli Meclis’te 215 ret oyuna karşılık 220 kabul oyu verildi.

Ama tasarının yasalaşması için, Senato’nun onayından da geçmesi gerekiyor. 100 üyeli Senato’da çoğunluk 60 kişiyle Demokratların, fakat oradan tasarıyı geçirmenin çok da kolay olmayacağı görülüyor. Çünkü Demokratların bir kısmı tasarıya karşı...

Temcilciler Meclisi’ndeki oylama, tahminimce medyaya Obama’nın büyük başarısı olarak yansıyacak. Doğrusu, sağlık sigortası konusu Amerika’yı birbirine kattığı için öyle yorumlanması fazla şaşırtıcı değil...

Fakat işin bir başka gerçeği de, o oylamada 39 Demokrat Partili üyenin aleyhte oy vermiş olması... Üstelik bunların arasında Ohio temcilcisi Dennis Kucinich de var. Kucinich, daha önce sağlık sigortasında “single-payer” (tek ödeyici) denilen merkezi devlet sorumluluğundaki sistemi öngören bir değişiklik önergesi hazırlamıştı.

Bu önerge, iki partinin de katıldığı bir komisyonda oylanıp tasarıya eklenmişti. Kucinich’in yeni kabul edilen tasarıya karşı çıkmasının nedeni, bu değişikliğin metinden çıkarılması...

Kanada ve Avustralya’da örnekleri uygulanan bu sistemde, merkezi ya da federal hükümet, bütün sağlık harcamaları için ortak bir fon kullanıyor ve ihtiyacı olanların sağlık harcamaları da o ortak havuzdan, tek bir elden karşılanıyor.

Bu sistemin en önemli özelliği, aradan özel sigorta şirketlerinin çıkarılması. Eğer Kucinich’in önerisi kabul görseydi, hem hastanelerin sigorta şirketleri ile uğraşmak için harcadıkları zaman ve paradan tasarruf edilecek, hem de böylece vatandaşa yansıyan fatura azalacaktı. Şu anda Amerika’da sağlık için harcanan her 1 doların 31 senti, bu tür bürokratik işlemlerin yapılması için sigorta şirketlerine gidiyor...

Demokratların Temcilciler Meclisi’nde 256 üyesi var ama kamu finansmanının kabulü için gereken 218 oyu bulamadılar. Sonuçta, Obama baktı ki olmuyor; çoğunluk oyunu sağlamak için ciddi ödünler verdi...

Obama için zafer olarak görülen tasarı, bana göre, Amerikan solu ve Demokratlar açısından bir geri adımdır. Çünkü Obama, devletin her vatandaşa sağlık sigortası sağlayacağı sözünü vermişti...

Oysa yeni tasarıya göre, her Amerikan vatandaşı, devletin ya da özel şirketlerin sunduğu sigorta planlarından birisini satın almak zorunda. Kamu finansmanı, ancak yoksulluk sınırının belli bir oranda altında kalanlar için söz konusu olabiliyor...

İlerici Demokratlar, bu sistemin yaklaşık 21 milyon Amerikalı’yı özel sigorta almak zorunda bırakacağını, ödenecek primlerin artacağını ve kazananın halk değil, özel sigorta şirketleri olacağını söylüyor...

Bu durumda, Kucinich’in dediği gibi, sağlık sisteminde bir reformdan çok, sigorta şirketleri için bir tür kurtarma paketinden söz edilebilir...

Kapitalizmin Amerika’daki ilginç maceraları devam ediyor... Bir temel insan hakkı olan sağlıklı yaşam, dünyanın en zengin ülkesinde bir hayal... Obama yönetiminin, sağlık sigortasında kamu finansmanının zorunlu olmadığını söylediği günden bu yana da, borsada sigorta şirketlerinin hisseleri yükselişte...

Bu tasarıyla sigortasız sayısı bir ölçüde azalacak olsa da, perde arkasında dönen asıl dolap budur...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Soru...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 8 Kasım 2009

İki gün sonra 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 71. yılı... Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak, elbette ben de bu ülkenin kurucu liderine minnet duygularıyla doluyum.

Ama bu yıl içim biraz daha buruk... Çünkü ülkenin durumu beni endişelendiriyor. Kendi geleceğim adına da, bu topraklarda yaşayan bütün kadınlar adına da, halk adına da...

Fazla karamsar olmamaya çalışıyorum; ama son sekiz yıldır bu ülkede yaşananların bizi getirdiği nokta belli... Ne yazık ki, Türkiye’de laik demokratik rejimin yaşamsal sorunlarla boğuştuğu günler yaşıyoruz...

Neler oluyor? Laiklik tartışmaya açılıyor; “pasif laiklik” adı altında bu kavramın içi boşaltılmaya çalışılıyor...

Yüksek siyaset, dincilik ve bölücülük sorunlarıyla uğraşırken, halk yoksulluk ve işsizlikle pençeleşiyor...

Avrupa Birliği projesi gerilerken, Başbakan, İran’da İslami bir marka ve model haline geliyor...

Amerika’yı mesken tutan cemaat lideri, uzaktan kumanda aletiyle, medyayı, yargıyı, eğitimi biçimlendiriyor...

Yargının tarafsızlığı iyice tartışmalı hale gelirken, muhalif yazarlar, gazeteciler, bilim adamları aylarca hapiste tutuluyor...

Küreselleşmenin yönlendirdiği dünya siyasetindeki yeri Amerika'nın Ortadoğu'daki kolu olarak belirlenen iktidar, emperyalizmin taleplerini yerine getirmek için seferber olurken, ülkenin komşuluk ilişkileri zedeleniyor...

YÖK güdümündeki üniversitelerde bilimsel özerklik yok olurken, dinci kadrolaşma tırmanıyor...

Kendisinden farklı olana tahammül edemeyen insanların tek sesli ülkesi olma yolunda hızla ilerliyor Türkiye...

Toplum muhafazakarlaşıyor; kadınlar, gençler, eşcinseller ve farklı inançta olanlar için çember giderek daralıyor...

Ve bütün bunlar olurken, adaletsizliğe karşı derin bir sessizlik hüküm sürüyor... En korkutucu olanı da bu... Göz göre göre birileri, hukuk ilkelerini eğip bükerek sevmediklerini cezalandırıyor ya da eski hesapların rövanşını alıyor...

Bir kısım medya, gazetecilik etiğini ayaklar altına alıp linç kampanyaları sürdürüyor. Birisi işine geldiği için bir haberi ön plana çıkarırken, diğeri görmezden geliyor. Köşelerde süren savaşlar, halkı gazetelerden soğutuyor. Medya artık, gerçeğin aktarıldığı bir araç olmaktan çıkıp, saptırılmış bilgilerin üretildiği platforma dönüşüyor...

Böyle bir ortamda çevremdeki gençlere bakıyorum, tepkilerini ölçmeye çalışıyorum. Bütün bu olanları dert edinen fazla değil... Çoğu hâlâ bir şekilde bu ülkeden ayrılıp, kendine başka diyarlarda gelecek kurma sevdasında...

Eğitimsizlik ve ekonomik bağımlılık kadınları büyük ölçüde sindirmiş. Her dört kadından birisi koca dayağını haklı buluyor! Eğitimli ve aklı başında olanlar ise, erkek egemen kültürün baskısı altında var olma mücadelesi veriyor...

***

Bu tespitleri üzüntüyle yazıyorum... 71 yılda geleceğimiz yer bu muydu? Düz bir teknokrat mantığıyla, “Türkiye, dünyada en büyük 17. ekonomi. Şu kadar yol, bu kadar baraj yapıldı, hastaneler, okullar vs. açıldı,” diyebilirsiniz.

Ya eğitimde, sosyal paylaşımda, birlikte yaşama kültüründe, toplumsal katılımda, adalette nereye geldik?

Ben bu noktada özellikle şu soruya yanıt arıyorum: Atatürk, 1919’da iktidar yargı ilişkilerini açıklarken, “Her halde dünyada bir hak vardır. Ve o hak kuvvetin üstündedir,” demişti. Bu ilke, 2009 Türkiyesi’nde geçerli midir? Buna inanarak “Evet” yanıtı verebiliyor musunuz?

Bugün Atatürk’ü şükranla anarken vatandaşlara bunu soruyorum. Çünkü bir toplumun çağdaş uygarlık seviyesi, maddi gelişmenin yanı sıra ve hatta ondan önce, buna verilecek yanıtla belirlenir...

2 Kasım 2009 Pazartesi

Neden bu tutarsızlık?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Kasım 2009

Bugün hayvan haklarından söz edeceğim. Bunun beni popüler yapmayacağını biliyorum; sanattan, bilimden, edebiyattan söz etmenin yapmadığı gibi, o da yapmayacak.

Üstelik bu yazıda savunduklarımla, insanlığın çok büyük bir kesimini karşıma alacak bile olabilirim. Ama bugün 1 Kasım Dünya Vegan Günü...

Bayramımı kutlamaya hazırlanırken aklıma bazı sorular takıldı yine... Bu yazı da, o sorulara yanıt ararken ortaya çıktı...

***

Geçen gün televizyonda bir haber gördüm. Adana’da iki operasyon yapılmış, toplam 600 kilo at ve eşek eti ile kesilmeyi bekleyen 47 eşek ele geçirilmiş...

Etleri kullanan kebapçı da, dükkanının camına şu tarifeyi asmış: Et kavurma 2.5 TL, Adana kebap 2 TL, Tavuk bonfile şiş 2 TL...

Aynı haberi sonra internette okudum. Olayın dehşeti ile sarsılmışken, bir de okuyucu yorumlarına bakma hatasında bulundum. Yorum yapanlar üç gruba ayrılıyor...

Bir grup, at ve eşek etini insanlara yedirenleri kınayıp, bunun insan sağlığına aykırı olduğunu savunuyor. Bunlardan birisi şöyle yazmış: “İşte Adana kebap demek onun için lezzetliymiş. Yazıklar olsun... İnsanların sağlığıyla oynayanlara merak ediyorum ne ceza verecekler. Bu yüzsüzlere gece gündüz 1 yıl çiğ eşek ve at eti yedireceksin.

İkinci grup, at ve eşek etinin de yenilebileceğini, Çin’de insanların canlı her şeyi yediğini söylüyor. Hatta birisi diyor ki; “Unutmayalım, Orta Asya'dayken at eti yiyorduk. Özbekistan'daki soydaşlarımız için at eti hâlâ en makbul ettir. Eşek de zaten atın kuzenidir. O kadar velveleye gerek yok. Eşekler canlı yakalandığına göre, eti taze olarak sunuyorlarmış.

Tek tük bir iki kişiden oluşan üçüncü gruptakilerse, “Zavallı atlara ve eşeklere yazık değil mi?” diye soruyor...

***

At ve eşek etinin insan sağlığına etkisini bilim insanlarına sormak gerekir. Ama bildiğim kadarıyla, birçok Avrupa ve Asya ülkesinde tüketiliyor bu etler...

Benim anlamadığım, et yeme konusundaki ikiyüzlü yaklaşım: Kuzu, koyun, dana, tavuk eti tüketmekte bir sorun görmeyenler, at ya da eşek etini tiksindirici buluyor...

Asıl merak ettiğim, birinci ve üçüncü gruptakilerin tutarsızlığının nedeni... İkinci gruptakilerle zaten tamamen farklı fikirdeyim; ama onların kendi içinde daha tutarlı olduğunu kabul etmek gerekir...

Bu durum karşısında aklıma şu sorular geliyor: Sağlığa aykırı bir durum yaratmadığı sürece, neden bazı hayvanların yenmesi uygun da bazılarının değil? Neden birisi makbul de diğeri yasak?

Domuz eti dinen günah olduğu için yasak; peki at, zürafa, maymun eti neden yasak? Bu konudaki kuralları kim, ne belirliyor?

Kuzu yiyenin, kesilen eşeklere acıma hakkı var mı? Kesilen bir eşek acıma duygusu uyandırıyorsa, aynı duygu, neden koyun kesilirken harekete geçmiyor?

***

Dikkat edilirse, burada neden et yendiğini sormuyorum...

Elbette bana göre, ideal bir dünya, hayvanların kesilmediği, derilerinden ayakkabı vs. yapılmadığı; kısaca bir eşya gibi kullanılmadığı bir dünya olurdu. Ama çok açık ki, yaşadığımız dünya mükemmel değil...

Ayrıca bu konuda agresif bir tavır takınmamaya özen gösteriyorum. Çünkü herkesin yaşayacağı tek bir hayatı ve kullanabileceği bir aklı var. Aklının hayatında özgür olmalı insanlar...

Ancak tutarsızlığın gerisindeki neden düşündürüyor beni... Yerleşik kültürün ve geleneklerin insanların algılarında önemli bir belirleyici olduğunu biliyorum. Yine de toplumda benimsenmiş kuralların, adetlerin ardında bir mantık olmalı...

Böyle düşünüyor insan ve ömür de, o mantığı aramakla geçiyor...