23 Şubat 2009 Pazartesi

İlahi Komedya...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/22 Şubat 2009

Geçen hafta sonu !f İstanbul AFM Bağımsız Filmler Festivali’nde “Religulous” adlı belgeseli izledim. Festivalde “İlahi Komedya” ismiyle gösterilen film, bugüne kadar gördüğüm dine karşı en sert eleştirileri içeren yapımdı.

Organize dinleri ve inancı sorgulayan belgeselin yönetmeni Larry Charles, senaryo yazarı ise Bill Maher. Larry Charles, ülkemizde de televizyonlarda gösterilen Curb Your Enthusiasm, Seinfeld, Mad About You gibi başarılı dizilerin ve Borat filminin yaratıcısı.

Politik komedyen olarak tanınan Bill Maher ise, Amerika’da muhafazakarların çok tepkisini çeken bir televizyon programcısı ve yazar.

Maher’e herhangi bir sempati duymamama karşın, filmle ilgilenmeme neden olan faktör Larry Charles’dı. Televizyon tarihinin gelmiş geçmiş en iyi dizisi Seinfeld’in yaratıcı ekibinde görev almış olması, yeterince ikna edici...

Basında çıkan yazılardan, filmin komik olduğunu biliyordum; ama bu kadarını beklemiyordum. 101 dakikalık belgesel boyunca sürekli güldü Emek Sineması’nı dolduran seyirciler...

Laik Türkiye’ye ılımlı İslam’ın dayatıldığı bir dönemde, yaşları 25-35 arasında değişen bir seyirci kitlesinin, dini böylesine eleştiren bir filme kahkalarla gülmesi ilginçti...

Peki, izleyicilerin bu kadar komik bulduğu neydi? Bill Maher, almış yanına kameramanını, Kudüs, Londra, Vatikan, Hollanda, Salt Lake City gibi birçok yere gidip, halkla ve din adamlarıyla konuşmuş. Soru-cevap şeklinde gelişen diyaloglar öyle inanılmaz ki, gülmekten alamıyorsunuz kendinizi...

Örneğin, bir Amerikan kasabasında, kamyon şoförlerinin üye olduğu bir kilisede ayine katılanlara soruyor Maher: “Hıristiyanlık’ta olmayıp da din adına savunulan şeyler sizi rahatsız etmiyor mu?” Yanıt geliyor: “Hayır.

Maher’in konuştuklarından birisi de, Müslümanlık’tan Hıristiyanlık dinine geçen rahip Jeremiah Cummings... Bizdeki kimi tarikat liderleri gibi, dini inançları sömürüp, müritlerden topladığı bağışlarla lüks içinde yaşıyor Cummings...

Pahalı kıyafetler ve kertenkele derisi ayakkabılar giymesinin nedeni sorulduğunda, kendisine inananların onun iyi yaşamasını istediğini anlatıyor... İsa’nın mütevazı bir insan olduğu hatırlatılınca da, aynen şöyle diyor rahip: “Ama İsa da iyi giyinirdi, keten giyerdi.

Röportaj yapılanlar arasında kimler yok ki?

Eskiden gay olan ama sonradan heteroseksüelliği seçip eşcinselliğe savaş açan rahip...

Musa Peygamber’in bir balığın içinde üç gün yaşadığına inananlar...

Cuma günleri dinen elektrik kullanmak, düğmeye basmak vb. yasaklar olduğu için kendilerine uygun aletler tasarlayarak Tanrı’yı aldatan ortodoks Museviler...

İslam’da kadınla erkeğin eşit olduğunu iddia eden din adamları...

Eyer takılan dinozorlarla insanların aynı dönemde yaşadığını gösteren Yaratılış Müzesi’nin Müdürü...

İsa olduğunu söyleyen sahte peygamber...

Scientology tarikatının çılgın müritleri...

Bütün bunların arasında en komik diyaloglardan birini de anmadan geçemeyeceğim. Bir Arkansas senatörüne, “Siz, Amerika’yı yöneten insanlardan birisiniz. İncil’deki konuşan yılan hikayesine nasıl inanırsınız?” diye soruyor Maher. Senatörün yanıtı müthiş: “Senatoya girmek için zeka testi istemiyorlar.

Filmle ilgili anlatılacak çok şey var ama bu kadarı yeter herhalde...

“İlahi Komedya”nın verdiği mesajları yazarak bitirelim yazıyı: Politikacıların dini sömürmesine karşı çıkın. Din adına dünyanın kan gölüne döndürülmesine izin vermeyin. İnanmama özgürlüğüne de saygı duyun. Bağnazlığa karşı şüpheci olun, sorgulayın ve aklınıza güvenin.

Not: Film, !f Ankara etkinlikleri kapsamında, 27 Şubat’ta AFM CEPA Sineması’nda da gösterilecek.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Tek Kollu Kahraman...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/15 Şubat 2009

Yazının başlığına bakarak kimden söz ettiğimi tahmin edebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki; yazının konusu, karate filmlerinin ünlü oyuncusu Jimmy Wang Yu’dur. “Tek Kollu Kahramanın Oğlu” adlı yapımla tanınan bu film yıldızının Türkiye’de de büyük bir hayran kitlesi var.

70’li yıllarda tüm Asya’da efsaneleşen Wang Yu'nun özelliği, kötü adamları tek koluyla salladığı kılıçla yenmesiydi. Ama 80’lerde Jackie Chan’in ortaya çıkışıyla ikinci planda kaldı ve küçük rollerde oynadıktan sonra da, film dünyasından yavaş yavaş çekildi.

İşin gerçeği, Wang Yu, kendisine ün getiren film sahnelerini, Uzakdoğu dövüş sanatındaki ustalığına değil, film çekim tekniklerine ve kurguya borçluydu.

Son günlerde Davos’ta yaşananlardan sonra yaşananlar, bana bu Wang Yu filmlerini hatırlattı. Ama bu yazının asıl konusu, o filmler değil, bunun çağrışım yaptığı başka bir Tek Kollu Kahraman; yani Başbakan Erdoğan...

Davos Zirvesi'nin üzerinden bir süre geçince olay yatışır gibi oldu, ama ben bu çağrışımı okuyucularla paylaşmak istedim.

***

Başbakan, panel moderatörüne öfkelenip salonu terk etti ya, birden kahraman oldu... Yandaş medya da kendisine “Davos Fatihi” unvanını yakıştırdı...

Acaba bu “kahramanlık” gösterisi, Erdoğan’ın gücünden mi kaynaklanıyor? Yoksa o da bir Tek Kollu Kahraman mı?

Bugün Erdoğan’ı “Ortadoğu’nun yeni lideri” ilân edenlerin görmediği gerçek şu: Başbakan’ın kullanabileceği iki kolu yok... Onun sağ kolu, Amerika tarafından sımsıkı tutulup, özgürce hareket edemez hale getirildi...

Daha Başbakan olmadan Bush tarafından Beyaz Saray’a kabul edilen, sonrasında da Ortadoğu’yu allak bullak eden BOP’un eşbaşkanı yapılan o değil mi? Ekonomiyi kurtarmak için IMF ile pazarlık yapan onun hükümeti değil mi?

Bu durumdaki bir kişinin, “Diplomatik davranmasam başka bir şey yapardım,” diyerek dayak atabileceğini ima etmesi, olsa olsa havaya tek koluyla yumruklar savurmasıdır. Sağ kolu serbest kalmadığı sürece de, o yumruklar, ne Amerika’ya ne İsrail’e isabet eder, ne de İsrail-Filistin sorununu çözer... Bu yüzden de, diplomaside ustalığı olmayanlar, ancak kurgulanmış şovlarla göz boyar...

Ayrıca Erdoğan'ın söylediğine göre, öfkesi moderatöredir, başka kimseye değil... İyi ama moderatöre yöneltilen tepki, haklı da olsa, koskoca Ortadoğu’ya lider olmak için yeterli mi?

***

Kesin olan şu ki; zaman bu olayın yansımalarını ortaya çıkaracaktır...

Bu arada şu bilgileri de not etmekte yarar var: Bugün Beyaz Saray Genel Sekreteri olan kişi, İsrail basınının “Beyaz Saray’daki adamımız!” diye tanımladığı Rahm Emanuel...

Obama yönetimi tarafından İsrail-Filistin anlaşmazlığı konusunda özel temsilci olarak atanan George Mitchell, Bipartisan Policy Center’ın (Partiler arası Politika Merkezi) dört kurucusundan birisi...

İran’a askeri müdahaleyi öngören bu gruba dahil olanlardan birisi de, yakında İran özel temsilciliğine atanacağı söylenen, Siyonizm savunucusu Dennis Ross...

Bush’un babası ve Bill Clinton döneminde Ortadoğu’da diplomat olarak görev yapan Ross, İsrail destekli Washington Institute for Near East Policy (WINEP) adlı düşünce kuruluşunun üyesi. Bu kuruluş, İsrail’in Amerika’daki lobi kurumu American Israel Public Affairs Committee ile resmi bağlantısını kabul etmese de, lobinin ana unsurları arasında yer alıyor...

Bütün bu neoconlarla dolu Beyaz Saray, Hamas yanlısı görünen Erdoğan’ın kolunu serbest bırakıp Ortadoğu’ya lider olmasına göz yumar mı? Diyelim ki yumdu; bütün Ortadoğu Arap olmayan birini lider kabul eder mi? Diyelim ki etti; Erdoğan'da bu liderlik yeteneği var mı?

9 Şubat 2009 Pazartesi

Amerika'dan Bir Sendika Hikayesi...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/8 Şubat 2009

Obama Başkan seçildiğinden beri Amerika’ya methiye düzenler çoğaldı... Biz, o modaya kapılmayalım ve liboşların Amerika güzellemelerini bir yana bırakıp, medyaya yansımayan gerçeklere bakalım...

EFCA nedir? Employee Free Choice Act (Çalışanların Özgür Seçim Yasası)... Amerika’da çalışanların sendika kurmasını kolaylaştıracak olan yasa önerisi... Bu yasa tasarısı, bir iş yerinde sendika kurulmasını, çalışanların katılımıyla yapılacak seçime ya da işçilerin çoğunluğunun imzalı onayına bağlıyor.

Mart 2007’de Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen tasarı, daha sonra Senato’da oylamaya geçilmesi yönündeki teklifin yeterli desteği bulmaması nedeniyle askıda kaldı.

Bu sonuca varılmasını kim sağladı dersiniz? Küresel ekonomik krize neden olan büyük Amerikan bankalarının ve holdinglerin başındaki yöneticiler... Huffington Post’ta çıkan haberlere göre, EFCA’ye karşı muhalefeti örgütleyen kurum Bank of America... Yani halkın vergileriyle oluşan hazineden milyarlarca dolar yardım alan dev banka... Bir diğeri de, iflas etmesin diye kasasına para akıtılan sigorta şirketi AIG.

Bu kuruluşlar, 17 Ekim 2008 tarihinde ortak bir konferans bağlantısı yapıp, temsilcilerini ve müşterilerini yasa tasarısının aleyhine çalışmaları için uyardı. Amaçları, tasarıya karşı çıkan gruplara ve Cumhuriyetçi senatörlere maddi yardım gönderilmesiydi. Çünkü tek kurtuluşları, tasarıya destek veren senatör adaylarının 4 Kasım 2008 seçiminde yenilgiye uğramasıydı...

Konferans bağlantısına katılanlardan biri de, dünyanın en büyük ev donanım ürünleri perakendecisi Home Depot’nun kurucusu Bernie Marcus'tu. Çalışanların özgürce sendika kurması fikri Marcus’u öylesine çıldırtmıştı ki, şöyle seslendi kendisini dinleyenlere: “Bu uygarlığın yok oluşudur. Bir perakende şirket yöneticisinin bunu önlemek için çalışmadığını duyarsam, o o.... çocuğunun yakasına yapışırım.

İlginçtir; bu konferans bağlantısının yapıldığı tarih 17 Ekim, aynı zamanda Dünya Yoksullukla Mücadele Günü... Böyle bir günde, yoksullukla boğuşan çalışan kesimin sendika kurma hakkının önlenmeye çalışılması, ne vahim bir çelişkidir...

Bunca gürültü çıkaran tasarının, Kongre’de ne zaman yeniden gündeme alınacağı belli değil. Demokratlar, 4 Kasım seçiminden hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da çoğunluğu sağlayarak çıktı ve yeni Başkan Obama tasarıyı destekliyor. Ama soru şu: Obama, Amerikan kapitalizminin yarattığı “corporatocracy” / “plutocracy” gerçeğine direnebilecek mi?

Son iki yılda yüz bini aşkın banka çalışanı işinden oldu, fakat krizin asıl sorumlusu açgözlü banka yöneticileri hâlâ yerinde...

Uluslararası Hizmet İşçileri Sendikası’nda (SEIU) Bireysel Eşitlik Projesi’nin Direktörü Stephen Lerner, olan biteni güzel özetlemiş: “En büyük sorunu yaratan şirketler, yardım için para isteyip, sonra da o parayı çalışanların durumunun iyileştirilmesini önlemek için kullanıyor.

Obama için düzenlenen görkemli törenleri seyredip, Amerika’nın bütünlük içindeki görüntüsüne özenenlere duyurulur: Amerika’da törenler her zaman şatafatlıdır. Çok para ve emek harcarlar bunun için. Çünkü bilirler görselliğin insanları nasıl etkilediğini...

Ama kapalı kapılar ardında dönenler farklıdır. Yoksulun, işçinin adı yoktur Amerika’da... Kapitalizm için en büyük tehlike olarak görülen sendikaların kurulması önlenir... Obama’nın Başkan olmasıyla ayrımcılığın sona erdiğini düşünenler, sınıf ayrımına hiç değinmez...

Bu yazıda anlattıklarıma dudak bükenler, Ken Loach’un “Bread & Roses” adlı filmini izlesin. Belki gözle görünce inanırlar işçinin Amerika’nın daimi siyahı olduğuna...

2 Şubat 2009 Pazartesi

Bu Böyle Gitmez...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/1 Şubat 2009

Hiçbir şey değişmedi ve her şey değişti...

David Bowie, “Sunday” adlı şarkısında böyle der... Gerçekten de çoğu durumda değişimi başlatan, hiçbir şeyin değişmemesidir. Aynı Amerika’da olduğu gibi...

Amerika’yı yönetenler, onca uyarıya karşın, son sekiz yıldır bildiğini okudu. Kendilerini “dünya imparatorluğu” fikrine o kadar kaptırdılar ki, ne Birleşmiş Milletler’i dinlediler ne de kendi halklarının isyanını...

Amerikan tarihinin en kötü Başkan’ı olarak görülen George W. Bush’un o karanlık döneminde bu ülkede yaşamak son derece depresif bir deneyimdi. Ben, bu deneyimi bizzat yaşadığım için, toplumda giderek artan değişim beklentisinin de tanığı oldum.

Bush yönetimi, demokrasiye bağlı, hukukun üstünlüğüne inanan Amerikalılar için utanç vericiydi. Toplumun ortak aklını ve vicdanını yitirmeye başladığı bu dönemde, bir ulus adeta topluca intihar ediyordu...

Irak’ta yalanlara dayanarak yapılan işgal ve sonrasındaki insanlık dramı, bu durumu somut bir biçimde gözler önüne serdi. Bir milyondan fazla Iraklı sivil yaşamını kaybetti bu faciada... Dört binden fazla Amerikan askeri de öldü...

Peki, uydurma bir gerekçe ile işgale kalkışan ve uluslararası hukuku ayaklar altına alan Bush yönetimi, halkı bu duruma karşı nasıl duyarsızlaştırdı?

Neocon’ların baş yardımcısı elbette medyaydı... İzledikleri stratejiyi, gazete ve televizyonların taraflı yayınlarıyla kamuoyuna yutturdular. Medyada o dönemde yapılan savaş yanlısı yayınlar, iletişim öğrencilerine mesleki yüzkarası olarak okutulacak cinsten...

Irak işgalinin başladığı günlerde, Amerika’da dinci sağın yayın organlarını özellikle izleyip, bir yalanın nasıl gerçekmiş gibi gösterildiğini aşama aşama gördüm. Aynen Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in taktikleri uygulanıyordu. Halk, Irak’ta kitle imha silahları olduğuna inandırılmış, işgale karşı tepki kırılmıştı...

Ama bu durum, sonunda tersine döndü... Mesleğine ihanet etmeyen gazeteciler, hiç yılmadan gerçekleri haykırıp seslerini halka duyurdular. Amerikan toplumu artık yalanları yutmuyordu.

Önceleri, “Başkan neden yalan söylesin ki?” diye saf saf soran Amerikalılar, artık Bush’u protesto eylemlerinde “yalancı” diye bağırıyordu. O yalancı, Beyaz Saray’dan ayrıldığı gün, Pinokyo burunlu Bush heykellerine kendi halkı tarafından ayakkabı fırlatıldığını gördü...

***

Amerika’daki değişim sürecinden alınacak dersler var. Türkiye’de de Ergenekon denilen dava nedeniyle, her gün hukuka aykırı uygulamalar görülüyor. Dalgalar halinde gelen gözaltılar, yer altından çıkan silahlar, yasadışı telefon dinlemeleri derken, insanlarda tam bir paranoya başladı...

Toplumda belli bir saygınlığı olanların adı, suç çeteleriyle birlikte anılıp kirletilmeye çalışılıyor. İftiranın, yalan haberin bini bir para... Türkiye’de şu anda sürmekte olan dış destekli cadı avının en önemli platformu ise, ne yazık ki medya...

Yaşanan hukuk skandallarının baş savunucusu da, yandaş medyadaki “gazeteci” görünümlü tetikçiler... Bu tipler, kimin göz altına alınacağını bile önceden bilip köşelerine sızdırıyor, yargı bağımsızlığını savunurken hukuk dışı uygulamaları görmezden geliyor.

Sadece soruşturmayı yürütenlerin bilmesi gereken bilgileri yalan yanlış yorumlarla halka yutturmaya çalışanlarla dolu gazete köşeleri... Fakat Goebbels’in kitlesel propagandanın Büyük Yalan olarak bilinen tekniğinin Amerika’da nasıl bir sonuca yol açtığını hep birlikte izledik...

Yalanlarla bir yere kadar varırsınız ama gerçekler elbet bir gün ortaya çıkar. Hiçbir şeyin değişmediği yerde gün gelir çok şey değişir...